Çarşamba, Temmuz 30

İşgal Günlerinde Tatil




Bayramda İstanbul boşalır diye sevindik, olan bize oldu... Caddebostan normalden daha kalabalık oldu. Ülkede, bastırılmış, sıkıştırılmış ve itilmiş insan sayısı o kadar fazla ki, nefes almak için çıkacakları mekanlar, mahalleler bile çok azaldı. Bunlardan biri Caddebostan. Oralarda yaşayabilen biri olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum, şükrediyorum. İnsanların buraya akın etmesi de oldukça normal. Çevre ilçelerden gelen, burada gününü geçiren insanların sayısı çok fazla. Küçükyalı, Üsküdar, Acıbadem, hatta Moda, hatta karşı taraftan bile gelenler oluyor. Gelsinler.

Kalabalıkla sıkıntım yok. Beni zorlayan iki mesele var. Birincisi bu insanları tanımıyor olmak. Daha doğrusu tanıdığım insanları, eskileri görememek. Eskiden, basketbol sahalarından plaja kadar olan mesafeyi bir saatte anca yürürdüm. Sürekli bir tanıdığa rastlar, 10-15 dakika onunla, diğeriyle 5 dakika sohbet etmekten 1 saatte giderdim o kısa mesafeyi. Şimdi 5 dakikada geçiyorum.

Yani gelen yine gelsin de, bu eskiler nereye gitti amk... Tamamen kentsel dönüşüm ve beyin göçünün tezahürü mü acaba... Mahallenin eskilerine bakıyorum, yine kalanlar var tabi kalabalıkta gözükmeyecek noktaya düşmüş olsalar da, ama çoğu göç etmiş. Ya İstanbul içinde başka semtelere taşınmak zorunda kalmışlar, ya da bu ülkeden sıkılıp yurtdışına gitmişler. Haliyle bizden de az kişi kalıyor. Yabancılaşma da böyle başlıyor.

Bu arada, ırkçılık yapar gibi "Bizden olmayan gelmesin" demiyorum. Gelen yine gelsin ama gelenlerin buraya standart belirlemesine de fena halde bozuluyorum, onu da itiraf etmem lazım.

"Bu adamların burada işi ne", "aa bunlar napıyor böyle", "bu tişört ne, bu kıyafet ne"... 

Genelde dışarıdan gelenlerin hezeyanları bunlar. Yanındaki her insana şüpheyle bakan, gördüğü her farklılığı eleştirmeye çalışan bir kitle refleksi...

Daha da kötüsü bu özellik ve bu cümleler,  burada yaşayanların kullandıkları ayrışma cümleleri olarak gösterilir.  Aslında tam tersi olduğunu bir kez daha anlıyorum.

Bizler, eskiden, yani sahile yeni yeni ışıklandırmalar ve çimler yapılıp, yeni yeni toplanma merkezi olduğu zamanlarda, öğlen evden çıkıp gece dönerdik. Bütün alan içinde tek bir günü doldurup, her ihtiyacımızı giderebilirdik. Aynı anda, aynı günde, hiç eve uğramadan hem maç yapıp, hem kız arkadaşımızla buluşup, hem oradaki cafelerde oturup, hem de top oynayabilirdik. Biz büyüdük ve yargıladı dünya diyeceğim de bunu yaptığımızda da 20-21 yaşındaydık, çok da küçük değildik...

Aslında bu kadar da negatif olmamın nedeni tamamen bayramla ilgili. Yoksa normal zamanlarda hafta içi veya kışın yine normale dönüyor. Tatil günlerindeki kalabalığa anca böyle eksterm dönemlerde rastlıyoruz. Ama yine de değişen bir şeyler var sanki. Bunu değiştirecek gücüm yok ama nasıl tavır alacağımı da bilemiyorum...

Pazartesi, Temmuz 28

98 Boca



Bu Dünya Kupası zamanı Arjantin'e çok dilendik, haliyle boş vakitlerde geçmişe dönük araştırmalarımız oldu.

1998 yılından Boca tribünü. Bir River derbisi öncesi olabilir. Olmayabilir de. Çok önemi yok. Baya iyi. Baya...

Kramer Modeli



Sağ tarafta Seinfeld fotoğrafı varken, blogda ekibe daha fazla yer ayırmak lazım.

Pazar, Temmuz 27

Los Fantasmas de Goya


İyi film mi kötü film mi karar veremedim...

Aslında itiraf edeyim, başka bir yönetmenin adı yazasaydı, "eh işte" der geçerdim, Milos Forman olunca o kadar kesin yargıda bulunamıyorum. 

Yine de senaryoda kopukluklar olsa da yönetmen maharetini görmek mümkün. 

Film ne anlatmak istiyor emin olamıyorum; "Ne ekersen onu biçersin" ise değil, sınırsız acıysa evet var...

İnsan rahatsız oluyor. Olsun da... Güzeller güzeli Ines'in sırf domuz eti yemediği için solan hayatını ve güzelliğini görmek gerek. İbret için.

Bu Avrupa 200 sene önce ne haldeymiş, şimdi nasıl? Aslında filmde de biraz bu var... Nereden nereye havası, ne olacağı belli olmaz mesajı. Ortadoğu'nun en batı toprağından bakınca insan biraz umutlanıyor. Birbirini kesip öldüren insanların olduğu bu coğrafya da belki 100 sene sonra yavaş yavaş kendini toparlar. Belki...

Güç, kan, idamlar, hapisler, zindanlar... İnsan ömrü en fazla 80 sene, onu da bu çatışma için harcıyor ya çok enteresan. Aklım almıyor. 200 sene öncekini de şimdikini de... 

Bu aralar, ölüm temasıyla ilgili bazı sıkıntılarım var, o nedenle konuya hep oralardan bakıyorum.

Zaten bu Milos Forman benim için garip adam... Ölümden korktuğum ilk anda da onun payı vardı. Çok saçma belki de, Amadeus'u izlerken (herhalde 5-6 yaşındaydım), Mozart'ın cenaze sahnesini görmüştüm. Toprağa gömüyorlardı. O güne kadar buna benzer sahneler görmüştüm. Zaten mahalledeki camide de tabut görmüş çocuklardık. Ama ilk defa o kadar koymuştu.

Seneler sonra yine Milos Forman... İdam edilmiş Javier Bardem'i görünce bir irkildim. Nereden nereye...

O değil de El Guaje; bu postu okuyunca da, filmin sonunda söylenen şarkıyı Türkçe'ye çevirirsin...

el pelele está malo
qué le daremos?
el pelele está malo
qué le daremos?
una zurra de palos
que le matemos
una zurra de palos
que le matemos
el pobre pelele es un pelelao
se tienta lo suyo
lo tiene arrugao
le da con el dedo
lo quiere bullir
el pobre pelele
se quiere morir

Cumartesi, Temmuz 26

Zirveden Havuza






Brezilya'da doğup, dünyanın en önemli futbolcularından biri oluyorusun. Tarihin en büyük sol beki.. Milano'da Madrid'de yaşıyorsun. Real Madrid'in efsane kadrolarından birinde yer alıyorsun. Şampiyonlar Ligi, Dünya Kupası kazanıyorsun. Futbol tarihinin nesilden nesile aktarılacak isimlerinden biri olduğunu 30'una gelmeden fark ediyorsun.

Ve sonra....

Sivas'ta; Batuhan Karadeniz, Ziya Erdal, Kadir Bekmezci ve diğerleri seni havuza atıyor..

Bence muhteşem bir şey...

Şakası, ironisi bir yana, Roberto Carlos Sivasspor'da her geçen gün biraz daha büyüyor. Ben rahat tavırlarından yola çıkarak "başarılı olamaz" demiştim geçen sezonun başında. İlk senesinde yanılttı, bu sene beklentim çok daha yüksek. Fenerbahçeli olsam kızardım, keza orada, Sivasspor'daki kadar kendini vermemişti.

Cuma, Temmuz 25

Aurelien Che


Türk futboluna dair en sevdiğim şeylerden biri;

Sezon öncesi kampında basın karşısında verilen pozlar...

Perşembe, Temmuz 24

Stranger Than Paradise



Onur Ünlü'ye bir röportajda en sevdiği filmi ve yönetmeni soruyorlar. O da şöyle cevaplıyor;

Uzaylılar gelse dese ki ‘Dünyada sinema diye bir şey varmış… Nedir?’ Onlara beş tane film gösterim:

    Stranger Than Paradise – Jim Jarmush
    Conversation – Francis Ford Coppola
    Fargo – Coen
    Vesikali Yarim – Lütfi Ö. Akad
    Tabutta Rövaşata – Derviş Zaim

Ben de açıp izliyorum ilk sırada saydığı filmi. 

Ondan sonra röportaja geri dönüyorum... İlk soru;


Ölümü bu kadar çok işlemesi ölümden korktuğunu mu   yoksa özlem duyduğunu mu gösteriyor?


Ve cevabı

 
Nazım Hikmet nasıl diyordu:

“İnsan öleceğini bile bile nasıl yaşar?  Ya çıldırır  ya da öleceğini unutur”.

Bunun bir ara yolu olabilir mi? Varsa ben onu arıyorum.


 

Alakası var mı acaba filmle? Yok gibi duruyor ama bağ kurunca çıkıyor gibi. Bir gün öleceğini unutan üç kişi var sanki filmde. Bu yaşamda sadece zaman geçiriyorlar. Boşa geçen zaman. Öleceklerini unutmuş olmaları lazım bu kadar boşlukta olmaları için... Sonra olaylar gelişir. Sıkıcı hayatlarından sıkılan insanların sıkıcı yol filmi. Yol filmi diyince hemen heyecana kapılmayın, film nasıl siyah-beyaz başlayıp bitiyorsa, karakterler yola çıkınca bile bir renklenme olmuyor. Filme anlam katan da biraz bu işte...

Ama bu hayatta bir şey yapmaya karar vermeleri ve cennete (Florida) gitmeye karar vermeleri saygı uyandırıcı. O sıkılan ve paraları az olan üç karakter buna niyetlenebiliyorlar. Biz niye yapamıyoruz?

Röportajın sonuna geçiyorum. Soruyu siktir et, cevabın tamamı da önemli değil. Son cümle şudur ama ve önemlidir:


 Bende var, sende yok!’


(Filmi hiç anlamamış)




Salı, Temmuz 22

Bahar Gelmedi Buraya


Hani hep diyorlar ya, "Bu çatışma nasıl oluyor da bu kadar uzun sürüyor, senelerdir nasıl oluyor da çözülemiyor".

Aslında cevabı çok basit... Otururken tepki göstermek rahatlatabilir ama sonuç çıkmayacak. İstediğin kadar asitli içeceği sokağa dök.

Üniformalar başkasına verilir, çocuklar büyür, zaman akmaya devam eder...

Zalimin mazlum ile
Celladın kurban ile
Dönüp durduğu bu ateş çemberi,

Bunca delilik daha sürmeye devam edecek...

Pazartesi, Temmuz 21

Crossing the Bridge




10 yıldır izlememiştim. Çevremde bir film hakkında çok olumlu sözler duyarsam "en doğru zaman"ı beklemek gibi bir huy edindim. Bazen bu durum, beklentiyi karşılayamama gibi bir durum çıkarıyor.

Fatih Akın projesi için çok fazla olumlu söze ihtiyacım yoktu. Beklenti her türlü çok yüksekti. Fakat karşılığını bulamadım. Bunun için de herhangi bir eksik ve hata aramıyorum. Fatih Akın, bu filmi Almanlara, Avrupalılara yapmış. Bizim için çıtır çerez olan şey, onlar için keşfedilmemiş bir dünya. Onlar şaşkınlıkla izlerken, biz sadece konu tekrarına giriyoruz.

Sosyoloji sempatimden olsa gerek aslında, daha farklı bir belgesel olabilirdi. Ne biliyim, İstanbul'da hip-hop nasıl ortaya çıktı, varoş çocukları nasıl ilgi gösterdi, göç dalgasıyla gelen arabesk şehre nasıl yerleşti, şehirdeki rock'ın altyapısında ne var (anadolu)... Bunlar daha ilgi çekiciydi. Ceza'nın kardeşi ile konuşulacak vakitler onlara aktarılabilirdi.

Bir de işin o kısmı var. Bazıları daha çok yer almış, mesela Erkin Koray çok kısa geçilmiş. Ceza'nın tüm ailesi konuşurken, Sezen Aksu sadece şarkı söylüyor. Fark eder mi bilmiyorum. Gerçi belgeselin en ilginç cümlelerinden biri Ceza'nın babasından geldi. Çocuğunun rap tarzında müzik yapmasına şaşıran geleneksel bir baba gibi söze başladı, "Tabi biz alışık değiliz" falan derken zannettik ki arkadan "Alışmışız Cengiz Kurtoğlu, Müslüm Gürses'e...'' diyecek. Jimi Hendrix'in Beatles'ın adı geçti. İlginç oldu.

Bu arada Müslüm Gürses niye yoktu? Artık iş seyirci şımarıklığına dönüyor, şu niye yoktu, bu niye vardı..


Yalnız şu var; Orhan Gencebay'dan, Duman'a kadar herkese büyük saygım var, hepsi çok başarılı vs... Fakat "İstnabul müziği" diye bir kavram varsa, o kavramı dolduran tek grup bana göre Siya Siyabend'dir. Dinlerken, bu İstanbul diyebiliyorsun.  Bir de Şubat ile tanıdığımız Amesha Spenta var.

Pazar, Temmuz 20

Yiğit & Çelik


Arkadaki sanırım bir dönem Kocaelispor'da oynayan Sefer Yılmaz (değilmiş, kim acaba)...

Mustafa Özer, Faruk Atalay, Mehmet Altıparmak, Hakikat, Armağan, Aykut Canik gibi isimler vardı bu kadroda... Faruk Yiğit 6 ay kalmış, ertesi sezon Hasan Çelik takımı Süper Lig'e çıkarmıştı.



Cuma, Temmuz 18

Naked Lunch


En iyisi kitabı okumak...

"Ulan madem sadece bunu yazacaksın, neden post atıyorsun"

Bütün hepsi Kubrick yüzünden. Otomatik Portakal sayesinde Kubrick sevenlerin sayısı artmış olabilir ama bende durum daha değişikti. Filmi izleyince kitaba duyulan hayranlığım bir kez daha artmıştı. Bu William Burroughs, müthiş adam. 

Okumadığım kitaplarından biriydi bu, filmini izledim. Heyecan duyamadan sona erdi. Kitabın öyle olmayacağına çok fazla eminim.

Edebiyat olmasa acaba sinema ne halt ederdi?

Atlılar ve Çocuk



Bir çocuk dev gibi orduyu yendi!

Perşembe, Temmuz 17

Walkabout



Yoğun geçen bir günün akşamında maç yapıp iyice kendimi zorlamış, ardından da sıcak suyu bünyeye yedirince mayışmanın sınırlarında gezinmeye başlamıştım. Uyumam an meselesiydi, buna rağmen bu filmi taktım. Kısa süresi nedeniyle (sanırım 92 dakikaydı) "idare ederim" diye düşündüm. Uyuklarsam da sonra izlerdim...

Filmi adeta gözümü kırpmadan izledim. Hatta, filmi izleyeli 2-3 hafta olmasına rağmen hala kendimde değilim. Abartı oldu belki de, en azından eskisi gibi normal değilim.

Filmin konusunu anlatmayacağım, zaten anlatamam da... İki satırla yetinek doğru olmaz. Kısacası; iki kardeş Avustralya çöllerinde kaybolur ve olaylar gelişir... Bir macera filmi gibi başlıyor ama çok sağlam bir modern dünya eleştirisi geliyor. Neyi kaçırdığımız ve neyi tercih ettiğimizi görünce, normal hayata şevkle dönmek mümkün olmuyor. Sıkışıyoruz, sıkıştığınmızı bariz bir şekilde hissetmeye başlıyoruz..

Üstelik film 1971 yapımı. Aradaki 40 küsür sene bile aslında 100 yıllık bir farka tekabül ediyor. Şu an daha da beter durumdayız. Bu film 2013'te nasıl çekilirdi mesela?

Buradan çok fazla film tavsiye etmem ama bunu ediyorum. Sinan'a söylemiştim, izlemiş ve çok beğenmiş. Demek ki benim abartım da yok... 

Yine bir kitaptan uyarlanmış filme karşı karşıyayız. Sanırım kitapla ufak tefek farkları var ama temelde anafikir aynı. Kitap da bu kadar iyi mi emin değilim, çünkü bunu, bu konuyu, bu kaygıyı, bu düşünceyi "görmek" daha etkileyici yapıyor.

En azından filmin başındaki, deniz kenarındaki evde oturan ailenin havuza girmesi detayını görmek bile, filmin sonundan bakınca daha bir anlamlı. Onu (varsa) kitapta hissetmek o kadar kolay olmayabilir. 

Keşke, üniversitede sosyoloji okurken ve antroplojiden - felsefeden çocuklarla aynı koridorda muhabbet ederken bu filmi izlemiş olsaydım.

Başroldeki Jenny Agutter'i ilk defa gördüm, gençliğinde çok hoş bir hanımmış...

Maradona mı Messi mi?


Belki de doğru cevap Tevez'di???

2007 yılından efsane bir maç. Bir tarafta Maradona ve Enzo Francescoli, diğer tarafta yeni yeni parlayan genç (hatta çocuk) Messi ve Tevez.. Diego'nun TV programında ayak tenisi maçı oynuyorlar. İzlemesi çok keyifli, muhakkak izleyen vardır ben yeni gördüm.