Cumartesi, Nisan 27

The Boy Downstairs


Konusundan ve tarzından dolayı umutlu olduğum film beni hayal kırıklığına uğrattı. Gerçi IMDB puanı ve internet yorumları (yok denecek kadar az) biraz işaret etmişti ama yine de "Her film iyi çıkabilir, şans vermek gerek" düşünceme sadık kalarak filmi izledim.

Yeni evine taşınan genç hanım Diana, alt katta eski sevgilisinin oturduğunu öğrenir ve sonrasında olaylar gelişir. Daha doğrusu gelişmez. Tempo çok yavaş. Geriye dönüşler ise çok fazla. Adeta zaman tünelinde kayboluyoruz. Filmin süresi 90 dakika ama bana çok daha uzun geldi. Aslında yönetmen ve senarist aynı; Sophie Brooks. Öyküye hakim olmasını beklerdim ama arada kalmış. Daha dramatik de olabilirdi, daha komik de. İkisini harmanlamaya çalışmak çok değerli ama onu yapabilmek de büyük meziyet. Burada yönetmen de öykünün kendisi de nereye gideceğini kestirememiş.

Filmde biraz Woody Allen, biraz Sarah Silvermann, biraz Eternal Sunshie of the Spotless Mind etkileri var ama en sonunda hiçbiri olamıyor. Kendisi de olamıyor. Kısa süre içinde zihinde unutulup gidiyor. Yine de benzerleri gibi olmasa da bizim sinemamızda türeyen Pucca filmlerine 10 basar. Yani onları severek izliyorsanız, bundan sıkılmazsınız. Üstelik ne kadar kötü bir deneyim olsa da yönetmenin diğer filmlerini de merak etmedim değil. 

Cuma, Nisan 26

İtibar


Aslında böyle bir yazı yazmak istemezdim. Hem tercihim hem tarzım değil. Fakat spor basının ucuna biraz girmiş biri olarak bazı düşüncelerimi aktarmak gerekiyor. Bu düşünceleri, daha önce yazı yazdığım yerlerde de yazabilirdim ama ister istemez eksik kalırdı. İçimden geçenleri dışa dökmek için en ideal yer burası. Hem yazmış oluyorum hem de mesela Twitter'a yazarak bir kargaşaya neden olmuyorum. Çoğu arkadaşım olan, en fazla 100 kişinin okuduğu bir bloga yazmak en sağlıklısıydı.

Aslında her şey 2009 gibi başladı. O dönem internette futbol blogları furyası başlamıştı. Birçok genç, kültürlü, bilgili, futbolu seven, takip eden insan bloglarda buluşmuştu. Blog tutanların büyük bir kısmı ya genç oldukları için ya da kariyerlerindeki talihsizlikler yüzünden ana akım medyada yer bulamıyordu. Fakat o dönemde öyle bir atmosfer oluştu ki, bir anda ana akım bloglar oldu.

Sonrasında 'mikroblog' denilen Twitter yaygınlaştı. Blog yazılarına aşina olduğumuz insanlar, Twitter ile beraber oraya geçti. Yazmak istediklerini daha çabuk bir şekilde daha çok insan ulaştırdılar. Tabi biraz daha kısa olarak, yani özet geçerek. Eski uzun ve dolu yazılar ortadan kayboldu. Artık okunmamaya başlanan bloglar da yazarlar tarafından boşlandı. Bir tercihti, kimseye laf söylenemez. Zaten işin bu noktasında herhangi bir sıkıntı yok.

Hem bloglarda uzun yazılar yazabildiklerini gösteren hem de Twitter'da 140 karakterin hakkını verebilenler yavaş yavaş ana akım medyaya geçtiler. Zaten bir yerden para kazanmaya başlamaları lazımdı. Sevindirici bir gelişmeydi. Kafalarda bir hayal ve ideal vardı. Artık köşe başlarını tutan ve ezberden konuşan ağalar yerlerini bırakmak zorunda kalacak ve bu genç insanlar halka ulaşacaktı. İlk başta da öyle oldu. Şu an birçok spor kanalında ve gazete gördüğünüz insanların bir kısmı o topluluktan, bu blogun sağ tarafındaki blog listesinden ve çok daha fazlasından geldi. 

Fakat geldiğimiz nokta, hiç de beklediğimiz gibi olmadı. Sorunun kimde olduğunu bulmak çok kolay değil. Halk, toplum, ahali, okuyucu, izleyici, patron, tiraj, hit gibi kavramlar mı onları dönüştürdü, yoksa onlar mı dönüşmek istedi bilemiyorum. Fakat  eskisinden daha da kötü bir ortam olduğu mevcut.

O yıllarda ben de gençtim. Ben de burada ilk yazılarımı yazdığım yıllarda, hem ergenlikten yeni yeni çıkıyordum hem de taraftarlık duygularım ağır basıyordu. Heyecanlıydım. Sonra sektöre girdim. İsteyerek girdim, çok da keyif aldım. Halen de alıyorum. Kolay bir iş değil, o yüzden sevmeyen insan yapamaz. Barınamaz. Ben seviyorum. Üstelik çok sevdiğim oyunun bir şekilde içine girebilme imkanı yakaladım. İşim sayesinde kendi bakış açılarımı geliştirmiş oldum. Birçok futbolcu ve teknik direktörle tanıştım, konuştum. Kulüplerde, basında, futbolun dokunduğu birçok yerde çalışan birçok emekçiyle, futbol topu sayesinde para kazanan profesyonelle tanıştım. Uzun uzun sohbetlerim oldu. Birçok kişi sektöre girdikten sonra "Artık bu oyunu sevmiyorum" itirafında bulunsa da ben o sohbetler sayesinde işimi de, futbolu da daha çok sevdim. Fakat bir yandan da çocukluğumdan beri ilgilendiğim, izlediğim, oynadığım, okuduğum oyunun ne kadar çetrefilli bir spor olduğunu fark ettim. İlerledikçe ve öğrendikçe aslında, senelerdir anladığımı sandığım oyun hakkında ne kadar çok şey bilmediğimi fark ettim. Bir zamanlar bilgiçlik yaparak çok çabuk salladığım insanların, aslında saygı duyulacak bir iş yaptığını fark ettim.

Zaten bu işi neden yapıyorduk ki? Gerçi herkesin derdi ve meselesi farklıdır ama ben oyunu seviyorum. Bu oyun sayesinde çok şey kazandım. Arkadaş kazandım, para kazandım, eğlence kazandım. Oyunun içinde olmak ve içinde olurken de bir değer üretmek güzel olabilirdi. İdealist duygular olmadan, çok büyük paralar kazanmanın zor olduğu yerde dirsek çürütemezsiniz. Bir şeyler üretmenin hazzını yakalamak zorundasınız. Çok şeyler aldığınız döngüye, bir şeyler vererek katkıda bulunmalı, hatta onun daha iyi hale gelmesine yardımcı olmalısınız.

Her çocuğun daha iyi şartlarda spor yapması ve spor yaparak sosyalleşmesini sağlayabilmek için basının da çok önemli bir yeri var. Aslında buralar uzun konular.

Bir de daha güncel, kısa vadeli bir görevimiz var. Sahada oynayan oyuncunun ve kenardaki teknik direktörün kendisini ifade edeceği, halka ulaşacağı bir araçtır spor medyası. Ayrıca izleyenlerin de bilgi alacağı bir yerdir. Yani bir köprüdür.

Tabi herkes bu ideallere sahip olmayabilir. Fakat bir de etik kısmı var; sahada mücadele eden insanların itibarını korumak gibi. Evet; onları eleştirmek en doğal hakkımız ama kelimeler doğru kullanılmalı, eleştiriler belli bir süzgeçten geçilerek yapılmalı. Bu "yıkıcı değil yapıcı eleştiri" ezberine benzese de aslında tam olarak değil. İsterseniz yıkabilirsiniz de. Fakat kullandığınız dil önemli. Yazı ile edebiyat ile iş yapan ve üreten insanların kullandığı dil önemli; zira toplum bile oradan şekillenecektir. Şu günlerde o dilin ıskalandığını çok net görebiliyoruz.

O 2009 zamanının en gözde isimlerinden biri Ali Ece'ydi. F Dergisi'nde severek okurduk. Sonra tanışma imkanımız da oldu. Futbolu sevdiği belliydi. Fakat zaman içinde bambaşka bir figüre dönüştü. Karius şovu, bir 'iş' diyelim ve geçelim. Fakat Fanatik'teki yazılarında yazdıkları gerçekten akıl alır gibi değil. Mesela Hasan Ali Kaldırım'ı eleştirmek yerine, "Onu yorumlarsam dava açabilir" minvalinde cümleler  kullanıyor. Nasıl yani? Hakaret davası mı? Yani kötü oynayan (bence kötü değil) bir sol beke hakaret edebilir miyiz? Üstelik bizi bundan alıkoyan sadece maddi tutar mıdır? Yani hakaretlerin yargıda cezası olmasa eder miydik? Kötü oynayan bir sporcuya kendimizi tutup hakaret etmememiz bir başarı mıdır? Bir sol bekin kötü oynaması ne kadar kötü ve sinirlendirici bir olaydır?

Veya Trabzonspor maçında kırmızı kart gören Belhanda için "Onunla aynı evde kalsaydım (ki kalmam da) elektrik faturasının parasını ona vermezdim" ne demek? Ucu ırkçılığa kadar gider ama Ali Ece'nin öyle bir adam olmadığını biliyoruz. Fakat onu okuyanların ne olduğunu bilmiyoruz. Ali Ece gibi biri böyle cümleler kullanıyorsa, öfkeli kalabalık Belhanda'yı veya Hasan Ali'yi görünce ne der? Sahada işin yapanları eleştirirken, onların en azından itibarını korumak gerekmez mi?

Uğur Karakullukçu tanıdığım sevdiğim bir arkadaşım. O blog jenerasyonunun en gözde gençlerinden biriydi. Altyapı maçlarını izler, ülke puanı hesaplardı. Araştıran bir adamdı. Hâlâ da öyledir. Çalışkandır. Tırmalar. A Spor'dan ülkeye seslenir. Tanıştığım ve işimi öğrenen insanlar bana direkt onu soruyor mesela. O kadar seviliyor.

Geçen sezon bir konuyla gündeme gelmişti. Yasin Öztekin'in kendisini tehdit ettiğini söylemişti. Haklı olabilir. Gerçekten de Yasin arayıp onu tehdit etmiştir, şaşırmam. Fakat Uğur, bu olayı canlı yayında açıklarken "Ben gazeteciyim, Yasin'i eleştiremeyecek miyim?" dedi. Bu cümlede de hata yok. Fakat Uğur'un Yasin için yazdığı tweet'leri biliyoruz. Mesela ona 'Eyşan' demişti. Eğer Ezel izlediyseniz Türkiye Twitter  literatüründe Eyşan'ın ne anlama geldiğini biliyorsunuzdur. Bir sporcuya, bir gazeteci buna diyebilir mi? Bu bir eleştiri midir? Gazeteci bunu derse, başkaları neler der?

Serdar Ali Çelikler yakın çevremizde çok sevilen bir isim. Hatta o yüzden, yani onu eleştirdiğimiz için bizi arkadaşlıktan çıkaran dostlarımız oldu. Onlara göre Serdar Ali dobra konuşan bir adamdır. Aslında dobra konuşmuyordu, sadece arkadaşlarımızın sevmediği Aykut Kocaman'ı yerden yere vuruyordu,  arkadaşlarımızın da hoşuna gidiyordu. Serdar Ali için değişen bir şey olmadı. Yeni sezonda başkalarını etiketliyor. Reyes'e 'kazma', Jailson'a 'çubuk kraker' diyor. Aslında bu sıfatlar da bire birde çok dert edilecek konular değil. Yıllarca Recep Çetin'e de 'takoz' dendi. Tekniği yetersizdi çünkü. Fakat diğer özellikleri, onun yıllarca Beşiktaş'ta tutunmasını sağladı ve herkes de bu özelliğine saygı duydu. Serdar Ali'nin ise Reyes ve Jailson'a saygı duyma gibi bir derdi yok. Onların itibarı umrunda değil. Haliyle Kocaman'a sallarken kral olan Çeliker, şimdi Ali Koç döneminde salladığı oyuncularla biraz tepki çekmeye başladı. Ekşi Sözlük'ten aldığı duyumlar ayrı mesele ama o mesele bu yazının, yani 'dil' konusunun derdi değil.

Uzak mesafeli olduğum insanları eleştirip yakınlarımı teğet geçmem adil olmaz. Bir dönem çalıştığım Socrates'te de benzer bir durum var. Youtube programlarının büyük bir kısmını severek dinliyorum. Fakat bazılarında küçük bir "Beyaz Futbol"a dönüşüyorlar. Oysa en çok eleştirdikleri kültürün simgesidir Beyaz Futbol. İki tarafı birbirinden sadece özneler, özel isimler ayırıyor. Beyaz Futbol'da, Sneijder, Kocaman, Şenol Güneş gibi isimlerden bahsedilirken burada Giroud, Mourinho gibi uluslararası ve bizden uzakta olan isimler değerlendiriliyor. Onlara çok rahat 'çöp' deniliyor. Programda ulanlar, herifler havada uçuşuyor. Madem böylesi komik ve sıcak; Abdülkerim Durmaz ile Ahmet Çakar'ın günahı ne? Ayrıca bir oyuncu bizi izlemiyorsa, bizim eleştirilerimizi duymayacaksa, İngiltere'de top oynayan bir Fransız ise ona hakarete yakın kelimelerle eleştiri düzmek makul mu?

İsim isim örnek vermeyi bırakalım. Konuyu tasvir ettik. Şimdi bu durumun nedenlerini tartışalım. Son dönemin yaygın tabiriyle, biz ne ara böyle olduk?

Spor medyasında ve hatta hayatın tüm alanlarında artık okuyucu ve izleyici talep ediyor. Onlar para harcıyor. Parayı da markalar veriyor. Sponsorların, reklam şirketlerinin sunduğu kadar var olabiliyorsunuz. Sponsorların önemsediği, ya da ölçtüğü, tek bir şey var; rakamlar. Bir projede sizinle çalışmak istiyorlarsa veya bir projeye para akıtmak istiyorlarsa bunun geri dönüşünü hesaplamak zorundalar. Bu geri dönüş de etkileşim sayesinde oluyor. Markalar için Twitter'da ve diğer sosyal medya mecralarında ne kadar etkileşim alındığı önemlidir. Haksız da sayılmazlar. Kendi sektörlerine göre tutarlı bir anlayışları var. Tabi ki en çok 'rating'i olana para harcamak istersiniz.

Şarkıcı, oyuncu buna göre hareket edebilir. Serenay Sarıkaya saç kesimini en çok nasıl beğeniliyorsa öyle yapabilir. Veya başka biri tweet'lerini ülke gündemin göre kutlama ve kınama mesajlarıyla şekillendirebilir. Ne de olsa onlar fikirleriyle değil yetenekleriyle ön planda. Çoğunluğa fikir sunmak zorunda değiller.

Fakat aynı durum basında yer alan 'üreticiler' için geçerli olmamalıydı. Maalesef öyle oldu!  Herkes bireysel bir medyaya dönüştü. Bu nedenle daha çok 'tık' almak zorundasınız. Bunun da en kolay yolu çoğunluğa göre şekil almaktır. Futbol okuyan ve izleyenlerin çoğunun durumunu ise biliyoruz. Belki siz de onlardan birisiniz. Tahammülsüz, saldırgan, öfkeli, kendi fikrinin kesin doğru olduğundan emin, araştırmaktan kaçınan, kendisini çürütecek bilgi ve verilere düşman bir kitleye sahibiz. O kitlenin hoşuna gidecek sözler söylediğiniz sürece "Adamsın", "Dobrasın", "Bunu ancak sen söylersin abi" gibi cümleleri duyarsınız veya okursunuz. 

Bu kitlenin en büyük düşmanı da futbolculardır. Özellikle de bazı yerli futbolcular ama genel olarak mimlenmiş futbolcular, teknik direktörler. O kitleyi ayrı bir yazıda irdeleriz ama konumuz basındakiler. İşte onlar da bu kitleye göre konuşmaya başladılar. Aykut Kocaman'ı, Hasan Ali Kaldırım'ı, Belhanda'yı eleştirmenin, hatta ona yaratıcı bir şekilde hakaret etmenin geri dönüşü var. Kimse bunu ıskalamak istemiyor.

Sadece yukarıda bahsettiğim isimler değil bunu yapan. Tüm sektöre yayılan bir durum. Hatta yorumculardan daha çok muhabirlerde böyle bir durum var. Mesela Galatasaraylı muhabirler, yaz ayında Tarık Çamdal'ı yerin dibine sokmak için adeta yarıştı. Tarık, muhakkak kötü bir transferdi. Verilen para da çoktu. Fakat silah zoruyla gelmemişti. Takımda kalmak da onun isteğiydi. Ben futbolcu olsam, oynayacağım takıma giderdim ama takımda kalıp, oynamadan para kazanmak da bir tercihti. Yanlış değildi. Yanlışı yapan onu takıma yüksek bedelle katanlardı. Fakat taraftarların tepkisi en çok Tarık'a olunca, muhabirler de en çok ona yürüdü. Çöp kutusu görseli paylaşıp, "Tarık idmana çıkıyor" diyen muhabir bile oldu. Kimse de "Beyler ne yapıyorsunuz?" demedi. Zaten onu diyen olsaydı da ya "Yerli oyuncu dostu" olurdu, ya da "Farklı olmaya çalışılıyor" denilerek marjinalleştirilirdi.

Son dönemin bir diğer revaçta sözüdür, hepimiz aynı gemideyiz. Hakikaten de öyledir. Biz bu toplumun bir parçasıyız. Ve herkes yaşadığı toplumdan rahatsız. Spor medyasındaki isimler, sosyal hayatlarında toplumun yaşadığı dönüşümden, toplumdaki öfkeden rahatsız olduklarını söylerler. O öfkeyi söndürebilecek güçleri yoktur muhakkak. Sonuçta sadece 90 dakikalık bir maçı yorumluyorlar. Onlardan bir toplum mühendisiliği beklemek haksızlık olur. Fakat rahatsız oldukları şeylere dönüşmeleri de iç acıtıyor. Bu alevi körüklemeleri üzüntü verici. Hatta bazen de sinirlendirici.

Sahada emek veren insanların işlerini bu kadar küçümsemek, emeklerini yok saymak, kimliklerini itibarsızlaştırmak hoş bir durum değil. Sonuçta gazeteci de sponsor da, ürettiğini futbolu seven insanlara satıyor. Eğer seyirciye/müşteriye sahadakilerin kazma, çöp, karaktersiz, tembel olduğunu söylerseniz, bir yerden sonra ürünü satamazsınız. Kim onları sevecek? Kim onları izleyecek?

Türkiye futbolundaki kalite muhakkak düştü. 10 yıl önceki gibi değil. Fakat yine de sahada bir oyun var. İzlenmeye değer bir oyun. Birileri orada mücadele ediyor. Kötü veya yetersiz olabilirler ama kısa vadede onlardan çok daha iyisi gelmeyecek. Seviyemiz bu. Bunu yükseltmek için çalışmalar olabilir ama çalışan herkesi küçük düşürerek bir yere gelinemez. Üstelik seviye ne kadar düşük olsa da oyunu izlemek için bir neden bulunabilir. Basının bir görevi de o nedenleri göstermektir (Ligin reklamını yapmaktan bahsetmiyorum).

Bu toplumsal olayın heyecanını yaşatmak gerek. 1980'lerde ve 1990'ların başında da Türkiye futbolunun seviyesi çok üst düzey değildi. Fakat spor sayfaları okunur, maçlarda tribünler dolardı. Çünkü insanlar Takoz Recep'i de, İmparator Oğuz'u da, Kral Tanju'yu da görmek isterdi. Herhalde Tanju Çolak şimdi oynasaydı, aynı maç sonu röportajlarıyla kimseyi tatmin edemezdi. Attığı gollere de bir kulp bulunurdu.

Sonuç olarak, bu itibarsızlaştırma, bu kötü dil, bu öfke beni üzüyor ve sinirlendiriyor. İnsanların emeğinin böylesine göz ardı edilmesine içim el vermiyor. Bu dil daha ne kadar devam edecek onu da bilmiyorum. Herhalde en sonunda gazeteler iflas edip, insanlar futbol izlemekten vazgeçince herkes yaptığı kötülüğün farkına varacak. Ya da yine suçlanacak başka birileri bulunacak.

Spor medyası son 10 yılda doping alana, şike yapana, kulüplerin kasalarını boşaltanlara, kötü orta yapan bir sol beke kızdığı kadar kızmadı.

Bir orta saha, kırmızı kart gördüğü için ne kadar suçlu olabilir ki? Bu ülkede en büyük suçlu o oluyor.


Pazar, Nisan 21

Nika: Oyundan Öte



Eksikleri olsa da, süresi kısa olsa da, biraz fazla dar çevre de kalsa da izlenmeyi hak ediyor... Futbola ve tribüne dair çok az görsel içerik var. Emeğe sahip çıkmak gerek.

Cumartesi, Nisan 20

Oy Değil Gol


Eski futbolcular son dönemde bir furyaya kapıldı. Röportaj veriyorlar, röportajlarında takım içinden bilinmeyen anıları komik bir dille anlatıyorlar. Serhat Akın'ın Twitch'i ile başladı, Atakan Kurt'un programıyla hızlanarak devam ediyor. Biz de gülerek dinliyoruz. Takım içinde olan bitenler onları bağlar ama tribünlerde yaşananları, ya da tribünlerin tepkilerini biraz yanlış anlamış olabilirler.

Geçtiğimiz  günlerde de gündeme bir açıklama düştü. Beşiktaş'ın eski futbolcusu Ahmet Dursun verdiği bir röportajda "Beşiktaş'ta estiğim zamanlar 'MHP'ye sempatim var' dedim. Bunu diyince taraftarlar bana karşı cephe aldı. Sürekli yuhalandım. Gol attığım bir maçta da yuhaladılar. Tayfur Havutçu taraftara 'yapmayın' dedi. Ona da, 'Ahmet'i alana Tayfur bedava' diye bağırdılar" ifadelerini kullandı. Ahmet'in açıklaması bayağı dikkat çekti. Beğenenler, gülenler, "Ulan Çarşı!" diyenler oldu. İyi, güzel ama gerçekten olaylar böyle mi gelişti?

Esasında Ahmet Dursun böyle bir açıklama yapıyor. 2001 yılının Ocak ayında Sabah gazetesine bir röportaj veriyor. Tabi Sabah o zamanlar, şimdiki gibi bir siyasi partinin yayın organı değil. Magazine de çok fazla kayıyor. Röportajın havasında da magazin esintileri var. Zaten Ahmet de magazinel bir futbolcuydu. O dönemde de hem gol atıyor hem de tartışılıyordu. Mesela takım içinde Mehmet Özdilek ve Erman Güraçar ile kavgaları manşet olmuştu. Özellikle efsane kaptan Şifo ile kavga etmesi yüzünden tribün onun plakasını almıştı bile. Sonrasında Sabah röportajı geliyor. MHP'li olmasından ziyade daha ilgi çekici cümleler var. O dönemde tabu olan konulara giriyor. "Seksi zamanında yaparım" diyor mesela. Özel hayatı o günlerde zaten gündemdeyken böyle bir açıklama yapma ihtiyacı hissediyor. Hatta röportajda formsuz olduğunu kabul ediyor ama bunun özel hayatıyla ilgili olmadığının altını çiziyor. MHP konusuna ise "Tokatlıyız, doğuştan MHP'liyim. Ama programını bilmem" cevabını veriyor.

Beşiktaş tribünün sadece bu cümle yüzünden, program bilmeyen Ahmet'e tepki göstereceğini sanmıyorum. Üstelik o sezonun (2000-2001) ikinci yarısı boyunca Ahmet Dursun protesto ediliyordu. Bir cümle yüzünden beş ay gidilmezdi. Başka sebepler olmalıydı. O dönem Beşiktaş'ın maçlarına giden arkadaşlarıma da konuyu sordum. Hepsi Ahmet'in yuhalandığını hatırlıyor ama hiçbiri MHP açıklamasını bilmiyor.

Öyleyse arşivlerde biraz daha gezelim. Ahmet Dursun, 1999-2006 arasında altı sezon Siyah-Beyazlı takımın formasını giydi. Son üç sezonunda gol sayıları da ilk 11'de oynadığı maç sayısı çok düşük. İlk üç sezonunda ise gerçekten estiriyor.  Resmi maçlarda sırasıyla toplam 21,  16 ve 14 gol atıyor. İlk sezonunda o dönemin meşhur "Ahmet dursun, Seba gitsin" tezahüratı yapılıyor.

İkinci sezonunda, yani 2000-2001'de Ahmet Dursun ligde 12 gol atıyor. Fena rakam değil. Sezonun ilk yarısında çok daha iyi günler geçiriyor. Devre boyunca 7 gol atıyor. Galatasaray maçında attığı iki golle derbiye damga vuruyor. Bir de unutulmaz Barcelona maçı var. Gerçekten esiyor! Fakat sezonun ikinci yarısında aynı gitmiyor. Zaten Beşiktaş da iyi başladığı sezonda giderek formdan düşüyor. Nevio Scala gönderiliyor, Daum geliyor. Tribünler huzursuzlaşıyor. Tüm oyunculara tepki oluyor. Bazı maçlarda Kapalı, eski futbolcuların isimlerini bağırarak sahadakilere nispet yapıyor. Sevilen, protestolardan muaf tutulan tek bir isim var; o da Pascal Nouma.

Nisan ayında bir Samsunspor maçı oynanıyor. 0-0 sona eriyor. Forvetler saç baş yolduruyor. Mehmet Özdilek penaltı kaçırıyor. En çok tepkiyi Ahmet Dursun çekiyor. Siyasi bir tepki yok. Ahmet o sıralar formsuz. Bilal Meşe bile ertesi günkü köşe yazısında "Biz Ahmet'i eleştirmekten bıktık, o kötü oynamaktan bıkmadı" yazıyor. O maçı çok iyi hatırlıyorum. Çünkü bir gün sonrasında Bağdat Caddesi'nde Ahmet Dursun'u görmüştüm. Orada bile denk gelen Beşiktaşlı taraftarlar kendisine laf atıyordu. Beşiktaş için şampiyonluk hayalinin sonraki sezonlara ertelendiği gündü. Sezon resmen değil ama fiilen bitmişti ve taraftarların odağında gol atamayan Ahmet Dursun vardı.

İki hafa sonra Beşiktaş, İstanbulspor ile karşılaştı. Galibiyete, hatta erken gollere rağmen 90 dakika bütün takıma protesto yapıldı. Maç 30 dakikada 2-0 oldu. 36. dakikada ise Beşiktaş bir penaltı kazandı. Taraftarlar penaltıyı Nouma'nın atmasını istese de topu eline alan Ahmet Dursun'du. Taraftarın isteğine karşı gelerek penaltı noktasına giderken, stadyumdan uğultular yükseliyordu. Golü atsa belki her şey düzelebilirdi ama penaltıyı kaçırdı. Sonrası çılgınlık... "Ahmet dışarı" sesleri İnönü'yü inletiyor.

Sezonun son iç saha maçında (Siirt Jet Pa) ise Ahmet Dursun sadece 45 dakika sahada kalabiliyor. 

Yine de zaman her şeyin ilacı. Futbolda yeni sezon yeni umutlar demektir. Nouma gidiyor, Ahmet kalıyor, takım değişiyor, transferler geliyor. Yazın düzenlenen sezon açılışı töreninde tribünler doluyor. Taraftarlar en çok desteği Ahmet Dursun'a veriyor. Küsler barışıyor. Belki Ahmet Dursun yine MHPli olmaya devam ediyor ama zaten o konu pek de tribünün umurunda değil gibi duruyor. Onlar sadece Ahmet'in sahada toparlanmasını bekliyor. Yeni sezon öncesi beyaz bir sayfa açıyorlar. Ahmet Dursun 14 golle sezonu tamamlıyor ama Beşiktaş yine üçüncü oluyor!

Konuyu nereye bağlamak lazım bilmiyorum. Aradan 18 sene geçmiş. Belki bizim bilmediğimiz, arşivlere girmeyen, 30.000 taraftarın büyük bir kısmının bilmediği mevzular vardır. Olabilir. Fakat sanki biraz abartı da hakim. Bu tip açıklamalar son dönemde çok arttı. Futbolcuların hafızaları da, tribünü anlama konusundaki düzeyleri de pek yeterli değil gibi. Neyse ki arşiv var...




Cuma, Mart 29

Grumpy Old Men


Çocukluğumuzda televizyonda sıkça rastladığımız filmlerden. Benim hiç ilgimi çekmemişti. Zaten o zamanlarda bizim yaş grubunun izleyip gülebileceği filmlerden mi emin değilim. Fakat yine de izleyen arkadaşlarımı hatırlıyorum. Kendi çapında bir meşhurluğu vardı.

Fakat 1993'te çekilen filmi, tüm 90'ları pas geçerek yok saydım. İzlemek de yeni nasip oldu. Güzel bir pazar kahvaltısı sonrası, karlı havada izlenebilir.

Benim izleme nedenim son aylarda Jack Lemmon filmlerine sarmış olmamdı. Tabi o filmlerin çoğu 1960'lara ait. Denk gelince 1990'lardaki haline de bakasım geldi. Yetenekli bir sinema oyuncusu ve komedyen olduğu aşikar. 68 yaşında aynı şekilde başarılı bir performans sergilemesi şaşırtmadı ama etkiledi. 

Walter Matthau ise tipini isminden daha iyi bildiğimiz isimlerden. Konu konuyu açar. Lemmon ile beraber 10 filmde oynamışlar. Grumpy Old Men sayesinde bu bilgiyi öğrendim ve listeye göz attım. The Odd Couple Oscar adaylıkları olan da bir film. İzlemek için heveslendim. Aklımın bir köşesine yazdım.

Grumpy Old Men'in ikincisi de iki yıl sonrasında çekilmiş. Ona aynı hevesi gösteremedim. Fakat serinin ilk filmi yeterli derecede iyi. Sıkmıyor, güldürüyor. Huysuz yaşlıların kendi aralarında atışmaları, çocuk gibi davranmaları büyük bir kesimi memnun etse de bana cazip gelmiyor. Fakat gerçekten Lemmon etkisi hissediliyor.

Birçok komedyenin mizahı mimik yapıp geçmek sandığı bir çağda Lemmon önemli bir örnek.  Zira kendisi sadece mimiklerini kullanmakla kalmıyor, duygularını da gösteriyor, hissettiriyor. Canlandırdığı karakter bir karikatür değil. Çoğu filminde de öyle karakterleri olmadı. Sıradan normal insanlara komik haller yükledi. Evet mimikleri vardı, güldürdü de. Fakat sadece ondan ibaret değildi.

Tam bu noktada çok sevdiğim ama komedisinde pek gülemediğim Jim Carrey ile benzeştiğini ama bir noktadan sonra ondan ayrıldığını düşünüyorum. Lemmon, bu fark sayesinde komedyenden öte bir sinema oyuncusuna dönüşüyor. Carrey de sinemaya çok büyük katkılar verdi ama muazzam yeteneğini harcadığına dair görüşlerimi başka bir yazıya saklıyorum.

Bu arada Lemmon filmi denilince akla gelmeyen ama belki de kariyerinin en önemli filmlerinden biri olan Missing'i hâlâ izlememiş olmam da benim ayıbım. Fakat JFK'dan kendisine aşinayım. Yani Lemmon sadece bir komedyen olarak geçirmedi ömrünü. Carrey de u yaftadan sıyrılınca farkını belli etti zaten.

Yani kısacası, başlıkla alakalı olarak yazıya dönersek; oyuncusuyla büyüyen bir film...


Perşembe, Mart 28

Stadyum Müziği


.... Karmaşık taktikler maçın başlama düdüğü çaldığında çabucak anlamsız hale gelir. Antrenörlerle ve oyuncularla yapılan basın toplantıları ve röportajlar zamanın güzelce boşa harcandığı oyalanmalardır. Maçın özü maç sırasında, oyun oynandığında mevcudiyete gelir. Tabii müzik de çınlamalı. Tragedyada koronun söylediği Dor odlarının tekrarlı, ince ritimleriyle değil de adeta hipnoz etkisi yapan ve sahadaki aksiyonun hem yankısı hem enerjisi olan taraftar şarkılarının devamlı, bütünleşik koral eşliğiyle... Stadyumun korkunç hoparlör müziği taraftarların çınlayan müziğini berbat eder, özellikle de Queen'in We Are the Champions'ı gibi boş beleş şarkılar. İsterseniz bana Talibancı bir gerici deyin ama bence stadyum müziği yasaklanmalı.

Simon Critchley - Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz

Çarşamba, Mart 27

Molly's Game


Aaron Sorkin, izlediğimiz, sevdiğimiz birçok filmin senaristi. Fakat onu yönetmen koltuğunda hiç görmemiştik. Molly's Game onun ilk yönetmenlik deneyimi. Açıkçası filmi bitirene kadar, onun yönettiğini bilmiyordum. 50 küsür yaşında bir adamın ilk defa kalkıştığı bir deneyimin altından kalkmasına sevindim. Molly'nin kendisinden daha ilham verici. Ortaya muazzam bir başyapıt çıkmış olmasa da; bu bilgi beni heyecanlandırdı. Ne olursa olsun bir "ilk film" havası hissetmiyorsunuz. Üstelik film 2 saat 20 dakika sürüyor. Riskli bir süresi var. En ufak bir sıkılma anı seyirciyi bozardı. Fakat böyle bir durum yaşanmıyor. Sorkin'in filme hazırlanırken David Fincher'dan faydalandığını okudum; şaşırmadım.

Tabi Sorkin bir marangoz veya sigortacı değildi. Bir senarist olarak sektöre hakim olmasının avantajı muhakkak vardır. Ayrıca iyi bir kaleme sahip olmasına rağmen elindeki hikaye gerçek bir hikayeden uyarlama. Haliyle senaryoda da pek fazla boşluk kalmıyor. Sadece karakter oluşturmada ve derinliğe inmede sıkıntılar mevcut. Fakat zaten filmin süresi ve temposu buna izin vermezdi.

Molly Bloom, bir serbest stil kayakçı olarak olimpiyat kürsüsünde yer gösterecekken sakatlanıyor ve spordan uzaklaşıyor. Ondan sonra kendisini poker masalarında buluyor. Depresyonunu atmak için kumar oynamıyor; tam tersi kendine bir kariyer çiziyor. "Kumarı bir kişi kazanır; o da oynatandır" felsefesinden yola çıkarak çok büyük bir kazanç ve şöhret ediniyor. Fakat sonrasında hukuka yakalanıyor.

İlgi çekici, güzel bir hikaye. En büyük derdim ise uzun ve hızlı monologlar oldu. Bunları takip etmek çok zor. Altyazı bile olsa izleyiciyi yoruyor. Hatta altyazı nedeniyle görüntülerden de kopuyoruz. Bazı noktalarda film izlemek yerine kitap okudum adeta. Eh; bir kitap uyarlaması zaten..

Jessica Chastain'e pek denk gelmemiştim ama burada takdirimi kazandı. Bu arada gerçek Molly'e pek benzemiyor. Gerçek Molly'nin tipine bakınca bir tekinsizlik hissediyorsunuz. Mesela bir avukat olsa güvenmezsiniz, doktor olsa fazla tedavi ile çok para kazanması planlayacağını düşünürsünüz. Tipten insan yargılamak hoş değil ama Chastain'in daha nevrotik ve duygusal tipi; karaktere sempati duymayı kolaylaştırıyor. 

Neyse; pek önemli değil. Güzel film. Kevin Costner çok az yer alsa da benim pozitif ayrımcılığımdır. Idris Elba ise tüm karizmasıyla şahane iş çıkarıyor. Heyecanlı öykü, sağlam oyunculuklar. Çok büyük beklentiler oluşturmadan; yorgun bir günün ardından izlenecek güzel bir akşam filmi...

Salı, Mart 26

Rakibe ve Hakeme Saygı



Son zamanlarda, özellikle altyapılarda rakibe saygı temalı davranışlar moda oldu. Genelde olay şöyle gelişiyor:

Hakem bir takım lehine karar veriyor. Oyunculardan biri kararın yanlış olduğunu söylüyor. Hakem verdiği karardan vazgeçmiyor. Oyuncu da hakemin kararını es geçerek topu rakibe veriyor. 

Anlatınca veya izleyince gayet güzel hissediyoruz. Son olarak Galatasaray'ın İstanbulspor ile oynadığı U-14 maçında benzeri oldu. Tesadüfen maçı televizyondan canlı izliyordum. Pozisyon oldukça tartışmalıydı. Galatasaray'ın kaptanı Beknaz Almazbekov, Mehmet Ağıl ile girdiği ikili mücadelenin ardından yerde kaldı. Hakem Tuğçe Duman penaltı noktasını gösterdi. O esnada İstanbulspor teknik heyetinden yükselen tepkiler bize kadar geliyordu. Tartışmaların ardından penaltı noktasına koyulan topu Beknaz auta gönderdi. Sonrasında olaylar geçildi. Maçın anlatan spikeri sosyal medya derken Mustafa Cengiz bile ibra edilmemesinden sonra bu olayı kullanarak kendini savunmaya çalıştı.

Pozisyonu değerlendirsek; ben hakem olsaydım penaltı vermezdim. Fakat hakemin kararınını da anlayabiliyorum. Beknaz'ın çok hızlı düşmesi önemli bir etken. Onun dışında rakip oyuncunun elleri ve ayakları da Beknaz'a çok yakın. Önemli değil gerçi. Pozisyonu değerlendirmeyeceğiz. Ne de olsa sahada bir hakem var. Muhakkak bir şey gördü. Beknaz'ın uyarısına rağmen kararından dönmediğine göre Beknaz'a hiç temas olmadığını düşünemeyiz. Beknaz bu müdahalenin penaltı olmadığını düşünebilir ama peki o zaman hakem niye var?  Öyleyse oyuncular, bir noktadan sonra hakem hocası rolünü mü alacak? Saygıdan kasıt sadece rakipler için mi geçerli; yoksa hakemler de oyuna dahil mi? Onlara saygı göstermek gerekmez mi? 

Yine de Beknaz'ın pozisyonunda hakemin yanlış karar verdiğini söyleyebiliriz ve pozisyonun sonunda yaşananlara güzel hisler besleyebiliriz. Peki birkaç hafta önce Altınordu maçında yaşananlara ne demeli? Hakemin kesinlikle doğru karar verdiği bir pozisyondan bahsediyoruz. Oyuncu, rakibin müdahalesiyle yerde. Hakem penaltı noktasını gösteriyor. Yine kenardan ve tribünden tepkiler. Üstelik bu sefer, İstanbulspor cephesine kıyasla daha sert ifadeler var. Sonrasında penaltı kullanılıyor ve rakibe saygı...

Rakibe saygı güzeldir ama hakeme saygı? Doğru karar veren bir hakemin kararlarını bile ezeceksek hatalı kararlara nasıl reaksiyon göstereceğiz. Zaten Türkiye futbolunda sık sık yaşanan kaos da buradan oluşuyor. Genel anlamda oyuncuların hakem kararlarını değiştirme dürüstlüğünü göstermesinden yana değilim; zira iyi niyet yanlışlıklara sebep olabilir. Oyuncu pozisyon esnasında, pozisyonun içindeki kişi bile olsa aslında çok dar bir açıdan olayı izleme şansına sahiptir. Hatta izlemez; olayı yaşar ama adeta bir at gözlüğü ile yaşar. Dışarıdan gözler (hakem de buna dahil) olayları, aktörlerden daha iyi süzebilir. Çok bariz pozisyonlarda hakeme yardımcı olunabilir ama böylesine yakın temasların olduğu ikili mücadelelerde doğru bir çıkarım yapmak oldukça zordur.

Kulüplerin ve bireylerin son zamanlarda "En temiz ve dürüst" rekabetine girmesi bir yandan sevindirici. Güzel, gönlümüzü sıcak tutan hareketler izliyoruz. Fakat diğer yandan dürüstlüğün rekabete dönüşmesinden rahatsızım. Bu sefer amaçtan sapılıyor. Rakibe saygı gösterilirken, hakeme saygısızlık başrole çıkıyor. O zaman bir yerden kazanç sağlarken, başka bir sorun derinleşerek içimizde yer ediniyor. 


Cumartesi, Mart 23

Tudo Que Aprendemos Juntos


Sinema çok da fazla çeşit barındırmaz. Hatta sadece sinema da değil; öyküler, romanlar. Konular az çok bellidir. Zaten kaç tane farklı hayat var ki? Kaç tane farklı hayat hikayesi? Milyonlarca sinema filmi var ama hikayeler en fazla yüz çeşittir; veya bin olsun...

Bir adam sorunlu bir mahallenin okuluna gider ve olaylar gelişir. Defalarca izledik. Daha da izleyeceğiz. Bazılarından çok sıkılacağız, bazılarını çok seveceğiz. Tudo Que Aprendemos Juntos  onlardan bir tanesi. Yani en azından benim sevdiklerimden biri oldu...

Aynı hikayenin Brezilya tarzı anlatışı. Bu sefer arka planda müzik var. Bir kemanist Sao Paulo Senfoni Orkestrası'nın seçmelerini kazanamayınca, hayatını devam ettirmek için çok da hoşuna gitmemesine rağmen sorunlu bir mahallenin okulunda öğretmenlik yapar.

Ergenlerin çoğunlukta olduğu filmleri izlemeyi seviyorum. Güney Amerika da etkileyici bir mekan. Tabi sadece bunları vermek yeterli olmayabilir. Sinemanın ayırt edici özelliği de burada geliyor. Seyirciyi öykünün içine almak, duyguları verebilmek çok önemli meziyetler. Film de bunu başarıyor. Sonunu az çok tahmin edebilmek bile önemli değil. Hikayeden ziyade karakterler merak ettiriyor. 

Sevdim...


Cuma, Mart 22

Kalite Farkı


Futbolcuların tüm o GPS’leri vücutlarına taktıklarını görmek beni çok güldürüyor. Çünkü verilere baktıklarında istatistikçiler şöyle diyebilir: "100 pastan 80’i isabetli." 

Gerçekten mi? Peki bu pasların doğru olduğunu nereden biliyorsunuz? O pasları nasıl saydıklarını biliyor musunuz? Onlar için benim gönderdiğim topu arkadaşım kontrol ettiği an, tamam; pas olarak sayıyorlar. GPS için iyi bir pas. Tamam ama bu arkadaşım topu aldığında tepesinde dört rakip oyuncu var. Demek ki bu, aslında kötü bir pas. Doğru pas; markajdan kurtulmuş, diğer tarafta boşta olan başka bir arkadaşımaydı. GPS bunu belirleyemez. Arkadaşını zora sokacak da olsa bir şekilde toptan kurtulmak yetiyorsa, burada istatistiğin bir yararını göremiyorum. Topu kaybetmemem gerekir ama aynı zamanda takım arkadaşımın da topu kaptırmasından sorumluyum. Büyük takımlarla vasat takımlar arasındaki fark, pas bağlantılarının kalitesinde yatar. Sorun şu ki istatistikler asla bu yetinin, bu kalitenin yerine geçemez.

Xavi Hernandez / So Foot (Röportajın tamamı)

Çarşamba, Mart 13

Fatih Harbiye


Geçtiğimiz aylarda bir sınav sorusu  ülkenin gündemine oturdu. Zaten artık ülkenin gündemine herhangi bir olayın oturmaması mümkün değil. O sınav sorusunda da, liseli gençlere ayrımcılık aşılandığı iddia ediliyordu. Haber burada. Soruyu soranların ne yapmak istediğini ben bilemem. Fakat bu metnin Yahya Kemal'a ait olduğunu biliyorum. Yahya Kemal'in de sohbetlerde, programlarda her adı geçtiğinde, her kesimden saygı gördüğünü biliyorum. Tıpkı Peyami Safa gibi.

2002 döneminden önce lisede olan bizim kuşak bu soruya çok tepki gösterdi. Eski Türkiye'yi, kendi çocukluklarını çok özlediklerini, kendi dönemlerinde böyle okuma parçaları ve sınav soruları olmadığını iddia ettiler. Fakat acaba kendi döneminde neler okuduklarını hatırlıyorlar mıdır? Ben, Ezansız Semtler'i hatırlamıyorum ama Fatih Harbiye'yi hatırlıyorum. O zamanlar ne ben şimdikigibi düşüncelere sahiptim ne de ülke gündemi böyleydi. Fakat o saflığıma rağmen yine de kitabın içeriğini az çok anlamıştım. 100 sayfalık kitabın tamamını okumak ise neredeyse 20 senemi aldı.

Türkiye'nin mevcut insanları, kökleşmiş sorunlarının çok yeni olduğunu sanıyor. İnsanlar, toplumsal sorunların yaşadıkları döneme denk geldiğini ve bunun kendi şanssızlıkları yüzünden olduğunu düşünüyor. Hatta bunu dile getirdiğimiz için başka bir postun altında, bize yetmez ama evetçi bile dendi. Ne alaka çözemedim ama olsun. Al işte sana Fatih Harbiye!

Bu romanı bugün yazacak adam bir kesimden linç yer, diğer kesim tarafından da milletvekili adayı olur. Kutuplaştırma için daha iyi bir metin bulmak zor. Bir de Safa yetenekli adam, etkileyici ve merak ettirici yazıyor. Her ne kadar roman çok didaktik olsa da, psikolojik tasvirler oldukça saygı uyandırıcı. Roman türünün Anadolu'ya çok yeni girdiği yıllarda yazıldığını unutmamak lazım.

Tabi bir yandan da Anadolu'nun ve İstanbul'un işgalden yeni yeni kurtulduğu zamanlar. Savaştan çıkalı 10-12 sene olmuş. Cumhuriyet ilan edileli sekiz sene. Bazı algılar, bazı anılar, korkular çok taze olabilir. Fakat kitabın bu kadar keskin çizgiler çizmesinin nedeni bu mu? Yoksa Batı'ya yakın hareket eden Cumhuriyet devrimlerini o zamanın baskın yapısıyla eleştiremediği için, suçu bir genç kadın karakterine yansıtmak mı?

Hele zaten Neriman karakteri üzerinden kadın genellemesi yapmanın anlaşılır bir tarafı yok. Tamam; neredeyse 90 sene öncesinden bahsediyoruz. Kavramlar, yaşamlar çok farklı. Fakat aynı yıllarda Sabahattin Ali de Macide karakterini çıkarabiliyor. Demek ki mesele 'zamanın ruhu' değilmiş.

Bir yerden romanı yakalamak istiyorum ama olmuyor. Hak vermek için uğraşıyorum ama olmuyor. İçinde bulunduğumuz zamandan okuyunca, rahatsız olmamak elde değil. Fakat şunu bir kez daha anlıyorum; on yıllardır yaşanan ve bugüne kadar taşınan sorunları biz de sırtımızda hissedeceğiz! Bundan kaçış yok...

Salı, Mart 12

Bodrumspor 0-2 Keçiörengücü


Bir Perşembe günü uçakla Bodrum'a gideceğim. Havalimanının kapısında eşofmanlı insanlar. Bodrumspor kafilesi de uçağa binecek. Yüzler gülüyor. Oysa bir gün önce Samsunspor'a 3-1 yenilmişlerdi. Yenilgilerden sonra karalar bağlamalarına da gerek yok zaten. Futbolda yenilgi de var. Yüzlerin gülmesini eleştirecek değiliz. Fakat tarifeli uçakla şehirlerine dönerken, bu hal ve vaziyet futbol iklimini bilen her insanı şaşırtır.

Samsun'dan Bodrum'a direkt uçuş olmadığı için, maçtan bir gün sonra İstanbul aktarmalı dönüyorlar. Uçakta Bodrum'da yaşayan bir sürü insan da var. Çoğu zamanında İstanbul'da yaşadıktan sonra Bodrum'a göç edenler. Takımı görünce seviniyorlar, muhabbet ediyorlar. Bir gün önceki maçı, hafta sonunda oynanacak mücadeleyi soruyorlar. Yaşlı kadınlar bile "Bunlar bizim çocuklar" diyor. Birçok Anadolu şehrinde olmayacak bir sahne...

Herhalde, profesyonel liglerin en cazip takımlarından biri Bodrumspor. Rahat bir kentte, baskı olmadan top oynuyorsunuz. Henüz para sıkıntısı yaşandığını da duymadım. Haliyle zaman içinde iyi bir kadro oluşuyor. Futbolcular için tercih edilebilir seçeneğe  dönüşüyor. Transferde birçok şehirden daha avantajlılar. Orhan Şam, Özgür İleri, Mustafa Sevgi, Göksu Türkdoğan, Şaban Genişyürek gibi, alt liglerin hatta Süper Lig'in tecrübesini edinmiş isimler kadroda. Böyle bir takımı yakalamışken, sıcak bir bahar günü lider Keçiörengücü ile oynanacak maç izlenirdi.

Keçiörengücü'nde aynı kalibrede isimler yok. En fazla, Galatasaray'ın altın 1987 neslinin üyelerinden Cihan Can'dan bahsedebiliriz. Onun dışında oldukça uyumlu, isimlerin öne çıkmadığı bir kadro var. Bu kadroyu Türkiye Kupası'nda, özellikle Galatasaray karşısında izlemiştik. O zamanlar grupta lider değillerdi. Açıkçası Galatasaray maçlarında iyi oynamalarına rağmen liderlik için de iddialı görmemiştim. Sarıyer, Samsunspor ve Sakaryaspor'un arkasında kalacaklarını tahmin ediyordum. Fakat Bodrum'a bir puan farkla lider geldiler.

Bodrumspor ise uzaktan da olsa Play-Off şansını sürdürüyordu. Aslında çok uzakta değil, yedinci sırada ama puan farkı çok açıldı. Keçiörengücü'nü yenerlerse tekrar iddialı bir duruma gelebilirdi.

Bodrumspor, ilk 5'te yer alan takımlarla şimdilik sekiz maç yaptı. Bu sekiz maçın sadece birini kazanabildi. Takımın en önemli sorunun göstergesi burada. Altta yer alan takımlara karşı ufak tefek kazalar mazur görülebilirdi; eğer üstten puan alınsaydı. Takımın gücü bir üst eşik için yeterli olamadı. Oysa Türkiye Kupası'nda Sivasspor'u, Ankaragücü'nü eleyen, Yeni Malatyaspor'u elinden kaçıran bir takımdan bahsediyoruz. 

Keçiörengücü maçında da aynı senaryo yaşandı. İlk yarı 0-0 sona erse de, daha istekli olan konuk takımdı. Bir topları direkten döndü, üç-dört pozisyonda son vuruşu yapamadılar.  Bodrumspor, ikinci yarıda bir süre oyunu ve skoru dengede tutabilseydi belki istediği galibiyeti alabilirdi ama 60. dakika gelmeden golü kalesinde gördü. Üstelik oldukça basit bir goldü. Cihan Can, savunmadan çıkarak hatayı değerlendirdi ve çok rahat bir gol attı.

Bu dakikadan sonra Bodrumspor daha çok yüklendi. Ataklarda en çok topla oynayan ve sonuç alamayan Ozan Sol'du. Ozan, kendisinden beklenen patlamayı yapamayan, alt liglerde sıkışıp kalan oyunculardan biri. Bodrum'da da pek sevilmediğini gördüm. 70. dakikada oyundan çıkarken taraftarların tepkisine maruz kaldı. O da direkt soyunma odasına gitti. Muğlaspor çıkışlı bir oyuncu. 48 numaralı formayı giyiyor. Fakat en az sevilen oyuncu kendisi.

Havalimanındaki atmosferin tribünde olmadığı aşikar. İnsanı maça gitmekten soğutan bir gerginlik hakim. Sakarya'daki, Eskişehir'deki atmosferleri, tepkileri özlüyoruz . Oralarda, ya tezahürat yaparak ya da kendini soyutlayarak maça konsantre olan seyirciler var en azından. Burada ise sadece sağa sola laf atan, hakemi sevmeyen, kendi oyuncusunu beğenmeyen, rakip takım oyuncusundan nefret edenler çoğunlukta. 

Bodrum halkı futbolla yeni yeni haşır neşir oluyor. Daha önce amatör liglerde mücadele eden kulüp, son 5-6 senedeki çıkışıyla 2.Lig'in iddialı takımı haline geldi. Fakat tribüne gelen seyirciyi memnun edemiyor. Kendi takımlarından memnun değiller. Anadolu'nun çoğu yerinde böyle mi acaba? İstanbul'da büyük takımlarda böyle olduğunu biliyoruz. Futbolun başkenti için bazı teorilerimiz var aslında. Kazanma alışkanlığı, tahammülsüzlük yaratıyor. Pahalı bilet paraları taraftarı kulübün sahibi hissettiriyor. Oysa Bodrumspor'un ne kazanma alışkanlığı var ne de pahalı biletleri. Galiba toplumdaki genel bir rahatsızlık stadyumlara yansıyor. Kimse, hiçbir şeyden memnun değil. 

Fakat Keçiören halkı mutlu. İkinci golü de atıp üç puanı aldılar. Aynı saatlerde Samsunspor ve Sakaryaspor yenildi. Haftaya dördüncü sıradaki Kastamonuspor ile oynayacaklar. Kazanırlarsa yolu yarılıyacaklar.

Bodrumspor ise sezonu bitirdi. Yeni sezon çalışmalarına şimdiden başlayabilirler. Şehrin desteği maç günleri dışında çok güzel ama maç atmosferi ilerisi için umutsuzluğa iter. İyi bir kadro oluşturmak gerekiyor. Eldeki kadro da fena değil aslında. Bu sezon bir daha gelip maç izlemek isterdim ama iç sahadaki dört maç da cazip değil. Hacettepe ve Manisaspor maçlarında güç dengesi çok bariz. Amed Sportif maçında istenmeyen olayların içinde olmak istemem. Sancaktepe maçı tam bir final maçı olurdu aslında ama ligin son haftasında her şey bitmiş olacak.

O zaman; yeni sezonda görüşürüz...

Pazartesi, Mart 11

Nefret


1980 sonrasının hem ilgiyle kendini izlettiren hem de bir yandan mesaj vermeye çalışarak toplumu dönüştürmek isteyen filmlerinden. Hülya karakteri bu açıdan önemli bir yer tutar. Özgür yaşamak isteyen bir kızdır ama diğer yandan dejenerdir, şımarıktır, kötü arkadaşları vardır. Evde yüksek sesle müzik dinler, aerobik yapar, diskolara gider. Ailesindeki sorunlar senaryoda yer alır ama Hülya, izleyiciye kötü bir genç kadın aksettirilir. Sokağa çıkan, erkeklerle takılan bir "kötü" kızdır. O nedenle filmin geri kalanı, ilk dakikalardaki Hülya karakterinin anlatımından bile anlaşılır. Bu iş iyi bir yere varmayacaktır. Varmaz da... 

En sonda 'kötü' kız pişman, fedakar anne kahraman olur, herkes gözyaşı döker, Osman Seden paraları götürür. Zaten kendisi filmde savcı rolünde gözükür. Senaryosunda da topluma ufak bir savcılık yapmış olur.

Hülya Avşar bu filmde 21 yaşında. Yaşını düşününce oldukça iyi bir iş çıkarmış. Bu kadının müziğe adım atması, Türkiye popüler kültürünün en trajik hatalarından biridir. Fakat artık yapacak bir şey yok. Film boyunca, karşısındaki tecrübe Fatma Girik'ten çok farkı yoktur. Zaten Girik'in oyunculuğunu da pek sevmem. O yüzden biraz duygusal ayrımcılık yapabilirim.

Öte yandan filmde Bodrum sahneleri de mevcut. Bir pozitif ayrım da buradan çıkar. Bu da puanını yükseltiyor nazarımda. Her ne kadar çoğu sahne, bir sinema filmi gibi değil de klip tadında olsa da güzel görüntüler yer alır. 

Bu arada filmdeki en önemli dört karakterden üçünün adı; Hülya, Fatma ve Metin'dir (Metin Serezli) ama nedense Bulut Aras'ın karakterinin adı Fikret'tir.

Pazar, Mart 10

Klişelerin Ardında Bir Şehir



Gittiğim her yeri bloga yazmak gibi bir alışkanlığım yoktu. Zaten son iki yıla kadar, maçlar dışında çok fazla şehre gitmişliğim de yoktu. Gezmeyi severim ama gezgin biri değildim. Fakat son dönemde seyahatler sıklaştı. Yine de bu gezi notlarını bloga aktarmak gibi bir düşüncem yoktu. Fakat internet dünyası sayı olarak o kadar dolu ama içerik olarak o kadar boş ki, taşın altına elini koyma ihtiyacı hissettim... Az gezmiş biri olarak, iyi bir gezi yazısı yazacağımı iddia edemem. Fakat yine de bazı ihtiyaçlara cevap verebiliriz sanki.

Bir yere gitmeden önce internetten araştırma yapmak oldukça yanıltıcı oluyor artık. İnsanların üç satırlık restoran, otel yorumları bile en iyisi. Bloggerler, vloggerler, youtuberlar gittikleri yerlerle ilgili hiçbir bilgi vermemeyi çok iyi başarıyorlar. Üzerine bir de sponsorları kapıyorlar. Gezilecek görülecek tarihi yerler, gidilecek bir iki lokanta, bir iki gece kulübü... Bitti gitti. Gerçekten bu kadar kolay mı?

Belgrad uzun zamandır Türkiye'den gidilecek en ideal yer konumunda. Vize yok, ucuz, yakın ve yakın. Hem mesafe yakın, hem kültür yakın. Son dönemde Euro da rekor artış yaşayınca artık Belgrad ve Balkanlar gidilebilecek tek merkeze dönüştü. Fakat bu sefer de uçak biletleri arttı. Bugünlerde bir Roma bileti, Belgrad'dan daha ucuz. Hele Pazar günü Belgrad'dan İstanbul'a dönmek ateş pahası. Türkler için bir hafta sonu kaçamağına dönüştü Belgrad. O yüzden keseye en uygun şekilde akıldı; Pazartesi gidiş, Perşembe dönüş...

Bu yurt dışı gezileri, biraz askerlik gibi. Herkesin kendi askerliği var. Kimi çok rahat askerlik yapar, kimi ızdırap bir bölük komutanına denk gelip aylarca sürünür. Pasaportu olan için de aynı şey geçerli. Herkes farklı bir Belgrad'dan bahsediyor. "Sırbistan'a giderken dikkatli olun. Polisler bizi hiç sevmiyor. Vize yok ama iki saat bekletiyorlar" cümlesi bizim için külliyen yalana dönüştü. Pasaport kontrolünde soru dahi sormadılar. Belgrad kapılarına dayanmak, Zincirlikuyu'da metrobüse binmekten daha kolaydı.

Zaten kimden ne duyduysak, nerede ne okuduysak tersi çıktı. Havalimanında Sırbistan'da yaşayan bir Türk ile tanıştım. Orada iş kurmuş. Hali vakti yerine. Şehrin coğrafyasını anlattı önce. Bu konuda sıkıntısı yok. Zaten haritalardan belli oluyor. Fakat onun dışında ne dediyse, şehre indiğimde denk gelmedim. "Kahvaltı için en güzel yer Simit Sarayı" dediğinde şüphelenmiştim ama "Belgrad'da sık sık sık ezan duyarsınız" cümlesi büyük hayal kırıklığı oldu. Üç günde ara sıra benim çıkardığım "Allah, vallahi, şükür" kelimeleri dışında, şehirde İslamiyet temasına rastlamak pek mümkün olmadı. 

Tabi buradan giderken en merak edilen şey para. Lira, Euro, Dinar... Hesaplar zor. Şu sıralar dinar, liranın 20 katı civarında. Hesabı böyle yapabilirsiniz. Euro çok değerli ama çok da geçerli değil. Türkiye'de bir turist hesabı veya otelini Euro olarak ödeyebilir ama Sırbistan'da bu durum pek yaşanmıyor. Dinar talep ediyorlar ama zaten sorun değil. Her şey Türkiye'ye göre ucuz. Çok söylenen tespitlerden biriydi ama ilginç bir şekilde doğru çıktı.

Maddi durumdan yola çıktık, o zaman yine çok sık söylenen bir inanış ile devam edelim. "Sırplar savaşın ve yoksulluğun acısını yaşıyorlar, Perişan durumdalar. Oraya gidince kendi vatanımızın cennet olduğunu anladım".. Esasında doğru tarafları var. Sırbistan çok zengin bir ülke değil. Savaş da 20 sene öncesinin olayı. Yani yaşayan iki kuşak o günleri hâlâ çok net hatırlıyor. İnsanların,  özellikle yaşlıların suratlarında bir mutsuzluk hakim. Sanki "Bütün bunlara hiç gerek yoktu. Geldiğimiz nokta bu mu olacaktı?" bakışına sahipler. Ya da bu, bizim gibi turistlerin, kafasından uydurduğu bir çıkarım. Ne de olsa hiçbir Sırp ile bu konuyu konuşmak nasip olmadı.

Fakat perişanlar mı? Bence değiller. Şartlarına göre güzel yaşıyorlar. Halk sporun ve kültürün içinde. Kitap okuyan gençler çok fazla. Her yerde basketbol sahaları var. Müzelere turistlerden çok Sırplar ilgi gösteriyor. Ve çocuklar. Bizim ülkemizin devamlı bağıran, ağlayan, aileleri tarafından "Hiperaktif bizimkisi, zeka ile alakalı herhalde" diyerek ödüllendirilen çocuklar yok. Batı Avrupa'ya gidenler "Üç gündür orada tek bir korna sesi duymadım" derler ya (Ben de Amsterdam'da teyit etmiştim); burada da başka bir konu var. Dört gün boyunca tek bir çocuk ağlaması duymadım. Üstelik her yerde küçük Sırp çocukları vardı. Ama yok; ağlamıyorlar. Herhalde çok zeki değiller!

Ne zaman yurt dışına çıksam ülkemi, şehrimi özlüyorum. Fakat bunun "Biz daha iyi durumdayız" düşüncesi ile alakası yok. Seviyorum işte. Kendimi burada rahat hissediyorum. Fakat gidince de, "Keşke biz de böyle yaşasak" diyorum. Hadi Amsterdam'da bu normaldi, Avrupa'nın müreffeh ülkelerinden birindeydim. Yunan adalarının kendisine has bir tarzı var; bunu da anlarım. Peki Belgrad'da ne var? Pek somut bir şey yok aslında. Fakat ferahlık var. Yeşillik var, geniş kaldırımlar var, kaldırımın kenarına geldiğin anda duran arabalar var, en fazla 1 milyon insan var, her duvarda olağanüstü grafitiler var.

Bizde çizildiği anda üzeri boyanan grafitiler orada bir geleneksel sanat halini almış. Okulların duvarlarında bile grafitiler var. Mesela bir okulun duvarında; bir dakika kaç saniye, bir  gün kaç saat gibi bilgiler grafitiler çizilerek yer almış. Çocuklar da oradan bakarak öğreniyorlar. Yani kısacası özgürlük var, rahatlık var.

Oysa genel olarak Belgrad'da yaşamak ister miyim, emin değilim. Bir Kadıköylü olarak, dört günlük Belgrad gezim beni bu açıdan tatmin etmedi. Çok güzel tatil yapılır ama çok güzel yaşanmayabilir. Sosyal açıdan kısıtlı bir şehir. Akşam 10'dan sonra sokaklar boşalıyor. Meşhur gece hayatını görmek nasip olmadı. Barlar Sokağı gibi bir kültür yok. Yani barlar var ama sokağı yok. Tamam az kaldık orada, belki de bizim hatamızdır ama şehir bu konuda bir ışık da vermedi. Şehirden iki tane büyük nehir geçiyor. Tuna ve Sava! Sava şehri ortadan ayırıyor. İki kenarı da birer sahil yolu; birer yalı... Fakat oraları çok kötü kullanmışlar. Bizim Caddebostan, Moda, Bebek gibi değil. Yapamamışlar. Bunlar negatif puanlar. 



Öte yandan şehir şimdilerde bir yapılanma içinde. Her yerde bir tadilat, her yerde bir kazı. Metro mu yapıyorlar, meydan mı kazıyorlar anlamadık ama şehri baştan yapıyorlar. Bakalım neye dönüşecek?

Yine de bu "Belgrad'da insanlar perişan" algısı nereden geliyor çözemedim. Sanırım bizim aşırı lüks tüketme sevdamızdan kaynaklanıyor. Mütevazı hayat yaşayanları perişan olarak görüyoruz. O nedenle Avrupa'nın standart ülkelerini küçümsüyoruz. Bu arada Sırpları da tamamen mütevazı olarak görmek haksızlık olur. Sosyalizmden ve iç savaştan çıkmanın topluma bazı geri dönüşleri var. Jelena Karleusa gibi abartılı kıyafetler giyenler, süslü makyaj yapan kadınlar çok fazla mesela. Yeni kuşak ile yaşlılar arasında bariz bir fark var. Yaşlılar sanki 1945'i yaşıyor, gençler ise televizyonda gördüklerini...

Bu arada Slavların fiziksel özellikleri de biraz abartı çıktı. Oysa kendimi devler ülkesinde bulacağımı sanıyordum. 1.80'lik adamların 'kısa' kalacağını düşünüyordum.. Tabi ki uzun boylu insan sayısı Türkiye'ye göre daha fazla. Fakat benim boyum dahi (1.77) oldukça normal kalıyordu. Fakat göbekli bir erkek veya koca kalçalı bir hanım görmek mümkün değildi. Kadını da erkeği de fit görünümde. Fitten kasıt, spor salonlarından çıkmayan kaslı insanlar değil. Hayatları boyunca spor yapmışlar, yapıyorlar. Hatta her an yapmaya hazırlar. Sırplar kottan, kumaş pantolondan, etekten çok eşofman ve tayt giyiyor. Her an koşmaya hazırlar. Biri "Basket maçına eksik var" deseler, hemen oynayacaklar gibi.

Tabi spor deyince akla Partizan ve Kızılyıldız geliyor. Avrupa'nın en büyük rekabetlerinden biri ama sanki bizim Galatasaray - Fenerbahçe kadar şehrin içine girememiş. Sokakta iki takımdan birinin ürününü taşıyan insanlara rastlamadım mesela. Sokaklarda ise grafitiler mevcut. Şehrin eski Belgrad kısmında Partizan etkisi hissedilmekte. Partizan cafeleri, duvar yazıları daha revaçta sanki. Havalimanına giderken içinden geçtiğimiz yeni Belgrad kısmında ise Kızılyıldız ağırlığını sezdim. Belki de yanılmışımdır. Fakat bizim gibi bir "Suyun öte tarafı" mevzusu konu olabilir. 

Öte yandan takım ürünü almak da Sırplar için o kadar kolay olmayabilir. Bir atkı işportada 50 Lira'ya denk geliyor. Resmi mağazalarda ise 65 Lira'ya çıkıyor. Formalara bakmadım bile. En uygununu bulayım diye saha araştırması yaptım ama dükkanların akşam saat 8'de kapandığını hesap edemedim ve elim boş döndüm. Evet; hizmet sektörü orada erken kapanıyor. Bizim gibi sömürü düzeni hakim değil sanırım. Veya satış yok...

Gittiğim haftanın sonunda hem futbolda hem basketbolda derbi vardı. Merak edenlere sonuçları vereyim. Futbol maçı 1-1 sona erdi. Basketbolda ise 70-68'lik skorla kazanan Kızılyıldız oldu. Tatili planlarken maçların olduğunu bilmiyordum. Bilsem o hafta sonuna denk getirir miydim ondan da emin değilim. Eskiden bu maçları yerinde izlemek büyük hayalimdi ama şimdi pek hevesim kalmadı.

Zaten herkesin merak ettiği yerler; nedense benim pek ilgimi çekmiyor. Nikola Tesla Müzesi gibi. İçinde ne olduğunu hâlâ anlamadım, kimse de bana anlatamadı. Hele bir gezi blogunda yer alan "Nikola Tesla’ya olan saygım ve hayranlığımdan mı bilmem ama buradayken böyle bir adam yaşasaydı hayatımız nasıl olurdu diye düşünmekten kendimi alamadım. Çünkü kendisi alternatif akımı bulmuş fakat para babası Edison tarafından harcanmış bir kişilik bildiğiniz gibi. Müzenin giriş ücreti 500 RSD. Rehber bu ücrete dahil. Bu müzeyi anlamak için rehberle gezmek gerekiyor. Onun içinde belirli saatler var. Baya küçük bir müze ama adam büyük!" yazısından dolayı hiç merakım kalmadı. Bir daha yolum düşerse giderim. Fakat bu seferde onun yerine Yugoslavya Müzesi'ne gitmeyi tercih ettim. Pişman da değilim. Şehrin içinden yaklaşık 50 dakika yürümek gerekiyordu. Bu da güzel bir deneyim oldu. Taksilerde, otobüslerde bir şehri nasıl geziyorlar anlamıyorum. Mekandan mekana girerek, aslında sokakları kaçırıyorlar. Oysa bir şehrin tüm tarihi sokaklarda. Mekanlar sadece mola yerleri.



Yugoslavya Müzesi de hem güzel bir mola yeriydi, hem de esas duraktı. Sokakları ve halkı anlamak için iyi bir rehber oldu. Yine bazı intenet sayfalarında "Tito'ya gelen hediyeler dışında bir şey yok" gibi bir yorum vardı. Pasaport sahibi Türkler ciddi anlamda iflah olmaz! Ben Tesla yerine Tito'yu öneririm. Gerçi açık hava alışveriş merkezi gibi duran, şehrin en lüks mağazalarının bulunduğu meşhur Knez Mihailova Caddesi'ni, sırf trafiğe kapalı olduğu için İstiklal Caddesi'ne benzeten bir güruhu çok da ciddiye almamak lazım.

Hadi yine de birkaç mekandan bahsedelim. Zaten üç günde 5-6 mekana ancak girmişizdir. Dva Jelena çok övülen bir restorandı. Hakkını verdi. Tito'nun sık sık gittiği bir mekanmış. Nispeten pahalı ama Türkiye standartlarına göre çok uygun. Skadarska semtinde yer alıyor. Skadarska hakkında yazan "Bohem sokak" sözüne de pek kanmayın. Biraz ezber hakim yine bu konuda da. Bu arada Jelena ve Jelen, Sırpça geyik demek. Belgrad'da geyiğe ayrı bir hürmet ver. Yerel biralarının adı da Jelen ve gayet güzel. Sencer'in önerisiyle gittiğimiz Lovoc da bir avcılık restoranı. Tabi av işini nasıl yapıyorlar bilmiyoruz ama geyik eti; hayatımda yediğim en lezzetli etlerden biriydi.

Mutfak bize benziyor; bu doğru aktarılan nadir bilgilerden. Cevapi meşhur yemeklerinden; bizim İnegöl köftesinde benziyor. Kaymakla servis ediliyor ama kaymak, bizim kaymağa benzemiyor. Daha çok yoğurta benziyor ama yoğurt kadar ekşi de değil, kaymak kadar tatlı da değil. Onun dışında hamur işleri çok yaygın. Her yerde börekçiler var. Fakat ne yazık ki börekçi dükkanları benim gibi turistlere uygun değil. Ufak dükkanlarda ya 1-2 tabure var, ya da alıp çıkmak zorundasın. Tatil gününde oturup uzun uzun kahvaltı etmek isteyen birine uygun değil. Rakija da ismen rakıya benzese de ne tat ne de sunum olarak rakıyı andırıyor. O yüzden benden geçer not aldı. Tekilaya daha çok benziyor. Genelde garsonlar sipariş verdikten hemen sonra "Emin misiniz?" diye sordular ama korkulacak bir durum yok..

İşte Belgrad kısaca böyleydi. İnsanı internetten soğutan güzel bir gezinin, internete yansıyan kısmını okudunuz. Çelişkiler çağında çok da ilginç bir durum değil. Benim çok keyif aldığımı bir gezi oldu. Yurt dışına çok fazla çıkamamış biri olarak kıyaslama yapmam doğru değil ama en azından daha önce yaşadığım Brüksel ve Amsterdam seyahatlerinden çok daha keyifliydi. Hatta üç-dört günlük süre bana yetmedi. Kısa bir süre sonra bir daha gidilebilir. Fakat önce Karadağ, Bosna gibi yerler listede. Tabi ülke içindeki bazı noktalar da mevcut. Çok fazla araştırma yapmadan, sağa sola sormadan, doğaçlama bir şekilde...

2.5 sene önce Belgrad ziyaretine giden Refet'in dediği gibi; "Ezberler bozulacak, at gözlükleri çıkacak, ucuz hamasetler kaybolacak, milliyetçilik kitaplardan değil insanlardan öğrenilecek."






Cumartesi, Mart 9

Benim Dünyam


Benim Dünyam çok iyi bir kadrosuyla dikkat çekiyordu. Boş vaktimin olduğu bir gündüz vakti, konusuyla alakalı hiçbir bilgim olmadan filmi izledim. Ve hiç beğenmedim. Abartma yapmadan; izlediğim en kötü filmlerden biri oldu. Sıkıcı ve ajitasyon dolu olduğunu düşünüyorum. Oyuncu Uğur Yücel'e bir şey diyemem ama yönetmen olarak altından kalkamadığını hissettim. Beren Saat normalde beğendiğim bir oyuncu. Fakat bu filmde o da olmamış. Herhalde son 10 yılda izlediğimiz en kötü Beren Saat.

Aslında filmin iham verici bir hikayeye sahip olduğunu kabul edebilirim. Fakat vasat bir Türk dizisi kalitesine dönüşmüş. İlham, duygu, his gibi şeyler hak getire!  Tüm bu eleştirilerim yetmezmiş gibi bir de filmle ilgili araştırma yaptım. Film, Black isimli bir Bollywood yapımından uyarlanmış. İki filmi de izleyenler, uyarlamadan da öte olduğunu sahne sahne bire bir aynı olduğunu belirtiyorlar. Çok da önemli değil. Çalıntı değil. Haklarını satın alarak yeniden çekmişler. Fakat yeni bir hava katamadıkları söyleniyor. Ben duruma hakim değilim ama her türlü başarısız bir film.

Melis Mutluç isimli küçük oyuncuyu kutlamadan da geçemeyeceğim. Filme dair en kaliteli performans...