Perşembe, Aralık 8

Kırmızı Pazartesi

Kırmızı Pazartesi, Türkiye'de bilinen romanlardan biri. Bilenler, romanın muhabbeti geçtiğinde hemen benzer cümleleri kullanıyor. "Daha ilk cümleden kimin öldürüleceğini söylüyor".

El yükseltelim. Kitabın orijinal adı bile zaten bize bir işaret veriyor. Cronica de una muerte anunciada; yani Türkçesi ile "işleneceğini herkesin bildiği bir cinayetin öyküsü..."

Bize Kırmızı Pazartesi olarak çevrilmesi çok ilginç. Fakat sanırım bunun sebebi toplumumuzun spoiler'a dair en ufak veriye karşı uzak durma ezberi olabilir. Mesela bu kitabın Türkçe ismi orijinali ile bağlantılı olsa bu kadar okunur muydu?

Cevabı bilmiyorum ama yine de okunmalıydı (Zaten görseldeki baskıda olduğu gibi, o isim artık yeni basımlarda yer alıyor).

O meşhur ilk cümle ise şuydu: Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, psikoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 05.30’da kalkmıştı”

Nasar'ın öldürüleceğini bilmek, bizi hikayeden uzaklaştırır mı? İnsanlar neden bundan çekinir, neden romanların ve öykülerinin sonuçlarını hazır oldukları anda artık sona yaklaşırken duymak ister?

Oysa biz Kanıt dizisinin, Müge Anlı'nın izleyicileriyiz. Biz ölenleri biliriz. Öldürenleri de biliriz hatta. Ve merak ederiz, bu iş buraya nasıl geldi diye de sorarız.

O nedenle ben Marquez'in farklı veya riskli bir şey yaptığını düşünmüyorum. En azından olay örgüsü kısmında... Romanlar sadece sonlarında olan bitenle heyecan yaratmaz ya... Gabriel Marquez, uzun cümlelerini bu sefer bir dedektif veya gazeteci edasıyla kuruyor. Olayın peşinden gidiyor.

Romanın asıl önemli ve fark yaratan kısmı, alışılmışın dışında bir yere yönelmesinde... Yani olay örgüsünde değil, ana fikrinde... Anlatıcı tüm bu cinayet sürecini anlatırken ve olayın asli nedenlerini öğrenmeye çalışırken, Marquez de olayı özneler arasından (ölen ve öldürülen) arasından çıkarıp topluma mal ediyor. Önemli olan da buydu.

Roman, Marquez'in çocukluğunun geçtiği kasabada yaşanmış gerçek bir hikayeden esinleniyor. Ve bu hikaye bizim ülkemize çok da uyuyor.

Santiago Nasar niye öldürüldü? Kim öldürdü? Halk, onu korumak için neden bir şey yapmadı? Soruların cevapları, en azından önemli bir kısmı, hızlıca çıkıyor karşımıza. Hiç kimsenin masum olmadığı bir kasaba görüyoruz. Hatta belki de Nasar'ın ölmesini istemeyen ya da cinayetin engellenmesini isteyen sadece iki kişi vardı ve onlar da katillerdi. Onlar katil olmamak için bir işaret beklediler kasabalılardan ama ahali hiçbir şekilde olaya karışmadı. Olaya karışmamak da aslında Nasar'ın ölümüne davetiye çıkarmak değil midir? O nedenle Bir cinayeti değil, daha çok toplumsal duyarsızlığı izliyoruz.

Kitap yaklaşık 110 sayfa... Oldukça kısa. Marquez cümleleri uzun kuruyor gerçi, o nedenle emek ve zaman harcamak gerekir. O 110 sayfaya da yaklaşık 40 karakter sığıyor. Hepsinin psikoposun geldiği güne dair bir hikayesi var. Ve o gün; 'psikoposun geldiği gün' olarak anılmaktan çıkıyor ve 'Nasar'ın öldürüldüğü gün'e dönüşüyor.

Kitap öyle bir şekilde bitiyor ki... İlk cümlesinde her şeyi öğreniyoruz derken, son sayfalarda merak içinde kalıyoruz ve en önemliyi sorunun cevabını öğrenemiyoruz.

Öyle bir kapanış var ki; gözlerimizin önünde beliren görüntü bir filmin son sekansı gibi..

O kalabalık karakter topluluğu çekilir, evlerine döner, kuru bir çöl veya ıssız bir kuytu kalır. Üzerinde de boş yere can vermiş bir azınlığın cesedi durur. Kamera yavaş yavaş geriye gider, açı genişler ve yazılar çıkar...

Belki de son yazı şu olur; Nasar'ı en birliğiyle öldürdüler. Ve durduk yere gitti günahsız Nasar...

Hiç yorum yok: