Survivor yayına ilk başladığı günden beri her zaman eleştirilen bir program oldu. Önce bir rating tuzağıydı, sonra militarizm ve milliyetçilik soslu oldu (Türkiye-Yunanistan), ardından fanatizm (Galatasaray-Fenerbahçe) işin içine girdi. 2010'dan sonra ise bambaşka bir seviyeye çıktı ve bunun altında da Acun Ilıcalı'nın parmağı vardı. Fakat bu seviye değişimi de eleştirileri azaltmadı, hatta daha da yüksek sesle çıkmasına neden oldu. Artık Ilıcalı etkisiyle yavaş yavaş başka -izm'lerin pompalandığını iddia edenler vardı. Haksız da sayılmazlardı ama televizyonculuk başarısını da görmezden gelmemek gerekirdi.
Eleştirenlerin bir kısmının kendi hayat tarzlarına göre haklı gerekçeleri vardı. Mesela televizyon programlarına ve televizyon kültürüne mesafeli duranlar için; Survivor en sevmeyecekleri program türüydü. Uzun sürüyor, etki alanı genişliyor, halkı oyalıyor, SMS ile para tuzağına bile dönüşebiliyordu. Bu grup bir yana, bir de siyasi olarak da Acun Ilıcalı’nın aldığı tavırlardan, (belki de daha doğru ifadeyle alamadığı tavırlardan) rahatsız olan ve bu sebeple programa yarı bir boykotla uzak duran bir grup oluştu. Tartışılabilecek ama aynı zamanda da anlaşılabilecek bir boykot türü. İki gruba da dahil olmamama rağmen, iki grubun da düşüncelerini anlamakta zorlanmıyorum, hatta dönem dönem hak da veriyorum. Fakat son dönemde yeni bir grup daha çıktı. Futbolla haşır neşir olanların, futbolu ve futbolcuları çok sevenlerin programa ve katılanlara dair tepkileri yükseliyor. Bazı yerlerde okuyorum bu tip serzenişleri. Bu tepkinin en başında da İlhan Mansız gibi bir figür/kahraman geliyor. Onun Ada'ya gitmesi, birçok kişiyi yaralamış. Üstelik bu yaranın altında siyasi veya sosyolojik gerekçeler de yok.
En baştan başlayalım. Bence Survivor çok iyi bir yarışma programı. Acun Ilıcalı’yı, TV 8’i, televizyonların yarattığı uyuşuk kitleleri sevmiyor olabilirsiniz. Fakat, programın çok iyi bir prodüksiyon işi çıkardığı gerçeğini değiştiremeyiz. Prodüksiyonun gücü yarışmanın formatı ile birleşince birçok kişinin heyecan duyacağı bir yarışmaya şahitlik ediyoruz.
90’lara övgü düzenlerin her zaman gülümseyerek hatırladığı Televole ve o dönemin Maraton programları adeta güç birleştirmiş şekilde artık Survivor içinde devam ediyor. Acun Ilıcalı’nın o mutfaktan yetişmiş olması çok önemli. Yarışmacıların konuşmalarına getirilen altyazının fontu-rengi bile o günlerden kalma. Olay çok bariz. Yaklaşık 5 ay süren bir sportif mücadele var ve bu mücadele devam ederken biz seyirciler olarak, soyunma odalarına da giriyoruz. Hem maçı izliyoruz, hem takım içi kavgalara şahitlik ediyoruz. Spor müsabakalarını izlemeyi seven birinin bu yarışmadan kopması, uzaklaşması, soğuk kalması anlaşılır bir şey değil. Şu an Türkiye içinde düzenlenen bütün spor organizasyonlarından daha heyecanlı olan, daha iyi pazarlanan ve çok daha kolay izlenen bir formatla karşı karşıyayız.
Survivor’ın son 7-8 senesinin ilk zamanlarında bu özellikleri bulamıyorduk. Çünkü yarışmacıların hemen hemen yarısı sportif hayata mesafeli karakterler oluyordu. Haliyle daha çok karakter ve davranışlarıyla (yarışma diliyle söylersek "Ada hayatı" ile) öne çıkabiliyorlardı. Fakat şimdi durum değişti.
İzleyenler zaten farkındadır ama izlemeyenler için hatırlatalım. Şu anki yarışmanın gönüllüler takımında yer alan isimlerin hemen hepsi genç, sosyal hayatında spora çok fazla yer veren, belki belli branşlarda ciddi anlamda spor da yapmış, düzgün fizikli gençler. Ünlüler takımı ise; ilk oluşturulma esnasında muhakkak rating katkısını öne çıkartarak belirleniyordur. Ama artık çok fazla oyuncu-şarkıcı-manken ekibi gelmiyor. Gelseler bile, onların da yarışmalardaki ömrü uzun olmuyor. Bu seneki ünlüler takımının elenmeyen son sekiz isminden 7’si profesyonel sporcuydu. Boksör, atlet, futbolcu… Dünya rekortmeni, olimpik sporcu ve İlhan Mansız… Böyle bir yarışma; spora az biraz gönül vermiş herkesin ilgisini çeker. Benim çekiyor.
Hatta bazen kendi kendime “Keşke ben de katılabilsem” diyorum ama çabuk uyanıyorum. Sanıyorum ki bunu başarmak pek mümkün değil. Bir defa, gönüllüler için yapılan elemeleri geçmek kolay iş gibi gözükmüyor. Örnek vermek gerekirse bu sene gönüllüler takımında yarışan hemen herkes oyunlarda beni çok rahat yener. Hatta kadın yarışmacılar bile... Bu benim zayıflığımdan değil, katılanların gücünden kaynaklanıyor. Bizim gibi, fiziksel gücü orta derece olan insanların Survivor’a katılmasının en kolay yolu; şöhret olmanın çok kolaylaştığı Türkiye’de bir şekilde ”az ünlü” olarak ünlüler takımına kapak atmak olabilir. Onu başarsa dahi, Ada’ya gittiğinde profesyonel sporcularının yanında pek şansı olmayacak ve büyük ihtimalle erken veda edecektir. Bu erken vedayı yaşamak istemeyen biri adaya gitmeden önce hayatının en az 6-7 ayını spor salonlarında ciddi bir hazırlık dönemiyle geçirmeli.
Tabi şimdi böyle cümlelerden sonra sizden “Kardeşim bunların hepsi kurgu. Sen neyi izliyorsun da neyin analizini yapıyorsun” diyen çıkabilir. Haklı olabilirler. Fakat özellikle 3 Temmuz’dan sonra Süper Lig’in de kurgu olduğunu iddia edenlerin, her sezon başı “Bu sene şampiyon belli zaten” diyenlerin, PFDK ve Tahkim’in her kararına kızan ve bunun planlı olduğuna inananların; sezon boyunca ligi takip etmekten vazgeçmemelerine rağmen, bir televizyon programındaki olası ‘kurgu’dan rahatsız olmasını da anlamam kolay değil.
Kurgu olsa da olmasa da, oylamalar etkilense de etkilenmese de, ada konuşmaları yayın ekibinin inisiyatifinde yayınlanıp son dönemin moda tabiriyle algı oluşturulsa da oluşturulmasa da, şöyle bir gerçek var; Buradaki oyunlar gerçek! Ortada ciddi parkurlar, yarışmalar var. 5-10 arkadaşımı alıp, kendi aramızda yarışmayı denemek isteyeceğim oyunlar. Ben böyle düşünüyorsam, İlhan Mansız gibi hayatı boyunca spor yapan, spordan hayatını kuran, rekabetten beslenen, devamlı kendine ve karşısına meydan okuyan figürlerin, aktif spor yaşantısına son verdikten sonra bu maceraya atılıp kendini test etmesi gayet normal olmalı. Ben olsam, ben de denerdim!
Meselemiz de tam olarak burada oluşuyor. İlhan Mansız’ın yarışmaya katılması, özellikle futbol çevresinde birçok kişiyi rahatsız etti. Hatıralarına ihanet ettiğini düşündüler. Bazen daha da sert ifadeler kullanıyorlar. Oysa ben İlhan Mansız’ı televizyonda yarışırken görünce aklıma sık sık Senegal maçındaki golü geliyor ve hatıram tazeleniyor. Adada yağmurlu bir günde son anda oyun kaybettiğinde, Gençlerbirliği ile oynadığı kupa maçını hatırlıyorum. En kritik günde bekleneni veremeyince “Zaten derbilerde de golü yoktu” diyorum. Yani hiçbir hatıramıza leke gelmiyor, hatta daha çok hatırlanıyor. Daha da ötesi o hatırların bizzat sahibi kendisidir; ve onu korumak veya yenilerini eklemek arasındaki kararı verecek olan da o olmalıdır.
Yarışmanın bir bölümünde iki takım arasında bir gerginlik olmuştu. Konseyde gönüllüler takımından Sadin, “Ben İlhan Mansız’ı eskiden beri çok severim. Futbolculuğunda ona hayrandım” tarzı bir giriş yaptı. İlhan’ın ona cevabı, “Senin bana hayran olman, benim hiç umrumda değil. Benim futbolculuğum eskide kaldı. Şimdi adadayız” demişti. Aslında bu cevap tam olarak, İlhan Mansız’ın veya onun gibi sevilen sporcuların adada olmasını eleştirenlere gelebilir. Hatta daha da genişletirsek; futbolculuk döneminde sevdiği insanların hayatlarına adeta ipotek koyan herkese söylenebilir.
Tabi ki bir insanın vereceği her karar, bizim onunla ilgili oluşturduğumuz düşüncelere zarar verebilir. Bazı hamleler duyulan sevgiyi azaltır veya çoğaltır. Ama ne bu kararlar hatıralara zarar getirir, ne de o hatıraların varlığı insanların hareket alanı daraltmalıdır. Üstelik bir sporcunun, sportif bir maceraya girmesini eleştirip, ondan belki de televizyon veya gazete yorumculuk yapmasını beklemek... Belki de en büyük yanlış budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder