2010 yılı... Oscar'ı kazananlar açıklanıyor ve Kathryn Bigelow en iyi yönetmen seçiliyor. Onun adına çok sevindiğimi hatırlıyorum. Ödül almasını sağlayan filmi, The Hurt Locker'ı izlemesem de, izlediğim en iyi filmlerden biri olan Strange Days'in (1995) yönetmeninin 15 sene sonra ödül alması beni mutlu etmişti.
Zaten 2010 Oscar adayları da çok tatmin edici değil gibiydi. Avatar en popüler yapımlardan biriydi ve ben mesafeli durduğum bu filmin ödül almasını istemiyordum. "Kim alırsa alsın, yeter ki Avatar almasın" derken aradan The Hurt Locker ve Bigelow çıktı. Bigelow ayıca Oscar kazanan ilk kadın yönetmen de oldu. Yüksek bütçeli Avatar'a sırtını dayayan eski kocası James Cameron'ı geçmesi de ayrıca güzel oldu.
Fakat dokuz sene aradan sonra izlediğim The Hurt Locker beni şaşırttı. Kötü film değil. Hatta American Sniper'ın aday olduğu yerde ödül alması şaşırtmazdı. Fakat o çok eski yılların kazananlarını düşününce The Hurt Locker'ı zayıf bulmamak mümkün değil.
Yine de ödüllendirilmesine sevindim, zira benzerlerinden ayrılan kısımları çok fazla. Basit bir savaş/ aksiyon filmi değil. Bir heyecan fırtınası göremiyoruz belki ama gerilim had safhada. Zaten böylesi daha iyi. Sadece bir grup askeri kullanarak savaşın tüm sertliğini hissedebiliyorsunuz. Bunu çekim yöntemi ve kamera kullanımı güçlendiriyor. Omuzda titreyen el kameraları, izleyiciyi ortamın içine atıyor. Bazen kurmaca bir filmin heyecanını yaşarken, bazen de bir belgesel merakı taşıyorsunuz. Bunların hepsi yönetmen başarısı. Üstelik 90'larda çok 'ateşli' aksiyon filmleri çekmiş bir yönetmenin bu sefer tarzını değiştirip, hatta belki de biraz deneylere girmesi ve bunun sonucunda Oscar heykelciği kazanması kıymetli bir başarı hikayesi gibi duruyor.
ABD'de de hikayeler bitmiyor tabi. Bir zamanın Vietnam filmleri gibi, artık Irak filmleri var. Tabi tarihsel ve toplumsal bazda baktığımızda iki savaşın farklı noktaları var. Bu sinemada çıkan ürünlere de yansıyor sanki. Vietnam filmlerinde daha fazla aksiyon ve kavga görürken, çölün ortasına giden ve kendi ülkelerinde çok fazla haber bile olmayan Irak filmleri daha bireysel hikayelere eğiliyor. Bu filmde de birçok ilginç, yitik ve kopuk karakterler karşımıza çıkıyor.
Tabi bu karakterlerin ABD askeri olması ve ne olursa olsun gerçekte ABD'nin Irak'ta bir işgalci olması bizim filmle bağ kurmamızı biraz zorluyor. Zaten karakterler de bağ kurmanın mümkün olmadığı tipler. Sadece sivil yaşamdaki toplumsallıktan kopuk olduğu için askeri düzene dahil olmuş karakterler değil; aynı zamanda askeri düzenin zorunlu kıldığı birlikteliği ve disiplini de reddeden insanlar... Bu karakterlerden bir ABD propagandası çıkar mı? Bunu iddia edenler vardı. Fakat herhalde milliyetçi ABD toplumunun en vatansever insanları, cephede savaşan askerlerinin bu halde olduğunu bilmek istemez herhalde... Zaten Oscar tarihinin en düşük gişe yapan kazananı olmuş. Herhalde propaganda hedefi olsaydı biraz daha ilgi çekerdi...
Yapılan eleştirilerin aksine filmde bir ABD propagandası olduğunu düşünmüyorum. Tabi ki eleştirel ve muhalif bir tarafı da yok. Zaten öyle bir iddiası da bulunmuyor. Artılarından biri de bu. Sadece savaşı anlatıyor ve bunu da sadece savaşan karakterler üzerinden kuruyor. Hatta filmde gördüğümüz yaralı, topal kediler veya mermi izleriyle dolu binalar, ya da savaşı kanıksamış yerli halk da fazla yer kaplamadan bizi sarsmaya yetiyor. Filmin büyük bir kısmında Irak-ABD savaşını, işgalini, sebeplerini, siyasetini, mesajlarını değil, daha çok herhangi bir cephedeki bir bölük askerin yaşadıklarını gergin bir atmosfer eşliğinde izliyorsunuz.
Yapılan eleştirilerin aksine filmde bir ABD propagandası olduğunu düşünmüyorum. Tabi ki eleştirel ve muhalif bir tarafı da yok. Zaten öyle bir iddiası da bulunmuyor. Artılarından biri de bu. Sadece savaşı anlatıyor ve bunu da sadece savaşan karakterler üzerinden kuruyor. Hatta filmde gördüğümüz yaralı, topal kediler veya mermi izleriyle dolu binalar, ya da savaşı kanıksamış yerli halk da fazla yer kaplamadan bizi sarsmaya yetiyor. Filmin büyük bir kısmında Irak-ABD savaşını, işgalini, sebeplerini, siyasetini, mesajlarını değil, daha çok herhangi bir cephedeki bir bölük askerin yaşadıklarını gergin bir atmosfer eşliğinde izliyorsunuz.
Sevmeme, beğenmeme rağmen ve hatta Oscar kazanmasına rağmen daha iyisi de çekilmişti aslında. Yine Körfez'de savaşan bir grup ABD askerini anlatan Jarhead, The Hurt Locker'dan daha güzel ve daha sağlamdı. İki film arasında sadece üç sene olunca, insanın aklına takılıyor? Belki de ekip, Jarhead'i izledikten sonra gaza gelip ilham aldı... İki filmde de rol alan Brian Geraghty için bir alkış alalım o zaman. Fakat bu koca yazıda da Jeremy Renner'ın adını anmamak olmazdı. Jeff Bridges olmasa belki de o sene Oscar onundu...
1 yorum:
gerizekalı bir sjw'dan zaten bu beklenirdi. avatar gibi öyle ya da böyle sinemada devrim yapmış ve tamamen barışçıl mesajlar veren bir film yerine işgalci abd askerlerini güzelleyen, benzer bi yerli film gördüğünüzde militarizm ühühü diye yazı yazacağınız, oscarı'ı tamamen yönetmeni kadın diye alan bir yapımı tercih etmek. oscarı bu alsın niye yönetmeni kadın. keşke bi de siyahi ve eşcinsel olsaydı. sjw'lar ne olur yok olun bu dünyadan ya.. kızılderili meselesi dahil abd'ye çok konuda ince ince geçiren avatar'ın oscarı çalındı o gün zaten oscarların cenazesi kalktı.
Yorum Gönder