Salı, Aralık 28

Capitalism: A Love Story

 


Michael Moore bir belgeselci mi? Sanki daha çok bir komedyen.

2008 krizinden sonra yaşananları derlediği Capitalism: A Love Story, dramatik altyapısına rağmen oldukça eğlenceli işleniyor. Tabi vurucu olma özelliğini kaybetmeden.

Bundan en önemli pay tabi ki Moore'a ait. Provokatif tarzını zekasıyla birleştiren Moore'u birçok eylemde görüyoruz. Ekonomik krizi din adamların soruyor, Wall Street'in önüne zırhlı kamyon dayayıp halkın parasını istiyor, hatta en sonda mekana tekrar uğrayıp meşhur binanın önüne olay yeri bandı çekiyor.

Bunlarla sınırlı kalmıyor. Olayın özünde yatan Mortgage skandalının mağdurlarıyla, ek iş yapmak zorunda kalan pilotlarla, banka soymayı aklından geçirdiğini itiraf eden bir borçluyla (bu kişi bana Hell or High Water'ı hatırlattı), kavga ettikleri için özel ıslahevlerinde bir yıl geçirmek zorunda kalan gençlerle konuşuyor.

Aslında Moore, bu çatışmalı konusuna rağmen bir taraf tutmuyor. Daha doğrusu kapitalizmi yerin dibine sokarken, karşısında duran sosyalizmden övgülerle bahsetmiyor. Tabi ki sol öğeler çok fazla. Fakat filmin birçok yerine kullanılan Enternasyonal'in caz versiyonu bize bir şey işaret ediyor. Moore, daha çok Amerikan tarzı bir 'sol'dan bahsediyor. Onu da 'demokrasi' olarak adlandırıyor.

Krizin 2008'de patlak vermesi ve belgeselin 2009'da çekilmesi önemli bir detay. Böylesine hassas bir konu için hızlıca reaksiyon almak kolay iş değil. Üstelik aradan geçen 12 senede güncelliğini korumayı da başarıyor. Sadece son kısmının biraz fazla iyimser kaldığını söylemek gerek.

Barack Obama, belgeselin 'kurtarıcı kahraman'ı rolünde. 2008 yılında ilk kez seçilen Obama, birçok noktada umutla beklenen kişi olarak gösteriliyor, seçilmesi sevinçle karşılanıyor ve zaten sonrasında da sözler sona eriyor. Geriye dönüp baktığımızda icraat kısmında da Obama'nın çok başarılı bir ekonomi politikası geliştiremediğini söyleyebiliriz. Zaten amacımız Obama eleştirisi yapmak da değil. Fakat Moore'un çok fazla uçlara gitmediğini söylemek gerek. Zaten belgeselin bir noktasında söylediği "Böyle bir ülkede yaşamak istemiyorum. Ve bu ülkeyi terk etmeyeceğim" cümlesi çok anlamlı duruyor. Yani o zaten bir 'devrimci' değil, böyle bir kaygısı yok. Sadece dönüşüm ve değişimden yana.

Zaten Amerikan toplumuna (ve hatta tüm halklara) yapılan bir belgeselin güncel siyaset ve temel tartışma noktaları üzerinden gitmesini anlayabiliriz. Hak da veriyoruz. Bu bağlamda değerlendirince takdir de ediyoruz.

Özgür Demirtaş'ın son bir ayda hayatımıza soktuğu 'finansal okur-yazarlığı düşük olan kitleler'in anlayabileceği bir yapım olmuş. Hatta Moore'un, 'türev araçları' gibi bizim anlamadığımız kavramları gidip Wall Street'teki kravatlılara sorması ve açıklayıcı bir yanıt alamaması da belgeselin amacını ve kimler için hazırlandığını gösteren bir sekans olarak yerini alıyor.

Yani esasında iyi bir politik belgesel değil, daha ziyade çok sağlam bir ekonomi belgeseli.

Filmle ilgili ilginç bir not. Moore, belgeseli yayınladıktan sonra Amerikan halkının siyaset kurumuna bir tepki göstermesini bekliyor. Yani halkın sokağa çıkması ve protesto gösterileri yapmasını istiyor. Hatta  gerçekleşmezse bir daha film çekmeyeceğini ifade ediyor. Moore'un film çekmesi için değil tabi ama tam da Moore'un filminden çıkılan yolla 2011 yılında Wall Street işgal ediliyor. Moore da yeni belgeseller için kolları sıvıyor.

Öte yandan filmin evrensel boyutunun ne kadar güçlü olduğunu kendi gündemimize bakarak da anlayabiliriz. Anlatılanlarla kendi hikayemiz arasında paralellikler var. Emlak krizi zaten her daim bahsedilen bir benzerlik olmuştu. Öte yandan Merkez Bankası'nın içinin boşaltılması ve izlenen 'gizli' yollar bize uzak değil.

127 dakika kimileri için uzun bir süre, finans kimilerine göre sıkıcı bir konu, belgesel kimileri için rağbet gösterilmeyen bir tür... Fakat Moore 127 dakikada finans konulu eğlenceli bir belgesel çekmiş. Dolar her yükseldiğinde, enflasyonun her arttığı ayda; yani sık sık izlenir..


Hiç yorum yok: