"Bir gezi kitabı nasıl yazılır" sorusuna verilebilecek en güzel cevaplardan. Üstelik bu işi başaran kişi, gezi yazılarıyla tanınan bir yazar değil. Tabi ki Gabriel Garcia Marquez'den vasat bir iş çıkacağını beklemiyorduk ama bu kadar ustaca bir dokunuş da keyiflendirdi. Sebebi belli; kendisi bir gazeteci. O gözün varlığı, bu tip şeyler için en değerli hazinedir...
Henüz 30'larına gelmemiş genç Marquez, 1950'lerde Berlin'de takılır ve SSCB'de bir konferansa gidecektir. Biraz vakti olunca, arkadaşlarıyla beraber (Hindiçin kökenli Fransız Jacquelin ve İtalyan Franco) Doğu Berlin'e geçmeyi ve oradan arabayla seyahat ederk konferansa ulaşmayı planlar. 'Yolda' gibi ama daha az aksiyonlu ve direkt hedefe doğru...
Şu an birçok dergi ve gazetede gördüğümüz seyahat yazılarından ve hatta içeriği boşaltılmış fast-food gezi programlarından sonra, bu kitap ilaç gibi geldi. Marquez, mekanları, tarihi yerleri, lokantaları gezmiyor. Tabi ki oralara da giriyor, oraları da anlatıyor. Fakat merakını celbeden noktalar oralar değil. Hatta listenin son sırası buralar. Onun merakı insanlar, sokaklar, yaşam ve kültür... Zaten o yüzden mesela Macaristan'da yoğun önlemler altında olmasına rağmen, tercümanını (devlet görevlisi) ekerek şehrin sokaklarında gezmeye çalışıyor. Kitabın ve gezinin son kısımlarına denk gelse de, aslında Marquez'in çabasını ve merakını anlamamıza yarayan önemli bir anekdot burası. Bu açıdan bakınca, satır aralarında geçen "Tıpkı kadınları olduğu gibi, ülkeleri de yataktan kalktıkları halleriyle görmek gerekir" cümlesi de Marquez'in bakışını anlamamıza yardım ediyor.
Şüphesiz ki savaş sonrası Avrupa zaten merak edilen bir coğrafyaydı. Buna bir de sosyalizm deneyimini ekleyen Doğu kısımını da ekleyince, Marquez'in çok şaşırtıcı bir tercih yaptığını söyleyemeyiz. Herkesin merak ettiği kapıdan içeri girmiş ve bize 70 yıl sonra bile okunacak bir metin bırakmış.
Esasında sosyalist ülkelere giden Latin Amerikalı sosyalist bir yazarın, duygularını katacağını düşünüyorduk. Daha doğrusu ideolojisine esir olabilme ihtimali mevcuttu. Bir röportajında "Dünyanın sosyalist olmasını istiyorum" diyen Marquez, ideolojik esarete hiç olasılık bırakmamış. Gazeteci kimliğine yakışır bir şekilde, objektif bir bakış açısıyla tüm gözlemlerini kağıda aktarmış. Hatta belki de negatif tarafta daha çok durduğunu söyleyebiliriz. Birçok ülkede (hatta hepsinde; kiminde az kiminde çok) eleştirilerini sıralamış. En çok da Polonya'yı kılıçtan geçirmiş gibi geldi bana. Hatta birçok sosyalist, kitabı okuduktan sonra Marquez'i CIA ajanı ve 'emperyalizm uşağı' olmakla suçlamış.
Oysa Marquez yaşanan sıkıntıları anlamış ve onu da Alman Marksist öğrenciler üzerinden anlatmıştı. Öğrenciler ona, "Devrim Almanya'da yapılmadı. Onu bir sandığın içinde SSCB'den getirdiler" diyordu.
Aslında Türkiye ile benzerlikleri olan bir problem...
Bu arada benim için en merak edilesi nokta da Marquez ile konuşan insanlar oldu. Öğrenciler, garsonlar, gece kulüplerindeki kadınlar, yaşlılar, gençler... Kitapta birçok 'isimsiz' vatandaş var. Karşılarında ise genç bir Latin. Konuşuyorlar, gülüyorlar, tartışıyorlar. Aradan seneler geçiyor ve o yazar çok ünlü oluyor. O gün konuştuklarını da bir kitaba aktarıyor. Sonra Nobel de kazanıyor. Ne anı ama...
Her neyse efendim, daha fazlası kitapta. Merak eden alır okur. Zaten 1950'lerde yazılmasına rağmen Türkçe'ye çevrilmesi ve basılması Marquez'in ölümünden sonra olmuş.
Bu arada kitabının adında geçen tamlamanın Doğu Avrupa'ya değil de Doğu Avrupa'da olmasını çok önemli buluyorum. Oryantalizme benzer bir bakış açısıyla kolların sıvanmadığını, sadece bu açıdan bakarak bile düşünebiliriz.
Neyse; son söz olarak, cevabını bildiğim bir soru bu kitap sayesinde bir kez daha güçleniyor: Çok gezen!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder