Million Dollar Baby gösterime girdiğinde büyük etki yaratmıştı. Aradan neredeyse 15 sene geçmiş. Benim açımdan çok şaşırtıcıydı o etkileşim. Konusunu çok az öğrenmiştim. Zaten fragmanın ve afişleri de bir fikir veriyordu. Diyordum ki ''Öncekilerinin tıpkısının aynısı olan bir film neden bu kadar ilgi çekiyor?"
Önyargılı olmamayı zaman içinde öğrendim. Fakat hayat devamlı bana yeni tecrübeler sağlıyor. Million Dollar Baby, çok fazla tutan boks filmlerine yenisini ekleme ve "Hadi bu sefer de başrolü bir kadına verelim, öyle çekelim" çabasına ait değilmiş. Ben öyle sanıyordum.
Sinema ile spor ilişkisi çok sancılı olmuştur. Zira spordaki hikayeler ne kadar gerçek olursa olsun sinemaya aktarılınca bir soru işareti ile karşılaşılır ve "Bu kadar da olmaz" denir. Bir de futbol, basketbol, tenis gibi sporların çekimleri çok zordur. Bir çok futbol filminde, başroldeki muhteşem yetenekli çocuk topa düzgün vuramaz bile.
Fakat boks hepsinden ayrılıyor. Boksun metaforları, şiirselliği ve ayrıca ringin küçüklüğü ve her insanın en azından yumruk atmaya meyilli yapısı boks filmlerini öne çıkarıyor. Tabi bu sefer de, milyon tane boks filmi çekilince (o kadar futbol filmi yoktur) ayırt edici bir hikaye ve anlatım öne çıkmak zorunda. Yoksa devamlı 'dipten gelenin başarısı' (Rocky) veya 'zirvedekinin disiplinsizlikten dolayı çöküşü' (Raging Bull) temalı filmler ortaya çıkıyor.
Million Dollar Baby öyle değilmiş. Bir boks filmi demek de kolay değil. Tamam bir boks salonu, boks antrenörü ve boksör var. Ara sıra boks yapılıyor. Hatta bu boksör yavaş yavaş zirveye de çıkıyor ama o kadar... Zaten filmin saf boksla ilgili bölümleri biraz rahatsız edici. Tıpkı diğer spor filmleri için dediğimiz gibi, gerçeklikten uzak. 31 yaşındaki bir kadının bu kadar çabuk gelişim göstermesi akla mantığa sığmıyor. Veya Mavi Ay'ın diskalifiye bile edilmemesi.. Fakat bunlar, filmin genel derdini düşününce ayrıntı olarak kalıyor.
Film ilk başlarda Unforgiven'i çok hatırlattı. Eastwood ve Freeman yalnız adamlar. Hayatlarında radikal bir karar alıp bir kadının hayatını kurtarmaya çalışıyorlar. Müzikler bile benziyor. Sonlarda ise Mar Adentro'ya dönüyor. İnsanın zorlanarak izleyeceği bir 40 dakika... İlginçtir iki film de aynı sene vizyona giriyor ve aynı Oscar'da en iyi film ödüllerini alıyor.
Hilary Swank beğendiğim ve sevdiğim bir oyuncu değildi ama burada ben bile kaynadım. Eastwood yine üzerine düşündürecek bir iş çıkarıyor. Unforgiven'dan sonra burada da Oscar kazanıyor. İyi ki de kazanıyor. Efekte, görselliğe dayanmadan çekilen filmlerin ödüllendirilmesi hoşumuza gidiyor. Ayrıca Cumhuriyetçi Eastwood'un Amerikan rüyasını pataklaması da olukça şaşırtıcı ve takdir edilesi. Daha sonrasında Gran Tornio'da da (2008) benzerini yapmıştı ama işte tüm sempatisini American Sniper'da (2014) harcadı.
Yine de bu kadar çok Oscar alacak film midir? Bence değildir. Fakat filmi sevdim. Sevdiğim filmin de ödül alması hoşuma gidiyor. Sonuçta spor müsabakası değil. İyi oynayan değil, izleyicinin (yani benim) hoşuna giden kazanmalı...
Azim, pes etmeme, mücadele ve hepsinin sonunda başarma temalı filmleri severiz. Bu film de bir müddet öyle ilerliyor. O nedenle o süre boyunca aynı ezberde olmanın sıkıcılığını hissediyoruz. Sonrasında da yumruğu yiyoruz. Hayat her zaman filmlerdeki gibi olmuyor. Bunu biliyoruz zaten ve o yüzden bazen filmlere kızıyoruz. Fakat o gerçekliğin acısını bu sefer bir filmde görünce de yine hoş duygularla kalkmıyoruz koltuktan. Fakat en azından kandırılma hissi olmuyor içimizde. Sadece sert bir yumruk yemenin acısı kalıyor. Şikayetçi değiliz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder