Cumartesi, Ocak 4

Hachikô Monogatari


Hachi-ko hemen hemen herkesin bildiği bir köpek. Filmi (daha doğrusu filmleri) izlemeyenler bile konuya aşinadır. Konuyu bilmeyenleri de şuraya alalım. Yaşanmış bir hikaye olduğu için filme ilgili bir bilgi vermiş sayılmayız herhalde. Ne de olsa dünya tarihinin en ünlü köpeklerinden birinden bahsediyoruz.

Önce işin sinema kısmına girelim. Olay Japonya'da geçtiği için, Hachi'nin hayatını beyaz perdeye ilk aktaranlar Japonlar oluyor. Sene 1987. Bu filmin IMDB puanı 8.1...

Aradan 22 sene geçtikten sonra olaya Hollywood'da kayıtsız kalmıyor. Avrupa'da, Latin Amerika'da ve Uzakdoğu'da tutmuş  hemen hemen tüm filmleri kopyaladıkları gibi Hachi-ko'yu da uyarlıyorlar. Richard Gere uzun kariyerinin son döneminde bir köpeğe yardımcı oyunculuk yapıyor. İlginç olan; bu filmin de IMDB puanı 8.1.

Bir tercih yapmak gerekiyordu. Ben de "Her şeyin ilki, orijinali güzeldir" diyerek Japon versiyonunu izledim. Hata mı yaptım emin değilim, sonuçta ABD versiyonunu izlemedim. Fakat tercih yaparken gereksiz bir kaygıya kapıldığımı düşünüyorum. Zira sonuçta bu kurgusal bir film sayılmaz. Hachi'nin öyküsü artık dünyaya malolmuş, adeta evrensel bir efsaneye dönüşmüş durumda. O nedenle ABD'lilerin bu sefer öyküyle çok fazla oynayabildiklerini sanmıyorum. Hatta belki de onların teknolojisi ve imkanlarıyla yapılmış filmi izlemek daha güzel olabilirdi.

Bu demek değil ki Japon versiyonu başarısızdı. Ortada, Kanal 7 sinema ekibi bile çekse insanı duygulandıracak bir öykü var. Sanırım o nedenle izlediğimiz sinema açısından değerlendirmek çok gereksiz kaçar.

İnsan, zaman ilerledikçe, çağlar geride kaldıkça sadakat duygusuna daha da muhtaç kalıyor. 20. yüzyıl bu boşluğun en derinden hissedildiği dönem olabilir. O nedenle bu olay, tüm dünyayı yaklaşık 100 yıldır duygulandırmaya devam ediyor.

Hachi'nin öyküsünü kime anlatsak veya kimle filmi tartışsak hemen "Ya bizim mahallede de X öldüğünde ķöpeği şöyle yaptı" tarzı bir ekleme geliyor. Mesela benim de aklıma hemen Emiliano Sala'nın köpeğinin fotoğrafı geliyor ki; o günlerde de içimiz cız etmişti.

O nedenle aklıma şöyle bir soru geliyor. Biz bu fotoğraflara bakarken, bu öyküleri dinlerken tam olarak neler hissediyoruz. Acaba köpeklere mi üzülüyoruz yoksa ölenlere mi? Kalmak mı zor ölmek mi? Sanki ikincisi gibi geliyor bana. Zira ölen, öldüğü için bir vedalaşma halinde. Dünyadan, sevdiklerinden, köpeğinden ve her şeyden. Her ölen insan; köpeği olsun  veya olmasın, çok sevilsin veya az sevilsin, ölerek bu dünyadan ayrılmanın dramını tadıyor. Bu hikayede de profesör bir gün derste ansızın kalp krizinden gidiyor. Beş dakika önce var, beş dakika sonra yok. Her ölüm gibi o da erken. Ve ama onun bu veda ritüeline bir ilavesi daha oluyor. Görüyoruz ki o bu dünyada gerçek sevgiyi tatmış şanslı insanlardan ama aynı zamanda o sevgiyi sonuna kadar yaşayamayan bir bahtsız...

İşin bir de bilimsel kısmı var. Gerçekten köpekler ve hayvanlar bu hisleri taşıyorlar mı? Yoksa Pavlov'un bize öğrettiği gibi sadece alışkanlıklarının peşinden mi gidiyorlar? Bunun cevabi bende yok. Sanırım dünyadaki insanların büyük bir kısmı da bu cevabı öğrenme niyetinde değil. Gördüğümüz sahneler, bizim en çok ihtiyacımız olan duygunun umudunu taşıyor. Bu dünyada saf sevginin mümkün olduğuna inanmak, bu dünyada kalıp o saf sevgiyi aramak için iyi bir neden.

Yani Hachi hüzünlü ve gözleri nemlendiren bir efsane olsa da aslında bir yandan da insana umut veriyor. Fakat diğer yandan ''insan sevdiklerinin acısını yaşamamalı'' dediriyor.

Sadakat ve sevgi daha çok köpeklerle özdeşleşir. Kediler ise biraz daha bireysel takılırlar. En azından genel kanı öyledir. Ben de buna inanırım. Fakat Hachi'yi izledikten birkaç ay sonra bir kediyle tanıştım. "Bir kedi sahiplendim" veya "bir kedi besliyorum" demek içimden gelmiyor. Zira onunla kurduğum ilişki beklediğimden çok farklı oldu. 

İnsan aslında bu tarz ilişkilerde çok ilginç anlar yaşamayı, unutulmaz anılara sahip olmayı beklemiyor. Hachi'nin sahibini metroya götürüp, akşamları onu beklemesi gibi küçük şeyler yetiyor. Dumbo da geceleri yatağa çıkıp ayağımın dibinde uyuyunca, veya bir şey almak için yere uzandığımda başıma bir şey geldiğini sanıp yanıma koşunca, ya da kolumun altına girince mırıldayınca benzer duyguları hissediyorum. Sanırım o da beni seviyor. Ne güzel bir his...

O zaman Hachi öyküsünün en ilginç ve hayret uyandırıcı kısmıyla bitirelim.

Sene 1924. Ve insanlar Tokyo'da işlerine metroyla gidiyor....

Hiç yorum yok: