Güney Kore sineması ile Türkiye sineması arasındaki benzerlikler malum. Biz de izleyici olarak bu benzerlikleri kullanan veya onlardan esinlenen yönetmenlere aşinayız. Yani şifreleri içselleştirmiş olmamız çok normal. Haliyle Kore sinemasından bir filme denk gelince içine girmemiz de kolaylaşıyor. En basitinden; drama yüklü bir filmin içine bolca mizah katmak önemli bir benzerliktir. Bunu dünyanın birçok ülkesinde göremezsiniz. Sanırım izleyici yadırgıyordur. Oysa Kore'de (herhalde) ve yakın dönemde Türkiye'de bu gayet anlaşılır bir duruma, hatta belki de kimliğe dönüştü. Bu demek değil ki kaliteler aynı. Film var film var, yönetmen var yönetmen var! Fakat koltukta adapte olmak kolaylaşınca önemli bir adımı atmış oluyoruz.
Güney Kore ile Türkiye arasında sinema dışında bir de toplumsal ve siyasi benzerlikler var. Klasik cümleyi hatırlayalım. "1986'da Türkiye ile Güney Kore ekonomisi birbirine benzerdi ama sonrasında Kore aldı yürüdü. Biz yerimizde saydık" denir sık sık. İşte Salinui Chueok, o 1986'da geçen bir film.
Aslında Güney Kore öyle bir anda, büyük bir coşkuyla ekonomik atılıma girmemişti. Veya öncesindeki ekonomik durgunluğun bir sebebi vardı. Ülke askeri rejim ile yönetiliyordu. Üstelik bizdeki gibi öyle 2-3 senelik sıkıyönetimler de değil. 1961'den 1988'e kadar süren bir rejim. İşte ne zaman asker çekiliyor, ülke demokratikleşmeye ve özgürleşmeye başlıyor ekonomide de ilerleme oluyor.
Oysa öncesinde sadece ekonomi değil, toplum da bir kaosun içinde. Film de o dönemi anlatıyor. 1986 yılında, ülke tarihinde yaşanan ilk seri katil vakası ana konumuz. Tabi hikaye anlatılırken, bir yandan da ülkenin yapısı arka planda bize eşlik ediyor. Üstelik birbirine çok paralel şekilde ilerliyor. Güney Kore'nin son yıllardaki siyasi gelişmelerine hakim olanlar için eşsiz bir film. Benim gibi sınırlı bilgileri olan biri bile keyif aldı.
Cinayetler var ama işkenceler, rüşvetler, yoksulluk da var... Sperm örneği bile alamayan, bunun için numunesini ABD'ye göndermek zorunda kalan bir ülke, seri katilini nasıl bulacak?
O teşkilatın iki polisi, bu filmde baş rolde. Esasında gerçekte; olayı araştıran polisler onlar değil. Fakat yaratılan karakterler filme büyük bir anlam katıyor. Oyunculuklar da harika olunca tadından yenmiyor.
Film ilk başlarda, hatta son çeyreğine kadar benim için basit bir polisiye filmi gibi ilerliyordu. Fakat son anda bambaşka bir seviyeye geçti ve çok beğendiğim bir filme dönüştü. Sonu; daha doğrusu sonucu, birçok polisiye filmden çok farklı ve bu nedenden dolayı sinemanın ezberlerine alışmış insanlar için zorlayıcı olabilir. Fakat bunun da bir nedeni var. Hem gerçek hikaye ile paralel ilerliyor, hem de yönetmen ve senarist Joon-Ho Bong bizi sonuç alma kaygısından, somutluğa duyulan muhtaçlıktan uzaklaştırıyor. İki saat boyunca öyle vurgular yapılıyor ki en sonunda "Eee neymiş yani?" sorusu anlamsız kalıyor.
Bütün bunları toplayınca filmi saygıyla karşıladım. Yine de IMDB'nin en iyi 250 filminden biri olmasına katılmadım ama izlerken, hatta en çok son sahne ve son replik (çok önemli) bittiğinde çok keyif aldım.
1990'lardan hatırlarım; Türkiye'nin çalkantılı ve karanlık yılları yaşanırken ana haber bültenleri bir yandan da Güney Kore'de yaşanan sokak olaylarından haberler verirdi. Öğrenciler, işçiler, memurlar devamlı sokaktaydı ve polisler de şiddete başvururdu. O günler Koreliler için yeni başlayan iyi günlermiş aslında, bir de o yılların öncesi varmış.
27 uzun yıl; filmde de olduğu gibi, devamlı tatbikatlar, karartma geceleri ve sokağa çıkma yasaklarıyla geçmiş. Biraz kafasını kaldıran, sorgulayan, protesto eden olduğunda kafasına askerin ve polisi tekmesini yemiş. Yani ülkenin kendisi ve atmosferi depresif olmaya oldukça müsait. İşte böyle bir ortamda seri katilin kim olduğu ne kadar önemli olabilir ki?
Sinemaya biraz ilgisi olan herkes tarafından izlenmeyi hak ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder