Paterno, Amerikan spor tarihinin en başarılı koçlarından biri olan Joe Paterno'nun kariyerinin ve hayatının son yıllarını anlatıyor. Sadece bir biyografi olarak bakamayız tabi, zira aynı zamanda bir skandalın perde arkasını da aralıyor.
Paterno, uzun yıllar boyunca Penn State Üniversitesi'nin amerikan futbolu takımını çalıştırmıştı. Çok yüksek bir galibiyet yüzdesine sahipti. Bir gün yardımcısı Jerry Sandusky'nin bir öğrenciyi taciz ettiği ortaya çıkar. Devamında Paterno'nun da görevine son verilir. Bu da bazı tartışmalara yol açar.
Paterno bir tacizci değildir. Kimilerine göre üniversite kendini temizlemek ve kurtarmak için onu günah keçisi olarak seçer. Kimilerine göre de yardımcısının yaptıklarını umursamaması ve işine bakması onu aklamaz. O yüzden de günahların üstünü örtmekle suçlanır. Yani susan dilsiz şeytan rolü biçilir. Özellikle üniversite öğrencileri ilk sınıfa dahil olur. Ulusal medya ise ikinci sınıfa daha çok yer verir. En azından filmden anladığımız bu...
Biz ise bu konuda biraz mesafeliyiz, çünkü konuya çok hakim değiliz. Elimizde sadece bir film var. Filmden sonra biraz araştırma da yaptım tabi ama yine de bir taraf seçme konusunda kararsız kaldım. Film ise fena değil. Spotlight'ın televiyon versiyonu diyebiliriz. HBO tarafından çekilmiş. Vasatın üzerine çıkamayan televizyon filmlerinin yanında iyi kotarılmış.
Başrolde Al Pacino'yu izliyoruz. Any Given Sunday'den sonra bir kez daha amerkan futbolu sahasında. Yönetmen koltuğunda ise Barry Levinson var. Bu isimlerden daha iyi bir ürün çıkabilirdi belki ama televizyona film çekmenin farklı dinamikleri olduğu bir gerçek. İzlerken, sanki nereye reklam kuşağının geleceği, nerede temponun artacağı önceden ayarlanmış, film de bu bilgilerin ışında yazılmış ve çekilmiş gibi hissettim. İletişim fakülteleri bu konuda bir kıyaslama yapmışlar mıdır merak ettim. Zira sinema filmi ile televizyon filmi arasında muhakkak bazı farklar olmalı.
Öte yandan birçok 'taciz-skandal' temalı filmde kurbanlara odaklanılır. Veya seri katiller sinema filmlerine özne olur. Burada ise olayların dışında kalan, sadece işine odaklanan veya kafasını kuma gömen bir adam öne çıkıyor. Onun hayatının son anında yaşadığı çelişkileri, buhranları, geriye dönerek aklına gelen parçaları izliyoruz. Açıkçası bu bakış açısı benim hoşuma gitti. Bir değişiklik oldu. O rolde de Pacino'nun olması ilgi çekici kıldı.
Al Pacino alıştığımız kadar muhteşem değil ama standartın üstünde. Ayrıca gerçek Paterno'ya çok benzemiş. Bu arada Pacino kadar iyi olan, hatta belki de beklentilerin üzerine çıktığı için daha çok alkışı hakeden biri varsa da, o da Riley Keough.
Filmin sonunda bir telefon konuşması var. Bir kişi muhabiri arıyordu. Acaba Paterno'nun oğlu mu diye düşündüm. Bu da koltuktan kalkarken kafada sorular oluşturması nedeniyle filme bir artı daha katıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder