Çarşamba, Aralık 8

Gölgeler ve Suretler

 


Derviş Zaim, 1964 yılında Famagusta'da doğdu. Gölgeler ve Suretler ise 1963 yılının hararetli zamanlarında geçiyor. Yani Zaim herkesten daha çok aşina dönemi en iyi bildiği yolla anlatıyor.

İlginçtir ülke siyasetini çok derin bir noktadan işgal eden Kıbrıs sorunu, nedense sinemada ve hatta edebiyatta kendine çok fazla yer bulamamıştır. Gölgeler ve Suretler, bu açıdan önemli bir boşluğu doldurmaya çalışıyor.

Fakat tarihsel bir döneme ışık tutmanın yanına evrensel bir soruna da parmak basıyor. Çoğu zaman gündemimizde olamayan ama her zaman aklımızda olan bir problem. Şiddetin içinde kalırsak, nasıl hareket ederiz? Şiddete karşı bile olsak, kendimizi korumak için harekete geçmeli miyiz yoksa değerlerimize sadık mı kalmalıyız? Peki şiddet ortamı önümüze geldiğinde bu soruları akıl  süzgecinden geçirerek sormaya devam eder miyiz, yoksa 'düşman' paranoyası bizi fevri eylemlere iter mi? Bu soruların merkeze alınması, politik bir filmin ötesine geçiriyor Gölgeler ve Suretler'i.

Fakat işin sosyolojik ve politik gerçeğinden de uzaklaşmıyor. 1992 Kıbrıs doğumlu Hazar Ergüçlü (kendisinin 18 yaşındayken çektiği ve kariyerindeki ilk filmi) ve 1955 Lefkoşa doğumlu Osman Alkaş filmin başrol oyuncuları. Yani film her haliyle bir Kıbrıs filmi. Oyuncuların konuya ve projeye inandığı belli. Hatta Ankara doğumlu Buğra Gülsoy bile üniversiteyi Kıbrıs'ta okumuş. Yani oyuncular özenle seçilmiş. Fakat Kıbrıs şivesinin çok baskın olması, bizim gibi dinleyicileri biraz zor durumda bırakıyor. Zaman zaman altyazı isteğimiz bile oluşuyor.

Her oyuncunun Ada ile bir bağının olması, Ada'yı sadece, kafada dolaşan meseleye ait filmin hasbelkader mekanı olmaktan çıkarıyor. Gençliği temsil eden Hazar Ergüçlü (Ruhsar) ve yaşlı bir bakış sunan Osman Alkaş (Veli), karakterlerini çok saf bir biçimde sunuyorlar. Zaten film de öyle ilerliyor. Bir savaş dönemini anlatsa da dingin bir temposu var. İnsanı dinlendirdiğini söyleyemeyiz. Hatta zaman zaman gerginlik artıyor. Fakat olaylardan ziyade insanın içine giriyoruz. Kim haklı, kim haksız meselesine cevap aramıyoruz. Bu da popülist bir film olmaktan çıkarıyor. Duygu sömürülerine zaten girilmiyor.

Derviş Zaim filmleri böyledir zaten. Yönetmenin kim olduğunu bilmeden izleyince bile onun adını anmanız muhtemel. Tabutta Rövaşata'dan başlayan külliyat, biraz kısa kaldı ama her zaman üzerine daha güçlü tuğlalar koyarak ilerledi. Gerçi yine de birincisinin gönlümüzdeki yeri ayrı ama olsun.

Platon'un mağara metaforu filmin temeline oturuyor. Dönemin Kıbrıs'ını bir mağara olarak tasvir etmek, onun üzerine bir film inşa etmek ve bunu 2010'larda yapmak cesur bir iş.  50 yıldır çözülemeyen meseleye tam ortadan bakmak kolay değil.

Bu açıdan çoban Dimitri'nin repliği önemli bir yer teşkil ediyor. Türk ve Rumlar Ada'da bir centilmenlik anlaşması yapmak isterken Dimitri şöyle diyor: Bu işler geçer, yeter ki sonrasında birbirimizin yüzüne bakalım."

Dimitri'nin dediği olmuyor. Adanın tam ortasına sınır çekiliyor ve kimse kimsenin suratına bakmıyor artık. Bir yandan da tecrite uğrayan bir halk var. Onlar da mağaradan dışarı çıkmakta zorlanıyor.

Hoş ve kaliteli bir film. Türk sinemasının son dönemdeki her iyi örneği gibi, bu da kıyıda köşede kalmaktan kurtulamıyor. Biz dahi 11 sene sonrasında izleyebildik.

Bu arada film müzikleri de pek bir hoş. Özellikle sık sık çalan bir melodi vardı, Kalbimdeki Deniz'e çok benziyordu. Ya da ''Aramıza çizildi bu mavi duvar'' sözünden dolayı serbest çağırışım yaptı.

Hiç yorum yok: