Çarşamba, Aralık 29

Kağıttaki Notlar

"Oyuncularımdan geride hücumu başlatmalarını istiyorum. İnsanlar da bana 'Bunu talep etmekten korkmuyor musun?' diye soruyorlar. Dürüst olmam gerekirse, bundan korkmamı gerektirecek bir deneyimim yok. Kapalı gişe San Siro'nun önünde kalecimden top alıp oyun kurmadım ki! Maçları izlerken kağıda, tahtaya aldığım sayısız notu sahaya yansıtmaya çalışıyorum."

Francesco Farioli bu röportajı Socrates'in Kasım sayısına verdi. Yani Ekim ayında bu cümleleri kullanmış olmalı. Bense Aralık ayında röportaja denk geldim. Cümleyi okuduğum anda kafamda bazı düşünceler çarpıştı. Bu cümleden ne anlamalıydık?Çok fazla fikre davet eden bir paragraf vardı önümüzde. Teori ve pratik karşı karşıya... Peki hangisi ağır basar?

Soruların hiçbirine net cevap bulamamışken o günün akşamında Karagümrük'ün Farioli ile yolları ayırdığı haberi geldi. Ekim ayının en parlak ismi, Kasım ayında adı Beşiktaş ve Fenerbahçe ile anılan genç teknik direktör, Aralık ayında işsiz kalmıştı.

Süleyman Hurma sonrasında yaptığı açıklamada hocası hakkında çıkan transfer haberlerinden rahatsız olduğunu dile getirip, ayrılık kararını bu gelişmelere bağlamıştı. Fakat son yedi maçında sadece bir kez kazanmış takımın istatistikleri sezon başındaki gibi olsaydı (ilk 10 haftada 2 yenilgi ve 19 puan) birliktelik devam ederdi sanki.

O zaman sahanın içine biraz göz atmakta fayda var. Esasında Karagümrük'ün oyunu hakkında ufak eleştirilerimizi Galatasaray maçının ardından yazmıştık. O yüzden bu büyük parçayı es geçeceğiz ve Farioli'den alıntı yaptığımız cümlelerden devam edeceğiz.

Farioli, 19 yaşında futbolu bırakan ve o yaştan sonra antrenörlük eğitimi almaya başlayan bir kaleci. Yani futbolculuk geçmişi çok kısa. Zaten yeni dönemin modası olan 'genç teknik direktörler'in hayat hikayesinde bu tip geçişler söz konusu. Ya yetersiz oldukları için ya sakatlandıkları için ya da paraya ihtiyaçları oldukları için futbola erken veda ediyorlar. Saha içini, son 90 yılda büyük sahnede görülen teknik direktörler kadar deneyimlemiyorlar. Tabi ki "Jokey olmak için at olmak gerekmiyor" diyen Arrigo Sacchi ve Jose Mourinho gibi çok başarılı örnekler de çıkmıştı. Bundan sonra da çıkacak, hatta Farioli de onlardan biri olabilir. Fakat kariyerlerinin başında oyunun iki yönünden birine daha fazla ağırlık veriyorlar; yani duyguya değil teoriye...

İlginçtir; bu antrenörler genel olarak oyuncularına karşı fazla talepkâr oluyorlar. Tabi ki bunu diktatörlük seviyesine taşımıyorlar; en azından son dönemdekiler... Fakat istekleri, kafalarındaki modele fazla bağlanmayı da beraberinde getiriyor.

Daha çok bir mimar gibiler. Harika işler çiziyorlar. Kağıda her ayrıntıyı aktarıyorlar. Kağıda bakan biri bile, daha eserin kendisini görmeden heyecan duymaya başlıyor. O kağıtta her detay düşünülüyor. Fakat mimar, işçilerin o yapıyı kolayca yapacaklarını ve işin zor kısmının geçildiğini düşünüyor.

Bir de sahada çalışan mühendisler var. Onlar yağmurda inşaatın duracağını, soğukta yavaşlayacağını, maaşını alamayan işçinin yavaşlayacağını, baskının panik yaptıracağını, istimlak edilecek arazinin mahkeme sürecinin uzayacağını bilirler. Belki mimarlar kadar muhteşem projeler üretemezler. Yoktan var edemezler. Fakat işin nasıl ilerleyeceğini iyi bilirler.

Farioli'nin yukarıdaki açıklaması ve pas oyunundaki ısrarını düşünce, bu ayrım kafamda daha da belirgin hale geliyor. Pas oyununa sadık olmak bir yerden sonra düşük tempolu maçları, bir sonraki noktadan sonra da pas hataları nedeniyle yenilen golleri ve kaybedilen puanları beraberinde getirdi. Farioli için bunlar belki de çok önemli değildi. Yol kazaları olarak defterine işlemiş olabilir. Fakat kaybeden veya hata yapan futbolcunun aynı oyuna aynı şevkle sahip çıkamaması da bir gerçekti ve belki de o bunu göz ardı etti. Kötü gidişi durduramamasını belki de buradan okumak gerekir.

Aslında benzer bakış açısına oyunu yorumlayan bazı isimler de sahip. FM kuşağının hem sahaya hem de saha dışına inmesiyle artık futbolculardan kusursuzu talep eden bir anlayış ortaya çıktı. Daha da ötesi, futbolcuları bu kusursuz yapıyı inşa eden işçiler olarak düşünmeye başladık. Bir zamanların sanatçıları, artık Mısır piramitlerini yapan yüzlerce köle gibi görülüyor... Teknik direktörler ise piramit düşüncesini akla getiren firavun veya uzaylılar...

Oysa bu oyunun en temel ve en öndeki aktörleri futbolcular. Onların da bazı duyguları var. Üstelik nabzın arttığı yerde o duygular çok daha baskın hale gelir. 

En basitinden futbolcular topu sever, zira oyunun temelinde top vardır. O nedenle oyuncularını topun arkasında durmaya ikna eden hocalara hayranım. Öte yandan topla kötü bir şey yapmak da çok büyük özgüven kaybıdır. Pas hatası, top kaptırmak, çalım yemek veya gol kaçırmak... En iyi yaptığın işte, çocukluktan beri yaptığın işte, paranı kazandığın işte en basit görüleni yapamamak... Üstelik bir de bunların devamlı olursa... Oyuncularda çok ciddi mental yaraların oluşması işten bile değildir.

Faroli'nin San Siro'da deneyimlemediği için rahat olduğu yer tam burası. Gerçi 19 yaşına kadar futbol oynamış olması bile önemli bir deneyim. Bu satırların yazarında öyle bir tecrübe dahi yok. Mahalle arasında, halı sahalarda veya seyircisiz turnuvalarda oynanan maçlar, İtalya 6.Ligi'nde oynanan iki sezonun yerini tutamaz. Fakat kağıda fazlasıyla odaklanmak da, yaşanan deneyimlerin hafızadan çıkmasına yol açabilir.

Uzayan yazının sonunu getirelim. Satır aralarında bahsettiğimiz şeyin dışına çıkmayacağız. Bu oyunun aktörleri futbolculardır. Ve oyun, insana dair bir oyundur. Haliyle hisleri gözardı etmek ve sahaya kağıtlar üzerinden bakmak başarının önüne konulan engellerdir.

Üstelik insan bazen engelleri, kendi yoluna kendisi koyar...

Hiç yorum yok: