Çarşamba, Haziran 7

The Danish Girl


Cinsel tercihler üzerine çekilen filmler (bu kategori nasıl tanımlanacak onu da hâlâ bilmiyorum ama şimdilik böyle diyelim) sıkıntılı oluyor genelde. Yapanlar; radikal bir iş yaptıklarını düşünüyorlar ve sadece işin kendi içinde olan cesareti sayesinde sinemaseverlerden alkış alacaklarını ve başarılı olacaklarını düşündüklerinden, 'sinema' yapmadan karşımıza çıkıyor. Gerçi yine de alkış alıyorlar, hatta eleştirenler 'homofobik' olarak görülüyor ama olsun. 

İzlediğimiz; bir kadın ile bir erkeğin öyküsü olsa üçüncü sınıfa sokacağımız filmler, sırf eşcinsellikle gündeme dahil oluyorlar. Daha da ötesi eşcinsel olmanın toplumsal hayatta yaratacağı zorluklar da filmlerde biraz fazla geçiştiriliyor ve aslında film en önemli amacına dahi hizmet etmeden alkışlanıyor. Birçok Hollywood filmi, Athena'nın Ses Etme klibinden bile daha başarısızdır esasında. 'Bile' dememin sebebi klibi kötülemek istememden değil, süresinin azlığındandır. 3-4 dakikada dahi güçlü bir mesaj verme şansınız varken, 120 dakika boyunca sadece iyi oyunculara sığınmanız, kurguyu derinliği arka plana atmanız hem başarısızlık hem haksızlıktır. Bu örneğe Carol filmini çok rahat oturtabilirim.

The Danish Girl'i de izlememek için baya kıvrandım. Yukarıda yazdıklarımızda daha fazlasını, daha farklısını beklemiyordum. Fakat yanılmışım. İyi ki de yanılmışım. Muhakkak çok iyi bir film değil. Bir efsaneden bahsetmiyoruz. Ama olmuş. Tabi filmin önemli avantajları var. Birincisi bir kitap uyarlaması. Bu bazen film için zorluktur ama böylesine zor konular için önemli bir kaynağın elinizin altında bulunmasına neden oluyor. Ayrıca sadece yazılmış bir romandan bahsetmiyoruz, ortada bir biyografi var. Yani bir yaşanmışlık. Bu da karakterlerin sağlam bir şekilde betimlemesine olanak sağlıyor.

Filmin üçüncü avantajı bu film için çok uzun seneler uğraşılmış olması. 2004'ten beri çabalanmış. Aksaklıklar olmuş ama üzerine daha çok düşünülmüş belli ki. Bir ara Charlize Theron, Gwyneth Paltrow, Uma Thurman, Rachel Weisz ve Nicole Kidman'ın isimleri bile film için geçmiş. Böylesi denk gelmiş, iyi de olmuş. Sıkıntı da yok. Eddie Redmayne çok beğenildi. Bense pek beğenmedim, hatta abartılı geldi. Fakat benim favorim kesinlikle Alicia Vikander oldu. Zaten kendisi bu film sayesinde Oscar'ı aldı, Redmayne ise sadece adaylıkta kaldı. Akademi Leonardo di Caprio'ya daha önceki yıllarda verseydi, belki de o alacaktı. Tabi iki sene üst üste vermemek de istemiş olabilirler. Vikander ise Oscar'ı yardımcı kadın oyuncu olarak aldı. O da ilginç. Bana kalırsa baya baya başroldü. Hatta hikaye sanki Einer'in Lili olmasını değil de, Einer'in Lili olma süresindeki Gerda'yı anlatıyordu. Önemli değil. Vikander, Carol'daki Rooney Mara'yı geçtiği için sevindim. Hak yerini bulmuş.

Yine de her eserin önemli olan kısmı sonudur. Puan orada verilir. Bir albümün kapanış şarkısı veya bir yazının son paragrafı. Sinemada da son sahne önemlidir. Bu filmin en zayıf noktası da orasıydı. Gerçek bir klişe ile bitirdik. Gerek var mıydı emin değilim. Daha iyi kotarılabilirdi. O nedenle "bir efsaneden bahsetmiyoruz. Ama olmuş" dedim. Bir efsane olma fırsatı basit farklarla kaçmış. Yine de kendi türünün en iyilerinden. 



Hiç yorum yok: