Pazartesi, Aralık 9

Hedef Değişimi




Şampiyonlar Ligi gruplarının kurası çekildiğinde, Galatasaraylı'nın geleceğe bakışı çok farklıydı. Henüz günler öncesinde ezeli rakibe karşı kazanılan Süper Kupa, son iki senenin şampiyonluğu, mart ayında Real Madrid'e karşı verilen  çeyrek final savaşı... Grupta Juventus ve Real Madrid gibi iki dev takımın yer alması çoğu kimseyi korkutmamış, hedef "İlk 2" olarak belirlenmişti.

Süreç bu hedefe paralel olarak işlemedi. Saha sonuçları bir yana, gönderilen teknik heyet, mutsuz futbolcu grubu, günü kurtarmak için hareket eden yönetim kurulu, basireti bağlanan tribün grubu; ortaya "kaosa bir kala" durumunu hazırladı. İşte tam da bu noktada Juventus, İstanbul'a geldi.

Aslında ağustos ayında ben çok farklı düşünüyorum. Rakipsiz gözüken takımın Avrupa'da başarılı olma ihtimali yüksek görülüyordu. Hele bir de bunu bir alt seviyede gerçekleştirirse, ikinci kupanın gelmemesi için hiçbir neden yoktu. Fenerbahçe'nin nisan ve mayıs ayında Lazio ve Benfica maçlarıyla yaşattığı stresin benzerini görmemek için en kısa zamanda skoru 2-0'a getirmek gerekiyor. Bunun için de bundan daha iyi bir sezon olamazdı. Juve ile Real'in arkasında kalmak "başarısızlık" olarak düşünülemezdi. Avrupa Ligi'nde de güçlü takım sayısının daha az olduğu belliydi. 3.olup yola oradan devam etmenin sonucu çok daha büyük başarılara neden olabilirdi.

Fakat bugün geldiğimiz noktada, bu takımın camiadaki bu havayla Avrupa Ligi'nde çeyrek finalden öteye gidebileceğini düşünmüyorum. Üstelik devre arası transfer döneminde rağmen. Hal böyle olunca, Juventus'u yenerek ikinci tura çıkmak kulübü, takımı, herkesi çok rahtalatacak, Bunun için tek bir 90 dakikaya girişecek olmak büyük şans. Başka maçların sonucunu beklemeden alınacak bir Juventus galibiyeti, çoğu sorunun en kısa ama zor çözümü olarak gözüküyor.

Sadede gelirsek; ağustos sonunda kurguladığım sezon hayali, sezon hedefi; şu an değişmiş durumda... Yeni planlamanın en önemli maçı da yarın oynanacak. İkinci turda güçlü rakiplerle eşleşip hezimet yaşamak ise şu an düşülecek konu değil. Ona da zamanı gelince bakarız...


Pazar, Aralık 8

Dream with the Fishes




Bu filmi anlatmam mümkün değil. Kendime kızıyorum, bu kadar geç izlemiş olmam büyük kayıp. Tamam belki şu an "Hayatımı değiştirdi" falan demiyorum ama olsun. Saçma sapan filmere harcadığım zamanı bu filme defalarca verebilirmişim.

IMDB puanı 6.7. Bu da IMDB'nin ne kadar sağlıksız olduğunun,en azından puanlama sisteminin benim zevklerimle parallelik göstermediğinin en önemli kanıtı.  Olsun, zaten biz IMDB'ye göre film seçmiyoruz.

Filme dönersek;.. Dönemiyorum. Nereden başlayacağımı, neyi vurgulamam gerektiğini bilmiyorum. İntihar sahnesiyle başlayan ve ölümle sona eren ama aslında hayata dahil olmayı anlatan, umut aşılayan, yaşamına giren ve seninle bire bir zıt olan yabancıların sana ikinci bir şans verme yolunu açabileceğini anlatan bir film.  

Bence; Fight Club'a çok benziyor, ama tam zıttı...

Blog yazısı değil belki de psikolojik bir çalışma veya bir akadaemik makale yazabiliriz...

Müzikler apayrı, şahane. Zaten ben Fisherman's Blues sayesinde filmin varlığından haberdar oldum. Oyuncular, özellikle David Arquette muhteşem. Liz karakteri tam peşine kapılmalık. Yola çıkmak müthiş. Filmde "şu da olmamış" diyecek bir şey arıyorum, bulamıyorum. Sanırım tek negatif özelliği, süresi. 97 dakika. Keşke 120 dakika falan olsaymış. Hangi boş filmlere 2 saatten fazla zaman harcamadık ki?

Beni burada okuyanlar az çok bilirler, kolay kolay film beğenmem. Nedenini ben de bilmiyorum. Sırf bu yüzden ukala ve huysuz diyenler var. Ve şimdi yukarıdaki cümleleri yazdım. Gerisini siz düşünün. Ona göre filmi izleyin.

Filme büyük değer verip beklentileri karşılayamamasından da korkmuyorum.

Cumartesi, Aralık 7

Fransa'da Mevzu Var


Olay biraz eski. İki hafta önce Fransa Ligi'nde Nice, St.Etienne'i konuk ediyor. Maç öncesi iki takım taraftarları arasında olay çıkıyor. Daha sonra polis de dahil oluyor. Deplasman tribünü dışarı çıkartılıyor. Bu yüzden de maç 1 saat geç başlıyor.

Aslında bizim için çok da alışık olmadığımız bir durum değil. Ama Fransa'da yaşanınca ilginç geldi. Daha önce stadyum dışında kavgalara rastladık ama tribünde kavga uzun süredir görmemiştim.

Cuma, Aralık 6

Submarine



Filmin sevmediğim tarafları çok fazla. Belki de İngiltere'nin soğuk havasını hissetmekten kaynaklanmıştır. Yine de okyanus kenarındaki rüzgarlı sahneleri görünce çok keyiflenmiştim.

Neyse konu bu değil. Çok ilginç bir karakter var ortada. Nedense insanlar, "ergen bunalımı", "bir ergenin sempatik filmi" vs diyerek adlandırıyor ama Oliver karakteri bir ergenden beklenmeyecek bir olgunluk gösteriyor film boyunca. 

Silik bir karakter olan bu arkadaş, uzaktan sevdiği kızla yakınlaşıyor ve bir şekilde sevgili olmayı başarıyor. Tam bu dönemde annesi ve babası arasında sorunlar yaşanıyor. İki ebeveyn - özellikle baba- çok garip karakterler. Bir ergeni çileden çıkartsa kimse ergene "Niye çileden çıktın" demez, o derece. Bu ilginç ailenin o zorlu döneminde sazı eline alan ve uzun süredir hayalini kurduktan sonra yakaladığı ilşkiyi bir kenara bırakan Oliver, ailesini bir arada tutmak için uğraşıyor. Bu dönemde kız arkadaşıyla uzaklaşamka zorunda kalıyor.

15 yaş civarında olan biri için zor bir tercih yapıyor. Zoru seçiyor. Bedel ödüyor. Karnına ağrılar giriyor. Bunu filmi izlerken hissedebiliyorum ve bu gence üzülmek yerine onunla gurur duymaya başlıyorum. Acıklı, dramatik bir film değil, komedi unsurları da var ama filme "bir ergenin kaygıları" gözüyle bakılması beni rahatsız etti ve haksızlık gibi geldi. Başkalarının yüklediği anlamdan bana ne gerçi....

Sonuç olarak başarılı bir film. İlginç bir film. Eksikleri de var. Alex Turner'ın katkısı çok fazla. Bazı kareler, sahneler, senaryodan bağımsız olarak çok güzeldi, baktıkça bakası geliyor insanın. Son yıllarda güzel filmler pek çıkmıyor. Boşluğu da böyleleri dolduruyor.

Bir de tam olarak nereyi kaçırdım bilmiyorum, filmin adı niye Submarine?

Janti İtalyanlar




"İtalyanların sinema yıldızları gibi pürüzsüz ve bronz tenleri vardı. Bizim takımdaki oyuncuların bir çoğunun dişleri bile yoktu"

1967 finalinde Celtic'in kaptanı olan Bobby Murdoch


Perşembe, Aralık 5

Barbara



Güzel ve içine kapanık bir kadın, Russel Crowe'a benzeyen ama Almanca konuşan bir doktor, Doğu Almanya, Batı Almanya, dertlerle boğuşan bır kız çocuğu...

Temposu yavaş, soğuk bir film. Başkalarının Hayatı... Ama Almanya geçmişiyle hesaplaşıyor. Bu Doğu-Batı ayrılığyla ilgili kaçıncı film. İlk başta güzeldi ama sonradan birbirlerine çok benzemeye başladı. Oysa Almanlar, bence, İspanyollar'dan sonra Avrupa'nın en iyi film üreten ülkesi. Konuyu Doğu-Batı'dan çıkarırlarsa veya konuyu Goodbye Lenin gibi daha merak uyandırıcı ve eğlendirici bir şekilde anlatırlarsa çok hoşuma gidecek. Tabi kim takar benim hoşuma gitmesini?


Fenerbahçe 1 - 2 Fethiyespor



48'in ekmeğini Muğla Belediye Başkanı benim kadar yememiştir. Bu sefer hakikaten sınırı aştım sanırım. Hayatımda hiç gitmediğim Fethiye'ye ve o beldenin kulübüne ufak bir sempatim vardı. Ama hiçbir zaman aidiyet hissetmedim. Bodrum ile aynı plakayı kullanıyor olmaları aidiyet duygusunu yüzde 1 oranında arttırdı belki. PTT 1.Lig'de oynamaya başladıktan sonra, bir de doğup büyüdüğüm Kadıköy'de Fenerbahçe'ye rakip olması güzeldi.

Maç öncesi hafif goygoyla kendi kendime "Tarihi bir gün" diyordum ama işlerin bu şekilde sonlanacağını tahmin etmiyordum. Kim tahmin edebilir ki? Fethiyespor Basın Sözcüsü İsmail Türk bile turdan ümidini kesmişti. Haksız da sayılmazdı. PTT 1.Lig'in en zayıf takımı ile, Süper Lig'in lideri karşılaşıyor. Üstelik İstanbul'da. Fethiyespor'a ufak bir şans vermek bile akla mantığa sığmıyordu.

İki gün boyunca ilginç maçlar izledik. Gaziantep BB Spor'u penaltılar sonunda elememiz  Fenerbahçeliler'in hoşuna gitmiş, bir gece boyunca baya dalga geçmişlerdi. Biz bu şakalara karşı bir kez bile "Oğlum sizin de yarın maçınız var" demeyi düşünemedik, çünkü o kadar zor ihtimaldi. Haliyle Fethiyespor maçından keyif almak yeterliydi, kazanmak akılda bile yoktu. 

2010 yılında Fenerbahçe, Trabzonspor karşısında şampiyonluğu kaybetmeden saatler önce Trabzonsporlu Tanju kardeşimiz, deplasman tribünü biletlerinin bır kısmının satılmadığını söyleyerek bizi tribüne davet etmişti. Biz ise Fenerbahçe'nin şampiyonluk kutlayacağını ve maç sonu stadyumdan ayrılmamızın gece geç saatleri bulacağını tahmin ederek davete icabet etmemiştik. Tarihi günü ıskaladık. 

Bu maçta da buna benzer bir hikaye yaşadım. Fethiyespor tribününe girip senelerdir süren "Kadıköy deplasmanı" hasretimi bitirebilirdim ama Fenerbahçe'nin arka arakaya atacağı golleri izlemek için 20 lira vermeyi göze alamadım. Yiğit'le, Sencer'le, Fenerbahçeli arakadaşlarımla oturup rahat rahat maç izleyip boşa düşen kombineyle de maçı beleşe getirmek daha doğru geldi.. Tarihi bir güne bu sefer tanıklık ettik ama yine yanlış yerdeydim. 

Fakat bu sefer de senelerdir özlediğim sesi duydum. Son 2-3 yılda, gittiğim hiç bir maçta, deplasman tribününden gelen ve bütün stadın üzerine çöken o ince "goool" sesini duymamıştım. Kendi sahanızda bunu duymak hiç güzel değil ama bu tribün rekabetinin ve futbolun en güzel (tatlı-sert) anlarından biri olduğu gerçeğini de inkar edemeyiz. Kaç zamandır hangi stadyuma gitsek o tribünler bomboştu. Veya çok az kişi vardı. Veya gol atamıyorlardı... Bu sefer Fethiyespor tribünü deplasman tribününü nispeten doldurdu. "Kadıköy'e çıkarma yaptılar" diyemeyiz ama o buz gibi gelen "gooooll" sesi geldi.

Maç hakkında yazacak çok fazla cümlem yok. 80 dakika boyunca uyuduk. Fenerbahçeliler durumu kendilerine göre daha iyi analiz ederler. Şahsi fikrim; yedek futbolcular kendi ayaklarına kurşun sıktılar. Sezon boyunca oynayıp göze girmelerine neden olacak maçları ellerinin tersiyle ittiler. Bundan sonraki dönemi Ersun Yanal 14-15 futbolcuyla bile çekip çevirebilir. Ama yenilginin faturasını oyunculara kesmek de yersiz. Türkiye Kupası'nın bu turları yedek oyuncularla kazanılacak maçlara sahne olmuyor. Rotasyon, iki farklı takımdan oluşmamalı. Skor zora girince Emenike veya Umut Bulut'u oyuna sokmak yeterli olamayabilir. Daha karma bir 11 sürülebilirdi. Yeni gelen yabancı teknik direktörlerin yedek oyuncularına haddinden fazla güvenip sahaya sürmesini anlayışla karşılayabilirim ama Ersun Yanal gibi, ülkenin en başarılı ve alt liglerin tozunu yutarak gelmiş bir hocasından bunu beklemezdim. 

Daha büyük şaşkınlık yaratan şey ise Fenerbahçe tribünleri oldu. Ligin açık ara önde olan takımlarını, angarya Türkiye Kupası'nda elendikleri için ıslıklamaları hoş olmadı. Ama Fenerbahçe taraftarının da hissetiklerini anlıyorum. Amaçsız gözüken bu tip maçlar taraftar için duygusaldır. Bütün maç sonunda, soğuk havada ve boş stadyumda sadece tezahürat söylersin. Kazansan da kaybetsen de önemli değil dersin ama böyle bir maçta stada gelip sahada mücadele etmeye gerek duymayan topçuları izleyince kendini aldatılmış ve (lafın gelisi) salak yerine konmuş hissetmen çok normal. Ama bu kötü sonuca rağmen Fenerbahçe için korkulacak bir şey olduğunu düşünmüyorum.

Fethiyespor takımını ise bu sene hiç izlemedim. Arada özetlere bakmıştım. Ligin en zayıf takımıydı, ama sahada çok iyi durdular. Kendi hatalarından basit bir gol yediler, pozisyon vermediler. İkinci yarı çok iyi geldiler. 3'ü bile attılar ama gol sayılmadı. Ben en çok Konyaspor altyapısından çıkan Ali Dere'yi beğendim. Onun dışında Krasniqi de farkını topu ayağına her aldığında belli etti. Ama böyle maçları kazanan takımlardan herhangi birinin öne çıkmaması gerekir. Takım oyunu, futboldaki kalite farkını en aza indirmeye yarayan en önemli olgudur.

İki gün boyunca iki  unutulmaz maçı tribünde izledim. Üstelik iki maçın da bu sıfata ulaşacakları öngörülemiyordu. Özelikle 78.dakikada Fethiyespor golü atınca biraz korktum. İki gün üst üste dondurucu soğukta izlediğim maçların bir de uzatmaya kalması düşünmek bile istemiyordum. 2-1 olunca maça yeniden dahil olduk ve heyecanlı bir karşılaşma izledik. Yani 10 dakika içinde "efsane" bir maça dönüştü izlediğimiz oyun. Futbol böyle işte, hiç ummadığınız maç size çok güzen anılar bırakabilir. Türkiye Kupası; gözden düşen saçma bir organizasyon olma yolunda hızla ilerliyor ama bu maçları stadyumda izlemek sanıldığından daha keyifli oluyor. 

Maç öncesi "Boş kombine var gelir misin" soruma,  "Bir dahaki maça artık" cevabını veren Fenerbahçeli arkadaşlarım bu güzel maçlar için 1 sene daha beklemek zorunda kalacak.


Çarşamba, Aralık 4

Taraftarın Yoğun Fikstürü



Her zaman futbolculara olmaz ya, bazen zor fikstür tarafatar denk gelir. Galatasaray'ın 11 gün içinde İstanbul'da oynayacağı maçları. Çoğu çok kritik..

30 Kasım Galatasaray - Fenerbahçe (Voleybol) - Tatil edildi
1 Aralık Kasımpaşa -Galatasaray (Futbol) - Puan kaybı
3 Aralık Galatasaray - Gaziantep BB (Futbol) 120 dakika + penaltılar)
5 Aralık Galatasaray - Unicaja Malaga (Eurolig)
6 Aralık Galatasaray - Elazığspor (Futbol)
7 Aralık Galatasaray - Fenerbahçe (Voleybol)
9 Aralık Galatasaray - Fenerbahçe (Basketbol)
10 Aralık Galatasaray - Juventus (Şampiyonlar Ligi)
 
Gerçi bu maçların tümüne gidecek adamlar, yine internet tartışmalarında hor görülen, eleştirilen kesim olacak ama olsun.

Galatasaray 2 -2 Gaziantep BB Spor (6-5)



Böyle maçların güzellemesini çok yaptım. Hala da yapıyorum. Ama bu blogda bu tarz yazıların misyonu doldu. En azından bu maç için değil. Çünkü çok değişik bir maç yaşadık. Ve aslında sonu yine bir güzellemeye bağlanacak. Berbat bir futbol ve insanın içine işleyen soğuğa rağmen yine de çıkarken "İyi ki gelmişim" diyebiliyorum. Uzun seneler sonra bile insanlara anlatabileceğim bir maç oldu.

Tabi sahadaki futbolcular için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Konuk takımın futbolcuları belki bizler gibi unutamayacak bu maçı, çocuklarına Galatasaray'ı nasıl ellerinden kaçırdıklarını buruk ama gururlu bir şekilde anlatabilecek. Ama Galatasaray'ın oyuncuları, bu maçtan kimseye bahsedemeyecekler. Zaten artık eski dönemler gibi değil, unutulması kolay değil. İnternet, youtube, akıllı telefonlar; bu maçı kolay kolay hafızalardan silmek, unutturmak mümkün olmayacak.

Hiç altyapı seçmesi izlediniz mi? Hala aynı mı bilmiyorum ama biz çocukken çok acayip ve korkutucuydu. Onlarca çocuk heyecenla sahada koşar. Kendilerini göstermek için didinir, hatta biraz bencil oynayıp şova kaçmaya çalışırlar. Hepsi kendini forvet veya 10 numara olarak görür. Fakat eğer bu çalımcı çocuklar çok çok yetenekli değilse kadroya giremez, seçilen çocuk, her zaman pasa yatkın olan, diğerlerinden farkı olan, farklı duran olur. 

Bu maçın havası da öyleydi. 11 tane futbolcu sahada resmen önümüzdeki sene takımda kalabilmeyi garantilemek için sahaya çıkmıştı. Üstelik aslında hepsi birbirinin rakibi gibiydi. Aydın, Bruma, Amrabat, Engin ve Emre Çolak; doğrudan "Kim Gitsin" yarışması düzenleyebilecek bir beşli. Aynı şekilde Hakan-Ceyhun-Dany üçlüsü de... Belki de bu "seçme"yi sağlıklı ve adil hale getirme çabası, Mancini'nin 90 dakika boyunca oyuncu değiştirmemesine neden olmuş olabilir. Daha mantıklı bir açıklama bulmak zor. Ama işin acı boyutu, bu hissiyatı sahadaki oyuncuların beslememiş olmamasıydı. Kaşar topçular Gökhan Zan ve Hakan Balta olayın ciddiyetinin biraz daha farkındaydı sanki. Ama geri kalanı, sanki Türkiye Kupası maçında oynama fırsatı bulan yedek topçu değil de formayı kapan yıldız adayı topçu görünümündeydi. Yine de bütün bu isteksizliğe rağmen işler yolunda gitti ve devre 2-0 sona erdi.

Uzun senelerdir bu tip kupa maçlarında çok hüsran yaşadık. Daha geçen seneki 1461 Trabzon yenilgisi çok taze. 2-0 olunca en azından bu maçı kazasız belasız atlattığımızı düşündük. Ama Türk futbolundaki Gaziantep BB Spor gerçeğini çoğu kişi ilk defa gördü.

Yıllardır aynı istikrarı koruyan, yabancı oyuncu transferine bile sıcak bakmayan, kadroyu bozmayan, oyun stilini dğiştirmeyen Gaziantep BB Spor, her zaman taş gibi bir takım olmuştur. PTT 1.Lig'in en sert ve en sağlam savunma yapan takımlarından biridir. Üst lige çıkmanın yanına bile yaklaşamaz çünkü hedef maçları koparamaz. Buna rağmen birçok şampiyonluk adayına çelme takar ve artık bu çelmeler sürpriz olmaktan çıkmıştır. Bunu da en iyi Karşıyaka, Boluspor gibi senelerdir bu ligde takılıp kalan güçlü camialar bilir. Ve soru tam bu esnada karşımıza çıkar: Acaba Mancini daha önce hiç PTT 1.Lig maçı izledi mi? Veya Tugay Kerimoğlu ona, bu ligin (1.Lig) dinamiklerinden ve takımlarından bahsetti mi? Eğer bahsettiyse Galatasaray'ın santrforsuz ve birbirine benzeyen oyunculardan kurulu bir 11'le çıkmasının bir açıklaması olmalı... Hızlı, yumuşak ve boş alan arayan oyuncuların, açık vermeyen ve berabere hareket etmeyi bilen sert savunmaya karşı etkisiz kalacağını görebilmek için rakibi incelemek gerekiyordu. Ama sorun değil, böyle hataları diğer hocalar da yapmıştı. Geçen sene Fatih Terim de yaptı. Başka hocalar da. Mancini'nin şansı, böyle acı bir tecrübeden gülerek çıkmış olması...

İnatçı Gaziantep BB Spor, maçı 2-2'ye çevirmeyi başardı. Maçın yıldızı olan Serdar Deliktaş, yıllardır alt tarafın en çok gol atan isimlerinden biriydi. Onu ilk defa böyle düzgün bir zemin ve modern bir stadyumda oynarken izledim. Kalitesini böyle bir ortamda bir tık daha arttırdı. En sonunda golünü de attı ve takımının maça ortak olmasına neden oldu.

Uzatma dakikaları ve penaltılar aslında sadece tur atlayan takımı belirledi. Çünkü elenen Gaziantep BB Spor maçı kazanmış sayılabilirdi ve mutluydu. Galatasaraylı futbolcular, o maçı artık 5-2 bile kazansa en az yarım saat daha soğukta kalacak taraftarını memnun edemez, kendilerini de aklayamazdı. Olmadı zaten. Maçın her uzayan dakikası, kaçan penaltılar bile, tribünlerin sinirlerini bozmaya yetti. Ufuk'un kurtardığı son penaltıdan sonra 5 saniyelik kısa ve toplu bir sevinç sonrası ıslıkların yükselmesi bunun en büyük işareti. Kazanmak rahatllttı ama kimseyi de tatmin etmedi.

Bu maçtan çok hikaye çıkardı. Engin Baytar, Yiğit Gökoğlan, Sabri, Umut, Galatasaray altyapısından çıkıp eski takımını turdan etmeye çok yaklaşan kaptan Cihan Can, yukarıda bahsettiğimiz Serdar.. Ama hiçbr bireysel hikaye, son iki seneyi 4 kupa ile kapatan takımın bu kadar kısa sürede dibe çakılmasından daha ilginç bir hikayeye neden olamaz. Çok ilginç bir maçtı. O yüzden böyle bir mücadeleyi tribünden izlediğim için kendimi şanslı sayıyorum. Ve aslında keyif aldığımı da itiraf ediyorum. Gaziantep BB Spor'un turu hak ettiğine inanıyorum. "Hasan Özer hoca taş gibi bir takım yaratmış".

Ve aslında içimdeki en derin düşünceyi açığa vurmam gerekirse, bu tip maçların keyfi Ali Sami Yen'de çok daha başkaydı....

Salı, Aralık 3

Haevnen



Baba:  Onu vurduysan o da sana vuracak,bunun sonu gelmez.anlamıyor musun? Savaşlar böyle başlar.
 
Oğul: Yeterince sert vurursan başlamaz. Bu konuda hiçbir şey bilmiyorsun...

Hep Oyunlar Senaryolar


Kralın takımı Muğlaspor.... Bodrumspor, marina işçilerinin takımı...

Bu sene Bölgesel Amatör Lig'de heyecan var. Bodrumspor 3.sırada ama atkı takan başbakandan korkacaksın.

Pazartesi, Aralık 2

La Piel que Habito


Hakkında ne söylesem, spoiler içerir. Spoiler içermesi de mesele değil aslında ama filmden alacağınız tadı yarı yarıya düşürebilir. Üstelik bence çok da müthiş bir film değil. Almadovar'dan daha iyisini beklerdim ama Banderas yine ne kadar "underrated" olduğunu göstermiş.

Oldboy'u seven bunu da sever ama izlerken tempo çok düşüyor, biraz sabır gerekiyor...

Cuma, Kasım 29

Eyyam Kırmızısı



Galatasaray-Sivasspor maçında, Dany iki sarı kartı kısa süre içinde görüp takımını bir kişi eksik bırakınca, maçı izleyenler Sivasspor'un ne zaman 10 kişi kalacağını, daha doğrusu bırakılacağını tartışmaya başladı. Sanki yazılı olmayan bir kuralmış gibi, büyük takım iç sahada, özellikle de maçın başında, kırmızı kart görünce, bunun telafisi yaşanacakmış gibi hissediyoruz. Halis Özkahya gibi baskıdan çabuk etkilenen ve kontrol kaybetmeye meyilli hakemler de sahada olunca bu teori güçleniyor. Peki gerçekten de öyle mi?

2000-2001 sezonundan itibaren Galatasaray ve Fenerbahçe'nin iç sahada oynadığı maçlara baktım. Kırmızı kartlardan sonra hakem denge kurmaya çalışmış mı? Fazla yorum katmayacağım. Zaten sağlıklı bir değerlendirme için pozisyonların ve hatta maçın devamını hatırlamak gerekiyor. Zor iş. Yine de Galatasaray'dan başlıyoruz.

2000-2001 sezonunda Galatasaray'ın iç sahada gördüğü ilk kırmızı kart mart ayındaki meşhur karşılaşmadan. Erol Ersoy, Hagi'yi çıldırtan iki sarı kartı çıkarıyor, ardından Hagi adeta deliriyor. Yeri gelmişken bir daha hatırlayalım, Hagi tükürdüğü veya hakemin ayağına bastığı için kırmızı kart görmüyor, kırmızı kart gördükten sonra o eylemleri yapıyor. Unutulan bir diğer şey; o maçta Gençlerbirliği de 10 kişi kalıyor. İlk yarıda Hagi, ikinci yarıda Mustafa Gönden kırmızı kart görüyor. Pozisyonu hatırlamıyorum, "eyyam" şüphesini doğuracak bir şey var mı bilmiyorum.

İkinci kırmızı kart, yine unutulmaz bir maçtan. Galatasaray'ın şampiyonluğu kaybettiği Ankaragücü maçında Okan Buruk kırmızı kart görüyor. Telafi kartı çıkmıyor. O kırmızı kartın yükünü de Okan seneler boyunca çekiyor.

Hagi'nin son maçı olan Trabzonspor maçında da Hasan Şaş kırmızı kart görüyor. Ama skor 4-0 olmuştu bile. Telafiye ihtiyaç bile kamamıştı.

2001-02'de tek kırmızı kart Malatyaspor maçında Sebastian Perez'e. Konuk takımdan Mert Korkmaz ise Perez'den 9 dakika önce sahayı terk etmişti. Once olması şüpheleri yok ediyor.

2002-03'te Sami Yen'de Galatasaray'a kırmızı kart çıkmadı. Olimpiyat Stadı'nda geçen ertesi sezonda ise 1 kırmızı kart vardı. Yattara ve Fatih Tekke'nin Galatasaray savunmasını dağıttığı maça Frank De Boer 82 dakika dayabilmişti.

2004-2009 arası dönemde Sami Yen'de Galatasaray'a 5 kırmızı kart çıkarken, bu maçta rakiplere herhangi bir yaptırım uygulanmamış. Ta ki Fırat Aydınus'un son dakikaya kadar olaysız götürdüğü Galatasaray-Fenerbahçe derbisine kadar. Son dakikada Lugano ile Emre Aşık'ın başlattığı kavgaya neredeyse tüm oyuncular dahil olmuş, iki takımdan da ikişer oyuncu sahadan atılmıştı. Maçın sonucunu çok etkilemese de, cezaların eşit kesilmesi "eyyam" tartışmalarını başlatmıştı.

Eyyam kartının tam karşılığı, bire bir örneği bundan bir sene sonra Bünyamin Gezer tarafından çıkarılmıştı. Şampiyonluk yarışını yakından ilgilendiren Galatasaray-Bursaspor maçında önce Lucas Neill kırmızı kart görmüş, hemen ardından çok gereksiz bir kırmızı Zapotocny'e çıkmıştı. Sami Yen tribünlerinin kararı, "eyyamcı Bünyamin" diye bağırarak protesto etmiş, maç 0-0 sona ermişti.

Galatasaray tarihinin en kötü sezonlarından biri olan 2010-11'de, sarı-kırmızılı takım iç sahada (yarısı Sami Yen yarısı TT Arena) 3 kırmızı kart gördü. 3 maçı da (Ankaragücü-Fenerbahçe-Trabzonspor) kaybetti. Rakip oyunculara kırmızı kart çıkmadı.

Fatih Terim'in gelişinden sonra Galatasaray'ın kırmızı kart sayıları arttı. 2011-12 ve 2012-13'te iç sahada 5'er kırmızı kart çıktı. İlk sezonun ilk yarısından Gaziantepspor ve Sivasspor maçlarında ikişer oyuncu kırmızı kart görmüş ama rakipler maçı 11 kişi tamamlamayı başarmıştı. İkinci yarıda oyanan Antalyaspor maçında ise Baros oyuna girer girmez saha dışına yollanmış, 90.dakikada ise İbrahim Dağaşan kırmızı kart görmüştü.

2012-13'te ise Galatasaray iç sahada 5 farklı maçta kırmızı kart gördü. Gaziantepspor ve Beşiktaş maçlarında Felipe Melo'nun kırmızıları çok tartışıldı, özellikle ikinci kırmızı karttan doğan "tükürme" muhabbeti ve verilen ceza geniş yer buldu. Gökhan Zan'ın Gençlerbirliği maçındakı kırmızı kartı ise sadece 8 dakika geçerli oldu.  Mersin İdman Yurdu maçında Dany'e çıkan kırmızı kart ülke futbol gündemindeki büyük bir hararetin fitilini ateşledi ama maç içinde rakibe kırmızı çıkmadı. Şampiyonluk maçında Umut Bulut'a gösterilen kırmızı kart ise ertesi hafta oynanan Fenerbahçe maçını daha çok etkiledi.

Kısacası, 2000 yılından beri Galatasaray'a iç sahada 28 kırmızı kart çıkmış (bu sezon hariç) bunlardan 3 tanesinden sonra rakip de 10 kişi kalmış, 2 tanesini rakiple aynı anda görmüş.

Geçelim Fenerbahçe'ye...

Şampiyonluk hasretinin sona ereceği 2000-2001 sezonunun başlarında oynanan Siirt Jet-Pa maçında, skor 3-1'ken Abdullah Ercan kırmızıyı görüyor. 4-1 olduğunda ise konuk takımdan Kadri skoru dengeliyor. Maç ise 4-2 sona eriyor.

Ertesi sezon Beşiktaş derbisinde kavgaya karışan Tümer ile Mirkoviç aynı anda kırmızıyı görüyor. 

 2002-03'te ilk kırmızı kart malum maçta Ortega'ya çıkıyor. Emre Aşık'a çıkan kırmızı kart skorun gölgesinde kalıyor. Sezonun diğer derbisinde İbo'yu ezen Fatih Akyel maçın tek kırmızı kartını görüyor. Sezonun son iç saha maçında ise olaylar gelişiyor. UEFA Kupası'na katılmak isteyen Fenerbahçe'ye kümede kalmak isteyen Diyarbakırspor rakip oluyor. İlk kırmızı Fatih Akyel ilk yarıda çıkıyor. Maçın son dakikasında ise Kamil ve Zoran Mirkoviç karşılıklı olarak atılıyor.

Devam eden 6 sezonda, Fenerbahçe'ye iç sahada 9 kırmızı kart çıkıyor ve bu maçların hiç birinde rakip eksik kalmıyor. Benzer dönemde benzer bir seri Galatasaray'da da vardı ki bu ilginç bir teoriye neden olabilir.

2009-2010'un başlarında oynanan Manisaspor maçında Emre, Türkiye Ligi'ndeki nadir kırmızı kartlarından birini görüyor. Manisaspor ise 11 kişi ile noktalıyor maçı. Bilica'nın penaltı noktasını kazarak damga vurduğu Beşiktaş derbisinin 88.dakikasında Ernst kırmızı görüyor. Son dakikalarda ise Vederson ile Toraman oyundan ihraç ediliyor.

2010-11'de Lugano ile Sezer Öztürk yanlış hatırlamıyorsam soyunma odasına giderken çıkan kavga sonunda kırmızı kartı gördü.Hakem Bünyamin Gezer'di. Aynı Bünyamin Gezer, şampiyonun averajla belirlendiği sezonun en kritik maçında, önce Selçuk Şahin'e ardından da Trabzpnsporlı Glowacki ve Tayfun Cora'ya kırmızı kartı çıkardı.

2011-12'de de unutulmaz bir kırmzıı kart vardı. Alex, Karabükspor maçının hemen başında, 5.dakikasında kırmızı kart görüyordu. Karabükspor maçı 11 kişi tamamladı. Süper Final'in şampiyonluk maçını ise iki takım 10'ar kişi tamamladı. Dia'nın kırmızı kartından sonra Ujfalusi atıldı, son 10 dakika kalbi sıkışanlar oldu.

2012-13'te oynanan Elazığpsor maçında Gökhan ve Marvin çıkan itişme sonucunda kırmızı kart gördüler, Yılmaz Vural "salak oğlum" diyerek maça damga vurdu. Karşılaşmanın son dakikasında Mehmet Topuz'un kırmızı kartı maçın şeklini değiştirmedi. Sezonun son derbisinde ise Volkan ve Sabri gereksiz bir kavgaya imza atarak oyundan atıldılar.

 Fenerbahçe iç sahada 25 kırmızı kart görmüş. Rakibin eşitlenmesne neden olan kırmızı Saracoğlu'nda pek çıkmamış. İlginç olan Kadıköy'de tam 6 kez karşılıklı, yani aynı anda, çıkan kavga sebebiyle iki takım da eksik kalmış. Gergin atmosfer sıfatını doğrulayan bir istatistik.

İki çıkarımım daha var. 2000'lerin başında, Galatasaray ve Fenerbahçe kırmızı kart görünce, hemen ardından bir eşitlenme olmuş. Eyyam olup olmadığı ayrı tartışma konusu. Fakat iki takım da devam eden 6-7 senelik bir dönemi bu anlamda boş geçmişler. Son 3-4 sezonda ise bu kırmızı kartlar yeniden ortaya çıkmış.

Diğer çıkarımım da, bu yeni başlayan sürecin baş aktörü genellikle Bünyamin Gezer olmuş. Sami Yen'de ve Kadıköy'de bu tarz maçlara ve kartara çok imza atmış. Şu anda hakemlik yapmaması bu teoriyi güçlendirme ihtimalini ortadan kaldırıyor.