Cuma, Nisan 1

İtham Ediyorum

Galatasaray ile kurduğum duygusal ilişki, son 10 yılda tahmin edemeyeceğim şekilde azaldı. Çoğu arkadaşım bunu "mesleki deformasyon" olarak yorumluyor. Nedenler arasında vardır belki ama sonlardadır. Zira ortada daha ciddi meseleler var.

Ben ilk sıraya Passolig yazarım. Tribünden uzaklaştıkça bağ zayıflar. Protestom devam edecek. Tavşan dağa küsmüş ama en azından geceleri rahat uyuyor. Fakat yine de belki Passolig bahane olmuştur.

Hamza Hamzaoğlu'nun gönderildiği zamanı hatırlıyorum. Benim adıma büyük bir kırılmaydı. Galatasaray'da üç kupa kazanan bir teknik direktörün, kavga-dövüş gerekçesi olmadan sırf yeterli bulunmadığı için gönderilmesi bende şok etkisi yaratmıştı. Aynı dönemde sosyal medyanın çok etkin kullanılması, taleplerin artması, hayallerin uçması, tepkilerin günlük reflekslere dönüşmesi işi zıvanadan çıkarmıştı. Şu anın gerçekliği, benim için çok yeni bir durumdu ve kabul edemiyordum.

Taraftarlığın pek bir anlamı kalmamıştı. Yani benim anladığım anlamda bir taraftarlık müessesi, artık çok geçerli değildi. O zaman suya yazı yazmanın da anlamı yoktu. Uzaktan takip ederek devam edilebilirdi. Öte yandan zaten saha içinde de keyif veren bir takım futbol takımı yoktu. Evet; devamında iki şampiyonluk kazanıldı ama ne o zaman ne de diğer sezonlarda heyecan veren, hayal kurduran bir futbol görmek mümkün olmadı. Sayısız gelen giden oyuncular, posası çıkmış transferler, devamlı değişen kadrolar... Bir takımı inadına izlemek ve takip etmek, onun için zaman harcamak içimden gelen bir durum değildi.

İlginçtir; ta ki bu sezona kadar! Bu sezon Galatasaray ile yeniden bağlarımın güçlendiğini hissediyordum. 15. sıradaki Galatasaray benim için önemli değildi. Avrupa'daki Galatasaray çok daha geçerliydi. Üstelik ligde 15. olan Galatasaray da sevabıyla-günahıyla beni ekrana kilitliyordu. Çok güçlü değildi, her zaman kazanamıyordu, hatta çoğu maçta basit hatalarla puan kaybediyordu ama devamlı oynamaya çalışıyordu. Kendini geliştirmek istiyordu. Geliştireceğinin sinyallerini veriyordu.

Fakat önce tribündeki ve sosyal medyadaki tatmin edilemeyen çoğunluğun tepkisini çekti, ardından kalabalığı yönetemeyeceği Mayıs ayından belli olan yönetim kurulu kendi projesine ihanet etti. Terim ayrıldı; bu sefer Terimciler ve anti-Terimciler kavgası çıktı. Her şey yine birbirine girdi.

Böyle kriz anlarında her zaman, tribündeki çoğunluğun aksine lise kültürüne güvenirdim. Aklı selim olanlar, doğru kararı verir ve kulüpteki havayı değiştirirdi. Artık bu da gerçekleşmiyor. Üyelerin yaş ortalamasının değişmesi mi yoksa onların da artık popülist davranmasından mı kaynaklanıyor bilmiyorum. Sonuç olarak bir yönetim kuruluna bir sene süre veremeyen bir Genel Kurul varken; başkanlar da teknik direktörleri hemen değiştirir, taraftar da takımlarını hemen ıslıklar.

İbrasız bir hafta sonu

Gelelim o meşhur hafta sonuna. Genel kurulu sık sıkı takip ettiğim söylenemez. Öncesinde de bir tahminim yoktu. Her şey olabilirdi; tüm ihtimaller eşit oranda birbirine yakın gibi duruyordu. Sonunda  da ibrasızlık çıktı. Şaşırmadık. Bu karar, camianın çoğu tarafından bir zafer olarak algılandı. Burak Elmas'ı sevmeyenler için böyle karar mutluluk verici muhakkak. Aynı zamanda demokrasi zaferi olarak da sunuldu. Gerçekten öyle mi peki? Yoksa bu ibra artık bir vesayet aracına mı dönüştü.

Önce; ibra hakkında konuşmamız lazım. Sözlük anlamı; temize çıkarma ve aklama demek. Bir şeyi temize çıkarmak için önce kirlenmesi, aklanması için önce kararması lazım. Bu da başarısızlıkla alakalı değildir. Başarısızlık, suçlanacak bir şey olarak görülecekse zaten vay halimize. 

İbra için önce suçlanmak gerekir. Bir suç atılmalı. Spor kulüplerinde bu suç; doping, bahis, şike, hırsızlık, yolsuzluk gibi kavramlardır. Bu tip suçlarla suçlanan bir yönetim kurulu, kendini genel kurula sunar. Karşısındakileri ikna eder veya edemez. Belgeler sunar veya sunamaz.

Peki böyle bir şey oluyor mu Galatasaray'da? Hayır. Bir suçlama yok. O nedenle bir aklamaya ihtiyaç da yok. Fakat yönetimlerin üzerinden sallanan giyotin gibi, "Bizim dediğimizi yap, yoksa ibra etmeyiz" deniyor. Veya "Başarısız oldun, o zaman ibra etmeyiz". cümlesi kuruluyor. İbra oylaması amacından sapıyor. Başarıyı oylayan, sonuç odaklı popülist bir oylama aracına dönüşüyor.

Şimdi başarı kavramı ile devam edelim. Onu sözlük anlamı ile taşımayacağız buraya. Galatasaray'daki anlamı ile devam edeceğiz. Halatı beraber çekenlerin takımı Galatasaray, başarıyı her zaman (en azından benim çocukluğumda ve ergenliğimde) sabırla beklemiştir. Onu en büyük ezeli rakibinden ayıran özelliği de buydu. Bugünlerde "Başarısızlık Galatasaray'da cezasız kalmıyor, ne güzel" diyenlere kanmayın. Galatasaray en başarılı olduğu günlerin öncesinde, başarısızlığı kabullenerek ve alt ederek yoluna devam etmiştir, cezalandırarak değil. Bu günlerde yaşananlara, Galatasaray'da yeni bir geleneğin başlangıcıdır.

Yine de zaten ortada bir başarısızlık varsa bile, bunu değerlendirecek yer ve zaman genel kurul değildi. Bunu en iyi genel kuruldaki üyeler bilir zaten. Fakat onlar, taraftarların da yarattığı atmosferle başkanı indirmeye karar verdiler.

Şimdi şu soru gelebilir: Sekiz ay önce başkanı seçmiş bir genel kurul, bu sefer indirebilir de. Bunun nesi yanlış, nesi taraftar atmosferiyle alakalı?

Açıklayalım ve açıklarken sadece rakamları kullanalım. Bir başkan düşünelim. Yüzde 34 oy alsın ve başkan seçilsin. Rakiplerinden daha çok oy almıştır ve seçimi kazanmıştır. Fakat diğer yandan yüzde 66 ona karşıdır. Eğer yüzde 34 oy olan yönetim kurulu, ağzıyla kuş tutmadıysa, sekiz ay sonra yüzde 66 tarafından indirilebilir ve yeniden seçime gidilebilir. Üstelik kazanan başkanın adaylığını da engeller. Zaten Burak Elmas'ın Haziran ayında geçtiği rakiplerden ikisi, ilk andan itibaren başkanlık için adaylıklarını açıkladılar.

Rakamlardan devam edelim. Galatasaray'da oy verme hakkı olan yaklaşık 8500 üye var. Fakat ibra oylamasına sadece 1300 üye katılıyor. Genel kurulun yüzde 15'i oyluyor başkanın ibrasını. Genel kurulun, koca camiayı ne kadar temsil ettiği ayrı bir tartışma konusuyken, genel kurulun yüzde 15'i ile böyle bir karar alınır mı?

"Üyeler de orada olsaymış,oylarına sahip çıksaymış" çıkışını duyar gibiyim. Sabah 10'da başlayan ve sabaha karşı 7'de oylaması sona eren bir kongre günü için fazla iyimser bir dilek olur. Demokrasi diyerek örnek gösterilen uygulama, daha çok "sabah erken kalkanın darbe yaptığı" üçüncü dünya ülkelerinin tezahürü gibiydi. Gece uykusu gelmeyenin darbe yaptığı bir demokrasi şenliği...

Burak Elmas başarılı mıydı?

Bunun cevabı bende yok. En azından belli bir kısmı için yok. Bir yönetim kurulunu 8 ayda değerlendirecek durumda değilim. Bir teknik direktörü de bir sezon bitmeden değerlendiremem. Fakat üç yıllığına seçilmiş bir yönetim kurulunun değerlendirmesinin en azından 2.5 sene sonra yapılması gerektiğine inanırım.

Bunları okuyan biri büyük ihtimalle beni Burak Elmas destekçisi olarak etiketleyecek. Fakat tam tersi. Mayıs ayından insanlar, Elmas'ı sürecin süperstarı olarak sunarken ben onun popülist söylemlerle hazırlandığını ve bunun çok tehlikeli bir yol olduğunu savunmuştum. Neyse ki Youtube üzerinde bu kayıtlar duruyor. O zaman da çok eleştirilmiş ve küçük düşünmekle itham edilmiştim. Oysa ilkeler üzerinden hareket etmek gerektiğini savunmuştum. Elmas, başarılı mı sorusuna verebileceğim cevap da burada yatıyor.

Başarılı bir iletişim süreci olmadı, başarılı bir proje aktarımı olmadı, popülist yaklaştı. Oysa daha iyisini sunabilecek bir geçmişi vardı. Kalabalığa oynadı. O kalabalık da anında onu yerle bir etti. Duruma şaşırmıyorum. Bu kadar erken olması beklentimin dışındaydı. Fakat daha önemlisi bu tehlikeli azgınlığın ileride birçok yönetim kurulunu esir alma ihtimali çok korkutucu.

Galatasaray'ın tribün kısmını temsil eden taraftarlar, çok sevdikleri Fatih Terim'in gönderilmesinden sonra bir intikam aldıklarını düşünüyorlar. Oysa genel kurulun verdiği kararın Terim ile alakalı olduğunu da sanmıyorum. Mesela Işıtan Gün faktörü çok daha belirleyicidir.

Işıtan Gün konusunda, Burak Elmas hatalı davrandığını kabul edelim. Genel kurul da bu noktada bir öz eleştiri yapmayacak mı?

Işıtan Gün'ün sağlam pabuç olmadığı kongre öncesinde de belliydi. O zaman kimseden tepki yoktu. Hatta tam tersi "Burak Elmas vizyonu" diye pazarlanan algının en öndeki maddesiydi.

Twitter'dan yıllar önce attığı mesajların bilinmediğini de düşünmüyorum. Sıradan taraftar bilmez muhakkak; ben de bilmiyordum. Fakat böyle kişilerin (kulüp içine önceden dahil olmuş ve yönetime aday olan) mesajlarını, genel kurul üyeleri hem zamanında görmemiş hem de seçim döneminde araştırmamış olamaz. Daha önce kulüpte çalışan, o yıllarda bu tweet'leri atan birinden bahsediyoruz. Kimse o zaman rahatsız olmuyor, daha sonra nedense Terim gönderildikten sonra ortaya çıkıyor. Tweet'leri ortaya çıkaranlar da (tepki gösterenlerden bahsetmiyorum) kendi hayatlarında cinsiyetçilik konusunda çok hassas değildi bu arada.

Herhalde Burak Elmas, "Ben Işıtan Gün'ü harcarsam, yönetim kuruluna sahip çıkamadı diye beni yerler" diye düşünmüş olabilir, güçlü durmaya çalıştı, yine yediler. Yine ilkesel değil, gösterişli bir karar vermeye çalıştı ama onu da beceremedi.

Burak Elmas'ın kongre öncesinde sunduğu içi boş vizyonu, anlattıkları, sağdan soldan toparladığı projeleri, popülist söylemleri nedeniyle işi sürdüremeyeceğini tahmin ediyordum. Bu kadar çabuk olmasını da beklemiyordum. Fakat popülizme başvurunca, rüzgar çok çabuk tersine dönebiliyor. İşin karamsar tarafı; o zaman popülist söylemlere tav olanlar; şimdi bir anda rüzgarı terse çevirdiler ve bir ay sonra yeniden başkan seçecekler. Yani aslında Elmas'ı gönderenler, Mayıs ayındaki Elmas gibi bir aday isteyecekler.

O zaman şöyle bir durumun olması gerekmez mi?

Eğer ibra edilmeyecek noktaya gelen bir başkan varsa, ve bu başkan bir sonraki seçime giremiyorsa, o başkana oy verenler de bir dönem oy vermemeli. Sizin seçtiğiniz; sizin söylemlerine kandığınız aday ibra edilmemiş. İbra edilmediğine göre, aklanamamış, suçlanmış, etik değerleri çiğnemiş bir yönetim kurulu var ortada. Siz de bunu görememişsiniz.

Üstelik bir kulüp kongresi, bir ülke seçiminden daha farklı. Ülke seçiminde tüm seçmenler oy kullanırken, 25 milyonluk Galatasaray camiasında sadece yüzde 0.036'sı oy kullanırlar. Bunlar kulübün seçkin sınıfı olarak geçiyor. Seçkin olmanın bir sorumluluğu ve bedeli olmalı. Eğer seçkin sınıfına girmeye layıksanız; kolay kolay vaatlere kanmaz, her şeyi didik didik eder, sorgular, araştırır, ona göre oy verirsiniz. Oy verdiğiniz yönetim kurulu sekiz ay sonra ibra edilmiyorsa, sizin de oy verme yetkinliğiniz bir dönem rafa kalkmalı.

Tabi çok ütopik bir şeyden bahsediyorum ama sekiz ayda camiayı kongreye götüren kongrenin bu sorumluluğun bir kısmını yüklemesi gerek. Ayrıca Burak Elmas'a Haziran ayında oy veren 1541 üye, ibra edilmediği takdirde bir sonraki seçimde oy veremeyecek olsaydı,  ibra sonucu aynı çıkar mıydı?

Tesadüf?

Son bir notla bitirelim. Galatasaraylı taraftarlar Terim'i intikamını aldıklarını için seviniyorlar. Diğer yandan da kulübün lise gömleğinden yırtılmasını ve halka açılmasını diliyorlar. Burak Elmas yıllardır beklenen tüzük değişikliği için harekete geçmişti. Becerebilir miydi emin değilim. Fakat ibrasızlığın altında yatan nedenlerden biri olduğunu düşünüyorum.

Diğer yandan son 11 yılda üç başkan ibra edilmedi Galatasaray'da... Adnan Polat, Mustafa Cengiz ve Burak Elmas... Üçü de Galatasaray Lisesi mezunu değil. Sizce tesadüf mü? Dursun Özbek'in ve kulübü borca sokan ve borçlanma yetkisi verilmediği içn görevini bırakan Ünal Aysal'ın ibra edildiği yerde, bu üç başkanın ibra edilmemesi tesadüf mü?

Başladığım yerden bitireyim. Son dönemde gelinen nokta inanılmaz. İnsanın tüm duygularını yok eden bir karmaşa hali. Düşündüğün ve hayal ettiğinin tam tersi bir gerçeklik. Bu kaosu, hayatının bir parçası haline getirmek çok ciddi bir mesai gerektirir. O mesai için güç ve istek de bende kalmadı.

O zaman 2011 kongresinin meşhur sözüyle bitiriyorum. 

"Hepiniz Emile Zola okumuş insanlarsınız, ve sizi itham ediyorum!"

Hiç yorum yok: