Cumartesi, Nisan 2

Road to Perdition


 Öncelikle çok iyi bir kadroya sahip bazı filmlerde yaşandığı gibi bir hayal kırıklığına uğramadığım için çok teşekkürler...

Çok mu iyi film? Değil! Beklentisinin de Oscar olduğunu, bu hedefle çekildiğini okudum. Bu açılardan bakınca istenen olmamış. Fakat bunların hepsi filmin vizyona girdiği 2002 yılı için geçerli. Yaklaşık 20 sene sonra evimde otururken izlediğim bir film olarak, çok keyif aldım.

İlk 40 dakika çok kritik. Burada; film izleme kondisyonuna yeterli derecede sahip olmayan biri çok çabuk vazgeçebilir. İnat etmekte fayda var. Sonrasında da aşırı bir aksiyon olmuyor veya tempo kazanmıyor. Zaten benim için çok önemli arayışlar değil bunlar. Fakat film o noktadan sonra kendi kalıbına giriyor ve merak arttırıyor. Yine de ister istemez, keşke ilk 40 dakika daha verimli kullanılsaydı demeden geçemiyorum. Mesela baba-oğul arasındaki ilişki (hatta iki baba-oğul arasındaki) daha derin anlatılabilirdi. Gerçi o zaman da film bir ajitasyon yağmuruna dönüşebilirdi.

Senaryonun Godfather'dan esinlendiğini düşünüyorum. Tabi ki bambaşka yerlere gidiyor mevzu. Fakat bir filmi izlerken, bir kitabı okurken "Ya böyle olsaydı" şeklinde bir alternatif öykü yaratmak gayet olası. Öyle midir, değil midir bilmiyorum ama ben o hissi aldım.

Michael daha ortaya çıkmadan önce; sinirli ve öfkeli Sonny, babasının işlerini yapan ve çok eskiden beri ailede olan Tom Hagen'ı kıskansa ne olurdu?

Çoğu kişi bu soruyu merak etmiştir. Cevaplardan biri bu filmde.

Yönetmen koltuğunda Sam Mendes var. Kendisi American Beauty ile başlayan uzun kariyerinde, sükseli çıkışını devam ettirebildi mi emin değilim. Jarhead, çok iyi bir kitap uyarlamasıydı mesela, ama kıyıda köşede kaldı. Road to Perdition da (bu da bir çizgi roman uyarlamasıymış) benzer bir gözden ıraklığa maruz kaldı. Mesela izleye kadar benim de çok kafama giren, merak ettiğim bir film değildi. 

American Baetuy'den üç yıl sonra çekilmiş. Mendes, kısa sürede farklı bir tarz denemiş, çok da kötü iş çıkmamış. Fakat üç sene öncesinde kazandığı Oscar'ın etkisinde kaldığını ifade edebiliriz. Tüm klişeleri kırarak çektiği bir filmle heykeli kazanan Mendes, üç yıl sonra bir çok filmin ortak noktalarından esinlenerek, bir Oscar filmi yapmayı denemiş. Evde izlediğimde sıkıntı yaşamadım. Fakat herhalde üç yıl aradan sonra böyle bir filmle karşılaşsam hayal kırıklığım yüksek olurdu. Diğer yandan Mendes iki filmi çektiğinde 34 ve 37 yaşlarındaydı.

Chicago'da geçen bu filmin Oscar'a aday olamadığı sene Oscar'ı kazanan filmin Chicago olması da bir başka ilginç konu.

Tom Hanks ve Paul Newman (kariyerinin son sinema filmi) en iyi performanslarını sergilemiyor ama oldukça uyumlular. Newman zaten Oscar adaylığı da yakalıyor. Daniel Craig iyi iş çıkarıyor. Jude Law'ı izlemek büyük keyif, karakteri de çok enteresan olunca tadından yenmiyor. Fakat herhalde en başarılı olan kısım Conrad Hall'un görüntü yönetmenliği. Klişeleri barındıran bir hikayeyi, benzerlerinden ayıran bir noktaya taşıyan husus burası. Oscar'da da en iyi sinematografi ödülünü alıyor. Hall ise filmden kısa bir süre sonra hayata veda ediyor. 

Filmin soundtrack'in de ise muhakkak Bu adam benim babam olmalıydı... Onların kaybı....

Hiç yorum yok: