Yakın dönemin Oscar adaylıklarına çok fazla ilgi göstermiyorum. Sadece 'Yabancı dilde en iyi film' dalını merakla bekliyorum. Bu ilgisizliğimin nedeni ödülü küçümsemem değil. Sadece bu kadar çok konuşulan bir konuya dair o kadar bilgim olmamasından. Aday filmlerin çoğunu o sene içinde izlemiyorum. Haliyle kimin kazandığı da o anda beni ilgilendirmiyor. Bir eski kafalı olarak Marvel ürünleri ödüllendirilmesin bana yeter...
2017'de de benim için aynı durum geçerliydi. Birkaç filme aşinaydım. Moonlight'ı izlemiştim. La La Land'ı izlemeden sevmemiştim. Manchester by Sea'yi izlemeden (hâlâ izlemeden) sevmiştim. Geri kalan adaylara bakmadım bile. Hell or High Water onlardan biriymiş. Üstelik filmi izlerken bu bilgiye de aşina değilim.
Gerçekten Oscar kazanabilir miydi? Açıkçası o kadar güçlü bir film değil. Sinema tarihine bir yenilik de katmıyor. Fakat çok iyi film. Beklenti yaratmamış olmasının bir etkisi var mıdır emin değilim. Fakat bir gerçek var ki; izlerken çok keyif aldım. Her ne kadar zayıf bir Oscar yılında en iyi film seçilememesi normal olsa da adaylığı sevindirdi. Üç sene sonra...
Ne görüyoruz filmde? Kovboylar, banka soygunları, Kızılderililer, Meksikalılar, kanun adamları, takipler, kovalamacalar... Böyle sıralayınca sanki bir Western beklentisi oluşuyordur. Fakat film 21. yüzyılda geçiyor. Bir 21. yüzyıl Western'i diyebiliriz. Fakat bu sefer o eski figürleri başka şekillerde görüyoruz. O geçmişin kanyonlardan süvarilere ok fırlatan Kızılderilileri artık birer devlet memuru... 150 yıl öncesinin yalnız ve bıçkın kovboylarını ise bankalara Mortgage ödüyor. At izi it izine karışmış gibi duruyor ama zaten artık atlar da yok. Dört çeker arabalar filmde kasabadan kasabaya cirit atıyor.
Bu ilgi çekici senaryoyu yazan Taylor Sheridan son yıllarda beğeni toplayan işlere imza atıyor. Filmleri radarıma girmişti, ilk defa izleme şansına eriştim. Hikaye boyunca, oluşturduğu karakterlere 'iyi-kötü' ayrımı yapmaması beni çok sevindirdi. Filmde 'suçlu'lar var ama onlara tamamen 'kötü adam' diyemiyoruz. İnsanları zor durumda bırakan, suça iten, hatta şiddete yakınlaştıran bir sistem tasviri yapılıyor ama o korkunç sistem de kolaycı bir bakış açısına kaçılarak her noktada karşımıza çıkmıyor. İnce ince aralara sokuluyor, eleştiriler ayarında geliyor.
İskoç yönetmen David Mackenzie filmin altından kalkmış. 150 yıldır sinemada işlenen bir konuyu yeniden ele almış ve kamerasıyla farklı bir bakış açısı getirmiş. Bir yandan senaryoyu işletirken diğer yandan yeni dönem 'Vahşi Batı'yı göze parmak sokmadan, hatta repliklerle dikte ettirmeden tasvir ediyor. Yani filmin sosyolojik çıkarımlarını, senaryonun sırtına yüklemeden kendi bakış açısıyla yediriyor. Aksi halde bir aksiyon filmi için düşük tempolu sayılabilecek 100 dakika, 'sıkıcı' sınıfına girebilirdi.
Ayrıca oyuncuları da çok iyi hazırlamış olsa gerek, çünkü onlar da iyi işler çıkarmışlar. Jeff Bridges Oscar adaylığını hak edecek bir performans sergiliyor ama onun artık bir ihtiyar olduğunu görmek ve 71 yaşında olduğunu hatırlamak biraz moral bozdu. Partneri Gil Birmimgham oldukça ilgi çekici. Ben Foster ve Chris Pine ikilisi de filme büyük katkı veriyor. Özellikle Chris Pine gibi birinden bu kadar başarılı bir performans beklemezdim. Kariyerinin tamamına hakim değilim ama kariyerinin en iyisi gibi duruyor...
Fakat ne olursa olsun bu tip filmlerin en güçlü unsuru müzikler oluyor. Daha doğrusu böylesine derinlikli bir Western yapacaksanız, Nick Cave ve Warren Ellis'ten faydalanacaksınız. İkili The Proposition'da ve The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford'da da beraberlerdi. İkisinde de müziklere hayra olmuştum. Kesinlikle filme çok fazla katkı sağlıyorlar. Bu filmi izlerken onların olduğunu bilmiyordum ama izlerken (ve dinlerken) kendi kendime bir 'Acaba?' sorusu sordum ve yanılmadığımı öğrenince çok mutlu oldum.
Fakat en çok da filmi izleme şansına sahip olduğum için mutlu oldum. Yoksa arada kaybolup gidecekti. Belki 10 sene sonra izleyecektim. Güzel oldu. Açıp ara ara tekrar izlenecek kalitede bir film... Bize bunlar lazım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder