Perşembe, Ağustos 30

In the Name of the Father



Öncelikle film bir karizma şöleni... Daniel Day Lewis aslında nispeten çirkin bir surata sahip. Yani o surat başka birinde olsa sokakta dolaşırken pek şansı olmazdı. Fakat aynı yüz hatları Lewis'in karizması ile birleşince bir ikona dönüşüyor işte. Diğer yandan Pete Postlethwaite da ilginç bir surata sahip ama oynadığı filmlerin çoğunda canlandırdığı karakterleri karizmatik ve kült bir figüre dönüştürmeyi başardı.

Bunların hepsinin altında muhakkak oyunculuk yetenekleri de barınıyor. İkisi de çok büyük isimler. Lewis'i anlatmaya zaten gerek yok. Oscar tarihini altını üstüne getirdi. Bu filmdeki rolü, ona ikinci Oscar adaylığını getirmişti. İzlemediğim bir filmin oyuncusuna geçildiği için (Philadelphia / Tom Hanks) şu an bir şey demiyorum ama bence burada da alabilirdi. Pete Postlethwaite ve Emma Thompson da sadece adaylıkta kaldı. Yönetmen Jim Sheridan ve filmin kendisi de... Herkesin canı sağolsun. Akademiden ödülsüz dönmek bir gerçeğin üstünü örtmez; gayet güçlü bir film.

Yıllar evvel bir arkadaşım çok önermişti ama bir türlü altyazı bulamamıştım. Haliyle süreç uzadıkça uzadı. O tavsiye de aklımda yer etti. Zaten film övgüsünden ziyade, kendisini ne kadar etkilediğinden dem vurmuştu. O kadar kolay etkilenen, duygusallaşan biri değildi. Duyunca şaşırmıştım ama hak vermemek elde değil.

Konu biraz yerel gibi gözüküyor. IRA ile hiç bağı olmayan bir gencin, İngiltere'de yaşanan bir patlama yüzünden suçlanması ve hayatının alt üst olmasını anlatıyor. Eh IRA, toplumda yolunu kaybeden işçi sınıfı çocukları, İngiltere hukuku ve bürokrasi; hepsi birleşince sanki hiç bizim olayımız değilmiş gibi.... Film sitelerinde, sözlüklerde filmin altına yorum bırakanlar İngiliz devletinin ne kadar hukuksuz, ahlaksız, acımasız olduğundan falan bahsediyor mesela.

Oysa gayet evrensel bir olay var aslında. Evrensel demeyelim gerçi. Herhalde mesela bir İzlandalı hayretlerle izlemiştir filmi. Gerçi nedense hayretle izleyen ve küfür kıyamet yorumlarını eksik etmeyen Türkler de var. Demek ki insan bir olgudan uzak olmak isterse olabiliyormuş.

Tabi filmin tüm siyasi, politik mesajları ve meselesine rağmen her şeyin altında bireysel ihtirasların yattığını da görebiliyoruz. İnsan denen mahluk bir hippi kızı sevdiği için bir insanın tüm ailesini perişan edebilir. Veya makam, para, ün aşkı başka şeyleri göz ardı edebilir. Filmi sadece buradan okuyunca baskıcı ve haksız politikaları da ıskalamış olabiliriz. Zaten öykünün en can alıcı kısmı sonunda çıkar. Haksız yere içeri atılan gençler 15 sene sonra dışarı çıkarlar. Onları haksız yere içeri atanlar da yargılanır. Zannedersiniz ki dünyada bir umut ışığı yanacak. Bu kötü olay, benzerleri olmaması adına bir örneğe dönüşecek. Fakat bile isteye tüm gerçekleri saklayıp insanların hayatlarını zehir edenler birkaç sene içinde beraat ederler.

Herhalde buna benzer hisler uyandıran; yani uzakları izleyip kendi evimizle benzerlikler kurduğumuz bir diğer film de La Battaglia di Algeri'ydi. Fakat In The Name of the Father'ın daha insani, daha bireysel ve daha duygusal ve belki de tüm bunların birleşimi sayesinde daha güçlü olduğunu söylemek lazım. En azından Sheridan'ın filminde şöyle bir sahne var. İyi - kötü tüm duyguların zirveye çıktığı bir iki dakika...

Bu arada hapishane duvarında yer alan 1968 Benfica - Manchester United finali atkısı da gözlerden kaçmadı. Zaten duvarlarda yok yoktu...

Hiç yorum yok: