Cuma, Haziran 9

En Kongelig Affaere



Avrupa, bizim sosyal çevremizde önemli bir ütopya gibi karşımızda duruyor. Hemen herkes oraya gitmeye çalışıyor. Gidemeyen oraya öykünüyor. Burası ile orayı kıyaslıyor. Ben de gittim gördüm. Güzel yer gerçekten. Kurallar var, onlara uymak zorunda olduğunu bilenler var, refah var, akıl var. Aydınlanma da var... Fakat bunların hepsi, esasında onlar için de çok yeni şeyler. Bizim taraf, Avrupa’nın vaad edilen bir cennet olduğunu, Avrupalı’nın doğuştan erdemli ve ahlaklı olduğunu sanıyor. Tabi ki değil.

Takvim Gazetesi yazarları gibi, “Biz aslında ne canavarız da sen kime özeniyorsun be hey dürzü” tadında yazacak değilim fakat insanlığın ve uygarlıkların ilerleyişini iyi kavramak lazım. 80’lerin sonunda veya 90’ların başında doğup, hakim olan düzenin eğitim sisteminden geçip, sonrasında tam sokağa karışacakken alıştığından farklı bir iklim bulan, Avrupa rüyasıyla yaşayıp kendi yaşam alanından kopan insanların anlayamayacağı bazı şeyler var. Bir anlam kurabilmek için en az 200 yıllık düzleme bakmak lazım. Konumuz Türkiye. Zaten, bahsettiğimiz bu 200 yıl Avrupa’yı da kapsıyor. Konumuz; Avrupa’nın o dönemlerine ışık tutan, “En iyi yabancı film” oscarına aday olan (Fakat ödülü Amour’a kaptıran) bir filmi.

Danimarka’da 17. yüzyıl sonunda yaşananları anlatan bir film. Danimarka tarihini bilecek değiliz ama filmden sonra ufak bir araştırma yaptım. Gerçeklik payı var. Hafiften kafayı yemiş bir kral (Aslında değil ama değer yargıları onu ‘deli’ sıfatına sokuyor), onun danışmanı olacak bir doktor, ve genç-güzel bir kraliçe. Bir aşk üçgeni olarak izlemek mümkün ama siyasi film sıfatına da sokabiliriz.

Sözün özü, Avrupa’ya da aydınlanma kolay gelmedi. Gökten inmedi. İdealist isimler vardı ve bunlar toplumu, dini, siyaseti karşılarına alarak, bedel ödeyerek ve değişim yaratarak uzun seneler içinde bir kültürün oluşmasını sağladılar. Hatta bu kültür oluşumu tek bir yüzyıla bile sığmadı. Yani yapanlar da içinde yaşayamadı. 

Bugün, sırf o mirasa sahip çıkanların çapsızlığından dolayı uzak durulan Osmanlı zamanlarında Anadolu’nun çok daha yaşanabilir coğrafya olduğunu söylemek mümkün. En azından kitaplardan okuduğum kadarıyla, o dönemde Anadolu'da olmak daha cazip geliyor. Fakat, dibe vuran  da ilerlemek zorundadır. Avrupa’da bu işler kolay olmadı ama olmak zorundaydı. Doğu’da ise işler şimdi karışık. Bunlar ayrı konular.

Film çok başarılı.  Alicia Vikander’i bu filmden birkaç gün önce Danish Girl’de izlemiştim. Sonra bir kez daha karşıma çıktı. Şahaneydi. Kendisi İsveçli olmasına rağmen, Danca bilmeden bu role hazırlanmış. Bu da gözümdeki değerini daha da yükseltti. Mads Mikkelsen de her zamanki gibi, anlatmaya gerek yok. Danimarka sinemasına dair bir şey varsa; karşınıza çıkabilir. Kral rolündeki Mikkel Boe Følsgaard  de oldukça başarılıydı. O da iki sene önce, Danimarka’nın 1992’deki Avrupa şampiyonluğunu anlatan filmde yer almış. Canlandırdığı karakter de Kim Vilfort’muş. Onu da bir yerden bulup izlemek lazım.Ama ben onu bulana kadar, siz önce bunu izleyin. Danimarka sineması son 7-8 yılda çok iyi işler çıkarıyor. Gözüm üzerlerinde...

Hiç yorum yok: