slovakya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
slovakya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Aralık 14

Doğu Avrupa'da Yolculuk

 


"Bir gezi kitabı nasıl yazılır" sorusuna verilebilecek en güzel cevaplardan. Üstelik bu işi başaran kişi, gezi yazılarıyla tanınan bir yazar değil. Tabi ki Gabriel Garcia Marquez'den vasat bir iş çıkacağını beklemiyorduk ama bu kadar ustaca bir dokunuş da keyiflendirdi. Sebebi belli; kendisi bir gazeteci. O gözün varlığı, bu tip şeyler için en değerli hazinedir...

Henüz 30'larına gelmemiş genç Marquez, 1950'lerde Berlin'de takılır ve SSCB'de bir konferansa gidecektir. Biraz vakti olunca, arkadaşlarıyla beraber (Hindiçin kökenli Fransız Jacquelin ve İtalyan Franco) Doğu Berlin'e geçmeyi ve oradan arabayla seyahat ederk konferansa ulaşmayı planlar. 'Yolda' gibi ama daha az aksiyonlu ve direkt hedefe doğru...

Şu an birçok dergi ve gazetede gördüğümüz seyahat yazılarından ve hatta içeriği boşaltılmış fast-food gezi programlarından sonra, bu kitap ilaç gibi geldi. Marquez, mekanları, tarihi yerleri, lokantaları gezmiyor. Tabi ki oralara da giriyor, oraları da anlatıyor. Fakat merakını celbeden noktalar oralar değil. Hatta listenin son sırası buralar. Onun merakı insanlar, sokaklar, yaşam ve kültür... Zaten o yüzden mesela Macaristan'da yoğun önlemler altında olmasına rağmen, tercümanını (devlet görevlisi) ekerek şehrin sokaklarında gezmeye çalışıyor. Kitabın ve gezinin son kısımlarına denk gelse de, aslında Marquez'in çabasını ve merakını anlamamıza yarayan önemli bir anekdot burası. Bu açıdan bakınca, satır aralarında geçen "Tıpkı kadınları olduğu gibi, ülkeleri de yataktan kalktıkları halleriyle görmek gerekir" cümlesi de Marquez'in bakışını anlamamıza yardım ediyor.

Şüphesiz ki savaş sonrası Avrupa zaten merak edilen bir coğrafyaydı. Buna bir de sosyalizm deneyimini ekleyen Doğu kısımını da ekleyince, Marquez'in çok şaşırtıcı bir tercih yaptığını söyleyemeyiz. Herkesin merak ettiği kapıdan içeri girmiş ve bize 70 yıl sonra bile okunacak bir metin bırakmış. 

Esasında sosyalist ülkelere giden Latin Amerikalı sosyalist bir yazarın, duygularını katacağını düşünüyorduk. Daha doğrusu ideolojisine esir olabilme ihtimali mevcuttu. Bir röportajında "Dünyanın sosyalist olmasını istiyorum" diyen Marquez, ideolojik esarete hiç olasılık bırakmamış. Gazeteci kimliğine yakışır bir şekilde, objektif bir bakış açısıyla tüm gözlemlerini kağıda aktarmış. Hatta belki de negatif tarafta daha çok durduğunu söyleyebiliriz. Birçok ülkede (hatta hepsinde; kiminde az kiminde çok) eleştirilerini sıralamış. En çok da Polonya'yı kılıçtan geçirmiş gibi geldi bana. Hatta birçok sosyalist, kitabı okuduktan sonra Marquez'i CIA ajanı ve 'emperyalizm uşağı' olmakla suçlamış. 

Oysa Marquez yaşanan sıkıntıları anlamış ve onu da Alman Marksist öğrenciler üzerinden anlatmıştı. Öğrenciler ona, "Devrim Almanya'da yapılmadı. Onu bir sandığın içinde SSCB'den getirdiler" diyordu.

Aslında Türkiye ile benzerlikleri olan bir problem...

Bu arada benim için en merak edilesi nokta da Marquez ile konuşan insanlar oldu. Öğrenciler, garsonlar, gece kulüplerindeki kadınlar, yaşlılar, gençler... Kitapta birçok 'isimsiz' vatandaş var. Karşılarında ise genç bir Latin. Konuşuyorlar, gülüyorlar, tartışıyorlar. Aradan seneler geçiyor ve o yazar çok ünlü oluyor. O gün konuştuklarını da bir kitaba aktarıyor. Sonra Nobel de kazanıyor. Ne anı ama...

Her neyse efendim, daha fazlası kitapta. Merak eden alır okur. Zaten 1950'lerde yazılmasına rağmen Türkçe'ye çevrilmesi ve basılması Marquez'in ölümünden sonra olmuş.

Bu arada kitabının adında geçen tamlamanın Doğu Avrupa'ya değil de Doğu Avrupa'da olmasını çok önemli buluyorum. Oryantalizme benzer bir bakış açısıyla kolların sıvanmadığını, sadece bu açıdan bakarak bile düşünebiliriz.

Neyse; son söz olarak, cevabını bildiğim bir soru bu kitap sayesinde bir kez daha güçleniyor: Çok gezen!


Pazartesi, Ağustos 30

Chodník cez Dunaj

Denizler, dağlar, okyanuslar, nehirler. İnsanı etkiliyor hepsi. Ya köyündeki çorak tepe ya doğduğu yerin çok uzağındaki kudretli dağ... Herkesin bir ilham kaynağı var. Yoksa da olmalı... Ağrı Dağı, Ege Denizi, Büyük Okyanus, Everest, Etna...

Benim için Tuna... Çok acayip değil mi? Daha uzun nehirler var oysa. Veya Tuna, benim yaşadığım şehre uğramıyor. Gerçi zamanında buzlarını yollamış ama olsun. Yine de uzağız birbirimize. Fakat Tuna'yı hissetmemek, onu anlamamak, ondan etkilenmemek mümkün değil.

Onun kadar gezen, onun kadar çok yere uğrayan, onun kadar çok insana temas eden, onun kadar anı biriktiren başka bir nehir var mıdır?

Almanya'dan başlıyor, Orta Avrupa'dan geçiyor, Doğu Avrupa'dan Karadeniz'e dökülüyor. Donau olarak başlıyor, Dunay olarak bitiyor. Herkes ona farklı sesleniyor, her dilden insana dokunuyor. 

Çok şükür ki zamanında Belgrad'a giderek nehri yakından görme fırsatı buldum. Fakat konumuz bu değil.

Konumuz, pandemiden önce sinemada izlediğim son film; Chodnik cez Dunaj. Sinema dediysek vizyon filmi demedik. Bir etkinlik sayesinde izleme imkanı bulduğumuz 1989 yapımı Çekoslovak filmi. Hatta sinema filmi de değil, zamanında televizyon için çekilmiş. Tam da ülkenin neredeyse kansız bir şekilde dağılma sürecine girdiği dönemde çekilmesi ve yayınlaması enteresan. Zira film 2. Dünya Savaşı'nda geçse de, 89 yılının gündemine de ışık tutabilmiş.

Demiryolunda çalışan Slovak Viktor Lesa, fırlamalığın verdiği etkisiyle bilerek postaları yanlış trenlere yükler. Bu hatası öğrenilir ve Naziler Lesa'nın peşine düşer. Lesa, Çek ve Yahudi olan arkadaşıyla sınırdan geçerek (yani Tuna'dan) Macaristan'a kaçmaya çalışır. İşte film bu macerayı konu alır.

Filmin Türkçesi, "Tuna Üzerinde Bir Yol" anlamına geliyor. Benim sevdiğim Tuna'yı uygun düşen bir isim. Tuna'yı kullanarak birçok film çekilebilir. Birçok yol filmi, birçok sınır/savaş filmi, birçok sıcak kasaba filmi. İyi, kötü, hüzünlü, neşeli... Zaten çekildi de... Avrupa kullanıyor bu ulu nehri. Önüme düşünce de bayıla bayıla izliyorum.

Tarafsız bir gözle bakarsam harika bir film değil. Hatta karakterimiz Lesa'ya oldukça kızarak izledim. Fakat Avrupa'nın ortasında ve Tuna'nın üzerinde geçen bir filmi kötü sözlerle değerlendirmem pek mümkün değil. Zaten vasatı da aşıyor. 71 kişinin kullandığı oylarla oluşan IMDB puanı 7.0... Daha ne olsun. 

Çarşamba, Haziran 16

5.Gün / Risk ve Kumar


Slovakya, Dünya Kupası'nda sürpriz yapması beklenen takımlardan. Bu kanaate çoğunluk nasıl vardı bilmiyorum. Çok da önemli değil. Slovaklar, Süper Lig'de oynayan Vittek ile öne geçti. Dünya Kupası'nda gruplarda alınacak bir galibiyet çok önemli. 1-0 iyi bir skor. Bu skorun büyüsüne kapılan Avrupalılar, gol atmaya, hatta yarı sahayı geçmeye mecali olmayan Yeni Zelanda'yı üzerine çekti. 1-0'a kapandı. Bu sezon içinde Galatasaray'ın çokça yaptığı daha doğrusu yapamadağı bir şeyi Slovakya da yapamadı. Son dakikalarda arka arkaya gelen isabetsiz ortalar ve kötü vuruşlar, son dakikada isabetli orta - şık kafa vuruşu kombinasyonuna dönüşünce 3 puan eridi gitti.

Günün ikinci maçında Portekiz ve Fildişi S. gol atmak için en ufak bir riske girmedi. Yıllardır santrforu olmayan, vasat bir santrfor Pauleta sayesinde 3-5 sene idare eden ama o da bırakınca yerine anca Brezilyalı Liedson'u monte edebilen Portekiz 90 dakika boyunca herhangi bir atak girişiminde bulunmadı. Ronaldo'nun kanat adamlarına özgü çalım sonrası şutları dışında bir şey üretmediler. Fildişi maçını kendilerine hedef maçı olarak belirlemeleri mantıklı ama hedef maçında kazanmak yerine kaybetmemeyi tercih etmek biraz Anadolu takımı mantığıdır.

Fildişi Sahilleri de riske girmeyen takım oldu. Drogba'yı oyuna sokmak için 65 dakika bekleyen, diğer hücumcularını son 5 dakikaya saklayan Erikson hakettiği sonucu yani golsüz beraberliği aldı.

Brezilya - Kuzey Kore maçındaki sahneler ise bu iki maçın tam tersi. Maicon, herkesin orta yapabilceği bir pozisyonda kaleye vurdu ve takımını öne geçirdi. Robinho, attığı pasla Elano'yu golle buluşturdu. O pası atabilmek tabi ki Robinho'nun yeteneği ama atmaya karar verebilmek, iyi kötü bir risk alabilmek demektir.

Slovakya maçında 5 Lira kazanmak için 20 lira riske ettim ve kaybettim. Bunun sebebi Okyanusya takımının attığı goldü. Diğer iki maçta da buna benzer şeyler yaşandı. Futbol ile kumarı paralel olarak sürdürüyorum. Riske giriyorum ve dün kaybettim. Bu kadar rahat kumar oynayan, bahis yapan, para koyan bir adam olarak hayatımın geri kalanında riske girmemem ise oldukça sancılı. Dünya Kupası'nın 5.günü skor avantajın var diye savunmaya çekilmemeyi, bazen boşluğu gördüğün anda topa vurman gerektiğini gösterdi. Kaleye vurmadan gol olmadığı gibi, önce topa vurmalı, sonra ne yapacağımızı düşünürüz.