Pazar, Kasım 21

The Bachelors


İsmine bakınca çapkınlık hikayeleriyle dolu bir komedi filmi bekliyorsunuz. Afişe bakınca da bir yol filmi hissi uyandırıyor. Oysa ikisi de değil. Hatta sinema sitelerinde bahsedildiği gibi bir komedi/dram örneği de diyemeyiz. Zira komedi belki de en fazla yüzde 20'lik kısmı oluşturuyor. Dram var ama o da çok germiyor.

Hiçbir beklentim olmadan izlediğim ama hoşuma giden filmlerden. En önemli özelliği birçok duyguya sahip olması ve o duyguları doğrudan seyirciye taşıma becerisi.

Tabi ki bunda oyuncuların büyük payı var. J.K. Simmons muhteşem. Julie Delpy onun performansına çok yakın, daha fazla süresi olsaydı ona da 'muhteşem' derdik. Genç oyunculardan Odeya Rush iyi iş çıkarıyor. En zayıf halka Josh Wiggins ama o da sırıtmıyor. Bir de 1971 model bir Ford Mustang var...

Eşini kaybeden bir baba, ergenliğin doruklarındaki oğluyla yeni bir şehre taşınır. Hatta daha doğrusu küçük kasabalarından ayrılıp, Los Angeles'a gelirler. Hayatları zaten en sevdikleri kadının ölümüyle derbeder bir hal almıştır. Buna bir de yeni ortamın zorlukları eklenir.

Konu iyi, herkesin hayatına temas edebilecek sıradanlıkta ve ilgi çekicilikte... Fakat esas olarak yönetmenin ufak dokunuşları, filmdeki her duyguyu aktarmada başarılı olmuş. Bu açıdan tam bir yönetmen filmi. Zaten bir filmin hem senaristi hem yönetmeni aynı kişi olunca en basit bir film bile güçlü aktarımıyla kendine hayran bırakabiliyor. Kurt Voelker, Holywood'a çok fazla iş yapan biri değil. Hatta bu film onun ikinci uzun metrajı. Fakat nokta atışı yapmış. Keşke daha çok işi olsaydı, daha yakından takip ederdik.

Filmdeki oyunculardan biri de rüzgar olmuş sanki. O duygu aktarımının en sağlam taşıyıcısı. Filmin hemen her kilit anında bir rüzgar var. Dalgalanan saçlarda, kıvrılan defter sayfalarında rüzgarı görüyorsunuz ama ayrıca rüzgarın sizin olduğunuz yerde de estiğini hissediyor, adeta kokusunu duyuyorsunuz. Sinemanın en büyük başarısı bu değil midir zaten? Bunu başaran film, olmuştur... 

Acılar, korkular, yalnızlıklar derken baba ile oğulun hayatına yeni insanlar ve yeni hobiler girerler. Hayata tutunmak zorunda olduklarını keşfederler. Acılarını yaşarken içimiz acır, onlar için üzülürüz ama hayata tutunduklarını gördüğümüz anlarda da içimiz ısınır. Yine de özellikle baba Bill'in yerinde olmak istemem. Ergen Wes ile ortak yönlerimiz var zaten ama işler sanki daha kolay ilerliyor onun için. Fakat Bill gibiler için ayağa kalkmak çok daha zor olur gibi..

Sonuç olarak, izleyeni pişman etmeyen filmlerden.

"Koşmak acı çekmektir, acıyı saklamak değil. Onu tanımak ve onunla devam etmektir"

Hiç yorum yok: