Cuma, Ekim 29

Jump

 


Tek geceye sıkışan filmlerden biri. Bir yılbaşı gecesinde hayatları kesişen beş-altı kişinin hikayesine bakıyoruz.

Süresi çok iyi. 80 dakikalık çıtır bir film. Hızlı, akıcı. Biraz fazla heyecanlı olmuş. Aksiyonu daha az, draması daha çok olsaydı, güçlü bir filme dönüşebilirdi. Bu haliyle çerezlik bir filmden öteye geçmemiş. Oysa baş karakter Greta'nın köprüden atlamayı düşündüğü sahne ile başlayan film, biraz daha melankolik ve psikolojik olabilirdi.

Bu sayede uzun bir aradan sonra bir İrlanda filmi izledik. Derry şehrinin sokakları da bize eşlik ediyor. Film bir yılbaşı akşamını anlatıyor. Sokaklar da ışıl ışıl. Fakat sonradan öğrendiğime göre, çekimler Cadılar Bayramı döneminde gerçekleştirilmiş. Derry de Avrupa'da Cadılar Bayramı'nı en görkemli kutlayan şehirmiş.

Her gün yeni bir bilgi...

Perşembe, Ekim 28

Milli Takımın Adı Yok

"Sayın Sergen Yalçın, istifa etmeyi düşünüyor musunuz?"

Bu soruyu son 10 günde hiç duydunuz mu? Duymadınız, çünkü sorulmadı. Zaten sorulmaması da gerekiyor. Peki o zaman neden Şenol Güneş'e soruldu?

Yazının Sergen Yalçın veya Beşiktaş ile çok alakası yok. Fakat Sporting maçı sonrasında olanlar (daha doğrusu olmayanlar) bir benzetme oluşturmak için faydalıydı. O nedenle referans noktamızı Beşiktaş üzerinden alıyoruz. Ve esas eleştireceğimiz mecra ve yazının konusu da spor basınımız olacak...

Yazının merkezinde Beşiktaş olmadığını inandırabilmek için de yazıyı Sporting maçının hemen ardından yazmadım. Beşiktaş'ın galibiyeti için bekledim. Hemen bir derbi galibiyeti yaşanınca, beklenen zaman geldi. O zaman esas konumuza geçelim.

Türkiye futbol ortamında en sık söylenen yalanlardan biridir; "Milli takım herkesin takımıdır" sözü. Buna benzer cümleler de çoktur. Hiç birine inanmayın. "Milli takım hepimizin gözbebeğidir, canımızdır, ciğerimizdir." Yalan! Külliyen yalan!

Milli takım kesinlikle kulüplerden daha az seviliyor. Milli takımın taraftarı yoktur. Buna TFF'yi de dahil edebiliriz. İnsanların kendi günahlarını attığı ve sorumluluklarından azade olmasını sağladığı kurumlardır bunlar. Zira geri dönüşü olmaz. Çünkü güçsüzdürler. Kimse onlardan yana değildir. Haliyle milli takım teknik direktörleri ve futbolcuları da birer boks çuvalıdır. Herkes canı sıkıldığında yumruk atsın diye ortalarda dolanırlar. Herkes yumruğu sallar, için boşaltır. Karşıdan bir yumruk da gelmez. Yumruğu atan rahatlar, devran dönmeye devam eder...

İsviçre maçınından sonra Şenol Güneş'e sorulan soruyu hatırlarsınız. İstifa sorusu. Çok da normal gelmişti herkese. Sorulması gerekiyordu hatta. Ortada bir başarısızlık vardı. Üç maç kazanamamış bir teknik direktöre başka ne sorulacaktı? Hatta o sorunun normalleşmesi ve devamındaki itibar kaybı için de hocanın bazı cümleleri de cımbızla ayıklandı. Mesela İtalya'nın maç öncesi ısınmadaki deparları...

Şenol Güneş ile Beşiktaş arasındaki benzerliğe gelelim şimdi. Milli takım organizasyonları ile kulüp takımlarının organizasyonları tabi ki bir değildir. Öncelikle biri çok daha az maç oynar. Ayrıca milli takımlar beraber daha az idman yapar. Yine de bir paralellik kuralım.

Kulüp takımlarının lig müsabakası, milli takımların turnuva eleme grupları ile benzer olabilir. Orada derece yapanlar da bir üst seviyede mücadele ederler. Yani Şampiyonlar Ligi ve yaz şampiyonaları.

Beşiktaş geçen sezonu şampiyon olarak bitirdi ve bu sezon Şampiyonlar Ligi'nde mücadele etme hakkı kazandı.

A Milli Takım da, Avrupa Şampiyonası elemelerini ilk ikide bitirerek turnuvaya gitme hakkı kazandı. Hatta Euro 2020'de kötü sonuçlar aldığı dönemde bile 'ligde' (Dünya Kupası eleme grubunda) üç maçta yedi  puan toplayarak ligdeydi. Beşiktaş şu an ligde lider olsaydı, daha büyük bir benzerlik kurulacaktı.

Yine de hem güncel Beşiktaş hem de Haziran ayındaki A Milli Takım için aynı durumdan bahsedebiliriz. İyi giden bir lig performansı ve üç maçta sıfır çekilen üst düzey turnuva. 

Teknik direktörlerin de benzer bir noktası oldu. 

Şenol Güneş'in analiz yapmadığını iddia eden yorumlar, haberler, İtalya maçı deparları ve daha fazlasını sık sık dinledik. Beklenen soru da İsviçre maçının ardından geldi zaten. Analiz yapmamış bir teknik heyetin varlığına inanan spor basını, ter soğumadan soruyu sordu.

Sergen Yalçın da Beşiktaş işe iyi bir lig performansının ardından Şampiyonlar Ligi'nde üçte sıfır çekti. Daha da kötüsü 4-1 sona eren Sporting maçının ardından "Şans golleri yedik. Rakibimizi analiz ettik ama hiç böyle goller attıklarını görmedik" dedi. Oysa Sporting, geçen sezondan beri bu tip organizasyonları çok fazla yapıyordu. Coates de golcü bir stoperdi...

Fakat Yalçın'a aynı istifa sorusu gelmedi. Mesela aynı açıklamayı Şenol Güneş yapsaydı ne olurdu? Cevap verebilmek için Güneş'in hangi takımda olduğunu bilmemiz gerek. Eğer milli takımdaysa yer yerinden oynardı. Kulüp takımında ise bir şey olamazdı.

Sergen Yalçın da benzer bir açıklamayı milli takımda yapsaydı, bu kadar rahat olamazdı. Yaylım ateşi anında başlardı. Bunun nedeni de A Milli Takım'ın taraftarsız olması. "Aman başımızı ağrıtacak tweet'ler gelmesin" korkusunun olmaması...

Büyük kulüplerde çalışan teknik direktörlere kılıçla girmek için, önce taraftardan icazet almak gerekiyor. Eğer taraftar hocayı tartışmaya başladıysa, basın da istenen soruları sorar. Mesela yakın dönemde Vitor Pereira'ya bu sorunun gelme ihtimali, diğer meslektaşlarından daha yüksek. Çünkü Kadıköy'de tartışılan bir isim.

Peki Sergen Yalçın altıda sıfır çekerse ne olur? Buna da Beşiktaş taraftarı karar verir. Eğer Beşiktaşlılar yavaş yavaş homurdanmaya başlarsa basın fırsatı değerlendirir. Fakat tam tersi, hocaya destek tezahüratları, mesajları gelirse, hiç kimse altıda sıfır çeken bir teknik direktöre "İstifa" sorusu sormaz.

Nereden biliyoruz? Benzerleri var çünkü. Güneş'e istifa sorusu soran Galatasaray muhabirleri, 2019-20'de Şampiyonlar Ligi'nde galibiyet alamayan Fatih Terim'e benzer bir sormadı. Sormak bir yana, kamuoyunda neden sorulmadığına dair bir tartışma da olmadı. Zira bu gayet olağandı. Terim, Galatasaray'da seviliyordu. Galatasaray taraftarı onun arkasındaydı. Bu soru sorulamazdı. Sorulmasına gerek yoktu zaten. Fakat Güneş o kadar şanslı ve rahat değildi. Güneş ve A Milli Takım personelleri için aynı durum hiçbir zaman söz konusu olamaz.

Bu da aslında, medyada yapılan işlerin ne maksatla yapıldığının göstergesidir. Basit bir sorudan ütm döngüyü anlayabiliyoruz. Doğru soruyu sormak veya doğru işi yapmak önemli değildir. Önemli olan çoğunluğun istediği soruyu sormak, çoğunluğun istediği işi yapmak ve çoğunluğun istediği cümleleri kurmaktır. Ve A Milli Takım'ın arkasında herhangi bir çoğunluk da yoktur...

Çarşamba, Ekim 27

Patron

 


Tribün Dergi'nin September'ı olarak tandığım, daha sonra tanıştığım, birkaç kez sohbet etme fırsatı yakaladığım, sonrasında da sosyal medyada takip ettiğim ama orada tanıdığım halinden biraz farklı bir persona yaratan  Ahmet Vehbi'nin belgeseli... Aslında onun belgeseli de değil. Onun hayat hikayesine girmiyoruz. Onun üzerinden Türkiye toplumunun son 10-20 yılına bakıyoruz.

Kendisi hakkında uzun bir yazı yazabilirim ama diğer yandan bunu kendime hak da görmüyorum. Herkesin kafasında (onunla sadece 10 dakika konuşmuş birinde bile) farklı farklı Ahmet Vehbi portreleri vardır. Mesela bizim için kendisi daha çok September'dir.

Haliyle hiç yorum yapmadan bu belgesele teslim olmak çok daha iyi. Zaten esasında da bu işten bahsetmek gerek.

Son dönemde gerek içerik kanallarında yapılan 20-30 dakikalık işleri, gerekse böyle uzun belgeselleri çok beğeniyorum. Bir figür veya olgu üzerinden, belli bir dönemi, toplumu veya vakayı anlatan tarza bayılıyorum. Patron da sadece bir Ahmet Vehbi hikayesi, bir hayat öyküsü değil. Ahmet Vehbi üzerinden Gezi Parkı'nı referans alan, sosyal medyanın ilişkilerimizde ve kendimizde yarattığı tahribatı anlatan ve oradan da toplumdaki bölünmeyi anlatan harika bir iş izliyoruz.

Belgesel çok başarılı. Refet sayesinde haberim olmuştu. Bir gece uyumadan önce bakayım dedim, sonuna kadar gitti. Ardından da 2-3 kere izledim.

Belgeselde Ahmet Vehvi'yi eskiden beri tanıyan arkadaşları ve kardeşleri konuşuyor. Nedense onlar hakkında çok sert yorumlara denk geldim. Hatta Youtube altında yazılan yorumlara pek bakmayın derim, sinir bozabilir.

Oysa belgeselin gücü de buradaydı. Herkesin biri hakkında övgüler düzdüğü bir anma kaydı değildi sonuçta. Sevabıyla günahıyla Ahmet Vehbi ve sevabıyla günahıyla Türkiye'nin son 20 yılı anlatılıyordu. Anlatanlar da onunla çok yakın ilişkiler kurmuş insanlar. Sevgileri, öfkeleri, kavgaları, barışmaları onları bağlar. Ahmet Vehbi'nin siyasi olarak yakın durduğu yerden olanlar için muazzam bir fırsata dönüşmüş ve belli bir sınıfa dair kinlerini kusmuşlar. İçeriği çok da anlayarak izlediklerini düşünmüyorum. 

Bu arada İtaatsiz'i de orada görünce, benzer bir işin Afili Filintalar için de yapılması gerektiğini düşünüyorum. Kurtarılmış bir bölgenin nasıl yıkıldığını anlatması lazım birilerinin...

Öte yandan İtaatsiz'in "Ahmet Vehbi, herkesten önce Fetullahçılara 'Devlet içinde devlet' diyordu" cümlesi biraz tirajikomik oldu. Bilerek mi hafızamızla alaya etti, yoksa bir yanlışlık mı oldu merak ediyorum.

Sonuç olarak; çok ciddi tavsiye...

Ben de bir daha izleyeyim bu arada... Emeği geçen ve projeyi aklına getirenlere tebrikler...

"Türkiye'nin demokrası sorunu; 1 Lira..."

Salı, Ekim 26

Golo #9

 


Bu hafta Portekiz Ligi büyük bir kuraklık yaşadı. Oynanan dokuz maçta 15 gol atıldı. Sezonun en az gol atılan haftası oynandı. İki maç 0-0 sona erdi. 18 takımın dokuz tanesi gol atamadan haftayı kapadı. Yedi maç 2.5 gol altı ile sona erdi.

Tondela maçında hat-trick yapan Porto golcüsü Mehdi Taremi, atılan gollerin beşte birine tek başına imza attı. Böyle bir haftada şahane bir gol bulamamak hiç şaşırtıcı değil.

İmdadımıza Estoril'den Andre Franco yetişiyor. Bu gol, başka haftalarda ilk üçe bile zor girerdi. Fakat fırsat haftası, sol ayakla atılan bir golü daha öne çıkardı. Gol hazırlanış olarak da fena değil. Tek vuruştaki bitiriş de şık...

Andre Franco, henüz 23 yaşında. Estroil ile alt liglerde oynadıktan sonra ilk defa bu sezon radarımıza takıldı. Oynadığı dokuz maçta beş gol kaydetti. Adını ilerleyen dönemlerde daha çok duyabiliriz. Zaten Estoril de dikkat çeken bir performansa imza atıyor. Yeni yükseldiği ligde olağan üçlünün hemen arkasına yerleşti ve Braga'yı geride bıraktı.

Bu hafta Benfica'yı konuk edecekler. Gerçek bir seviye tespit sınavı...

GOLO #8  GOLO #7

GOLO #6 GOLO #4

GOLO #2

Perşembe, Ekim 21

Elefante Blanco

 


Güney Amerika'nın dikkat çeken yönetmenlerinden biri olan Pablo Trapero'nun herhangi bir filmini izlememiştim. Ya da izlediysem de ona ait olduğunun farkında değilim. Cannes'da gösterilen 2012 yapımı Elefante Blanco, hem Trapero ismş sayesinde, hem oyuncu kadrosuyla hem de Cannes referansıyla, başlamak için iyi bir nokta olabilirdi.

Fakat beklentilerimizin uzağında kaldığını söylemek lazım. Yoksul bir bölgede, sistemin tüm çarklarına direnerek bir değişim başlatmak isteyen idealist üç insanın hikayesini anlatan film, benzerlerinden çok farklı bir şey sunmuyor. Ayrıca çok güçlü de değil. Dini referansların fazlalılığı, sistemle savaşta ulvi destekler gerektiğini işaret ediyor gibi.  Filmin böyle bir söylemi bulunmasa da, sahneler bizi oraya itiyor. Ayrıca karşıdaki düşmanın 'sistem' olarak geçiştirilmesi ve öznelerin belirgin olmaması biraz 'çekingen' bir film sunuyor.

Açılışta 13 dakikalık bir giriş bulunuyor. Bu sekans, pek çok sinemaseverin beğenisini kazansa da bizim filmi izlemekten vazgeçmemize neden olacak kadar uzun ve heyecansızdı.

Devamında kötü bir film izlediğimizi söylemek haksızlık olur. Fakat kendisinden öncekilerinin aynısından uzaklaşamadığını kabul etmek gerekir. Sonundaki dramın geleceği bile belliydi. Diğer yandan gerçekçi bakış açısıyla (zaten gerçek hikayeden esinlenerek hazırlanan bir senaryo var), ciddiye alınması gereken bir konuyu anlatmasıyla saygı kazanmayı hak ediyor.

Öte yandan filmdeki yönetmen katkısı çok belirgindi. Bu nedenle Trapero'ya bir artık yazmak mümkün. Fakat elindeki oyuncuların zirve noktasını biliyoruz. Jeremie Renier ve özellikle Ricardo Darin o noktaya çıkamıyorlar. 

Müzikleri hazırlayan Michael Nyman ise bir kez daha film müzikleri konusunda ne kadar değerli bir isim olduğunu kanıtlamış oldu. Filmin notunu, tek başına arttırdığını belirtmek mümkün.

Çarşamba, Ekim 20

100'lük Santrfor

 


"Süper Lig'de oynamayan en Süper Lig topçusu kim" diye sorulsa benim cevabım bu adam.

Artem Dzyuba, fiziksel özellikleri (1.96) ve oyun tarzıyla tam bu lig için yaratılmış bir oyuncuydu. Yaşı artık 33 olduğu için, buralarda görmemiz zorlaştı. Zaten o da bir Zenit efsanesi olmayı tercih etti.

Geçtiğimiz hafta sonu Arsenal Tula maçında fileleri havalandırınca, takımı forması altında 100. golünü kaydetti. Aslında çok skorer bir oyuncu değil. 100 gol de, geçirdiği 7 sezon ve oynadığı 200 küsür maça göre biraz az... Yine de kulüp tarihinin en golcü ikinci futbolcu olmasına yetti. Zaten esas olan onun golleri değil. Aslında normalde benim sevdiğim bir tarz santrfor da değil ama kendi tarzının en iyisi belki de...

Saygı  duyuyorum ve hayranlıkla izliyorum. Gerçi benim Zenit'te favorim Serdar Azmoun ama olsun. Sonuçta bize Süper Lig'i hatırlatan her detaya saygımız var.

Bu arada, Dzyuba 100. golünü maçın 88. dakikasında attı. Skor 1-1'e geldi. Fakat 90. dakikada Arsenal Tula, Kings Kangwa ile müthiş bir gol buldu ve maçı kazandı. İlginç olan maç sonu, Dzyuba'nın tarihe geçen golünü atarken giydiği forma 22 yaşındaki Kangwa'ya gitti. Demek ki herkes hayran...


Pazar, Ekim 17

Masculin Féminin

 


"Bize bir televizyon ve bir araba verin; özgürlüğümüzü elimizden alabilirsiniz."

Cumartesi, Ekim 16

Bir Haksızlık Öyküsü


Ronald Koeman
hiçbir zaman sevdiğim teknik direktörlerden biri olmadı. Futbolculuk yıllarından kalma hatıralarımızda yer edinen sert suratı ve teknik direktörlük kariyerindeki ters demeçleri ondan soğumama neden olmuştu. Zaten bugüne kadar çalıştığı takımlarda hep arkasında polemikler bıraktı. Özellikle Valencia, Everton ve Southampton dönemlerinde beraber çalıştığı oyuncular, sık sık Koeman hakkında çok olumsuz sözler söylediler. Uzaktan, geçimsiz bir adama benziyor ve ben geçimsiz adamları kolay kolay sevemem.

Bu referanslara sahip Koeman'ın Bayern'den sekiz gol yemiş ve iflas etmiş Barcelona'yı toparlayacağına inancım yoktu. Diğer yandan onun da Euro 2020'ye gidecek Hollanda Milli Takımı'nı bırakıp problemli Barcelona'ya geçmesi doğru hamle olmazdı.

Zamanlama önemlidir. Eğer pandemi olmasaydı ve Euro 2020 ertelenmeseydi Koeman'ın planları başka olabilirdi. Fakat o, bir sene beklemekten vazgeçip, kalıp kalmayacağı belli olmayan mutsuz Messi'nin liderliğindeki takımı çalıştırmaya karar verdi. Başka zaman Barcelona'yı ona vermezlerdi ama Barcelona'da o zaman alınacak gibi değildi.

O günleri yeniden anımsayalım.

8-2'lik Bayern faciası Barcelona'yı saha içinde öz güvensiz bir hale getirmişti. Üstüne Messi'nin durumunun belirsizliği eklenmişti. Pandemi nedeniyle finansal kayıplar vardı ve transfer yapılamıyordu. O yaz sadece 20 yaşındaki Sergino Dest takıma katılabildi. Koeman'ı takımın başına getiren yönetim kurulu da yerini başka bir oluşuma devretmeye hazırlanıyordu.

Böyle bir kaotik atmosferde hangi teknik direktör ne yapabilirdi? Benim umudum yoktu. Koeman ise beklediğimden daha fazlasını yaptı. "Uzun süre toparlanmaz" denilecek takımı toparladı. Bunun için biraz zaman kaybettiğini kabul edebiliriz. Fakat doğru kimyayı, nihayetinde Ocak ayında yakaladı. 2021 ile beraber hem saha içindeki oyunla hem de alınan sonuçlara çıkışa geçen bir Barcelona vardı.

13 Aralık'taki Levante maçıyla başlayan seri önemli. Nisan ayındaki El Clasico'ya kadar 19 lig maçında yenilmedi Barca. Kral Kupası'nı kazandı. Şampiyonlar Ligi'ndeki 4-1'lik PSG yenilgisi ağır yaraydı ama diğer yandan da gerçekçiydi. Barcelona henüz o sınıfın takımı olamazdı. Fakat rövanşta 21 şut çektikleri ve Messi'nin bir kez daha penaltı kaçırdığı maçta oynadıkları oyun gelecek için umut vericiydi.

Griezmann gibi 'fiyasko transfer' olarak gözüken bir oyuncuya bile yer açmayı başarmıştı Koeman. Fransız oyuncu, o Aralık-Mayıs döneminde 10 gol attı, ki herhalde Barcelına dönemindeki en parlak zamanıydı.

Fakat esas olarak genç oyuncular, grubun içine dahil edildi. Pedri (17), Mingueza (22), sakat olsa da Fati (18), Araujo (21), Puig (21)... Bu sezon takımdan ayrılanları dahil etmiyorum bile. Bu gençlik aşısı Lionel Messi'yi de memnun etmiş gözüküyordu. Artık sahada yüzü gülen bir Messi vardı.



Hatta belki de o PSG maçında kaçırdığı penaltı, Messi'ye yeniden rekabetçi bir Barcelona'yı zirveye taşıma hevesi ve sorumluluğu yüklemişti.

O sezon bir şekilde tamamlandı. Real Madrid ve Granada yenilgileri şampiyonluğun vedasıydı. Olabilir. Hedef zaten yeni sezondu. Messi takımda kalmalı, onun için de rekabetçi bir kadro kurulmalıydı. Gerisi gelirdi.

Mart ayında Koeman'i getiren başkan gitti, onu istemeyen başkan geldi. Aynı zamanda Messi'nin istemediği başkan gitti, istediği başkan geldi.

Koeman'in koltuğu o günlerde sallanmaya başlandı zaten. Laporta'nin aklındaki ismin Xavi olduğu söyleniyordu. Fakat bir değişiklik yapmak için uygun zaman değildi. Messi de takımda kalmanın sinyallerini verince Koeman ile devam etmeye karar kılındı. Messi varsa, kimin hoca olduğu pek önemli değildi zaten...

Devamında Laporta seçim döneminde verdiği sözü tutmak için çalışmalara başladı. Messi'yi takımda kalmaya ikna etmek için rekabetçi bir takım kurmaya çalıştı. Kankası Agüero bu projenin parçası olarak geldi.

Fakat beklenmedik.bir şey oldu. Gecen yaz gitmek isteyen ama artık yer değiştirmemeye karar kılan Messi takımdan ayrılmak zorunda kaldı. Ve tüm taşlar yerinden oldu...

Arjantinli yıldızın saha içindeki önemini anlatmaya gerek yoktur herhalde. Büyük ihtimalle Koeman onu her zamanki gibi takımın merkezine koyacaktı. Belirli bölgelerde birer 'tecrübe' ve yanlarında geleceğin Barcelona'sını oluşturacak çocuklar... Bu iş tutardı...

Fakat planlar bir günde çöktü. Koeman, yeni sezona Barcelona tarihinde Messi'si elinden alınan ilk ve tek teknik direktör sıfatıyla girdi.

Üstelik isim ve kariyer olarak ona en yakın gözüken isim olan Agüero da sakatlığı nedeniyle tek bir maça çıkamadı.

Elde U-21 takımından hallice bir kadro ve Pique, Busquets gibi birkaç papaz kaldı.

Barcelona'nın sezona iyi başladığını söylemek mümkün değil. Özellikle Şampiyonlar Ligi maçlarında durum karanlıktı. Fakat gelecek herhangi bir teknik direktörün de bundan fazlasını yapması pek mümkün değildi.

İçi boşalmış bir kadro ile hayata tutunmayan çalışan ve başkanın desteğini hiçbir zaman alamayan bir teknik direktör...

Bu tip hikayelerde tarafım her zaman bellidir. Ne kadar sevmesem de Koeman bu hikayenin haksız yere yanan ismi. Değerlendirme objektif yapılmıyor ve sadece skorlara bakılıyor. İşin onun açısından daha vahim olan kısmı, arkasında tribün ve medya desteği de bulamaması. Özellikle medya ona sırtını çevirdikçe, o daha da sertleşiyor ve haklıyken haksız duruma düşebiliyor. Zaten geçmişte de  bu tip sorunlar yaratmıştı.

Büyük ihtimalle yakın zamanda Barcelona, son yıllardaki kötü yönetimlerinin faturasını bir teknik direktöre daha kesecek. Oysa ne Valverde ne Setien bunları hak etmişti. Büyük ihtimalle  Koeman da  benzer bir sonla karşılaşacak. O da hak etmemiş olacak. Bir enkaz devralmıştı. Enkazı kaldırmak isterken, üstüne bir enkaz daha düştü. Ve sorumluluk onda kaldı.

Biz testi kırılmadan önce tarafımızı seçelim. Şampiyonlar Ligi, böyle bir sezonda Barcelona için ağır gömlek. Ligde ise, en büyük efsanesini kaybetmiş, yeni kurulmuş, yaş ortalaması düşmüş bir kadro sınav veriyor. O kadro yedi maçta sadece bir kez, onda da son şampiyona, yenilen bir takıma 'kötü yolda' demek mümkün mü? Bence değil...

Belki gelecek bir bir teknik direktör durumu toparlayabilir. Olmaz diye bir şey yok. Fakat Koeman için 'Barcelona'yı vasat takıma çevirdi' demek, haksızlıkların en büyüğü olur.

Cuma, Ekim 15

Avril et le monde truqué

 


Animasyon filmlerine çok fazla zaman ayırmıyordum. Uzun zaman sonra Avril et le monde truqué ile bir şans verdim. En son animasyon türünden ne izlediğimi hatırlamıyorum ama herhalde bir Japon animesidir.

Avrupalılar bu türde pek başarılı değil sanırım. ABD zengin imkanları sayesinde fena işler çıkarmıyor. Fakat günün sonunda Japonların eline su dökebilen çıkmıyor. Avril et le monde truqué, kıta içinde dikkat çekip, ödüller kazanan bir filmdi. O sayede de ilgimi çekti ama devamını getirmedi.

Film 1941'de geçiyor ve dönem Avrupa'sına alternatif bir tarih yaratıyor. Zaten konusu beni yakalamaya yetti. Fakat devamında da pek fazla keyif veremedi. Oysa beklentim biraz yüksekti.

Yine de son kısmını saymazsak sıkıcı bir animasyon da değil. Belki süresi daha iyi ayarlanabilirmiş. Öte yandan, çok anlamadığım bir konu olsa da çizimler gözüme biraz farklı geldi ve hoşuma gitti. O açıdan da hakkını vermek lazım.

Marion Cotillard'ın baş karakter Avril'i seslendirmesiyle dikkat çeken filmin ekibinde benim gözüme çarpan kişi senaristlerden Franck Ekinci oldu. Kendisini tanımıyorum tabi ama soyadını görünce bayrakları asma ihtiyacı hissettim durduk yere. 

Bu arada; konuşan kedi her eve lazım.

Çarşamba, Ekim 13

To Be or Not to Be

Fırsat buldukça 1975 öncesi sinemayı ve özellikle Hollywood'u övmeye devam edeceğiz. Tabi bu fırsatı yakalamak için, o dönemin filmlerini izlemek gerekiyor.

1942 yapımı To Be or Not to Be dönemin şahane filmlerden biri. Tüm zamanların en iyi komedi filmlerinden biri olarak gösteriliyor. Bu payeyi de hak ediyor. Berlin doğumlu yönetmen Ernst Lubitsch'in daha önce bir filmini izlememiştim. Fakat Billy Wilder gibi meslektaşlarının onu çok fazla övdüğünü okumuştum. Bu filmde de, Wilder filmlerinden aldığım tadı aldım. Artık hangisi hangisini etkiledi onu gerçek sinefillere bırakıyorum. Fakat Wilder sevenler, bu filmden de büyük keyif alırlar.

ABD sinemasının savaş dönemi filmleri de çok enteresandır. Bir müddet sonra taş üstünde taş kalmayacak işgal altındaki Avrupa'da Hitler/Nazizim eleştirisi ve mizahı yapılamazken (gerçi o atmosferde nasıl yapılacak) ABD, anti-Nazizim filmlerini vizyona sokuyordu. Buna rağmen ordusu savaşa girip taraf olma konusunda beklemedeydi. Bir görüşe göre bu filmler, halkın savaşa girme konusundaki görüşlerini etkilemeye yaradı ve sonrasında askeri/siyasi hamleler geldi.

Gerçi To Be or Not to Be, ABD savaşa girdikten kısa bir sonra vizyondaki yerini almış ve gişede de pek başarı elde edememiş. Zaten bir propaganda filminde öte, mizahı güçlü eleştirel bir filmdir. 

Naziler Polonya'yı işgal eder ve bir grup tiyatrocu Nazilere karşı durmak için örgütlenir. Filmin kısa konusu böyledir. Devamında da çok güzel esprilerle akan harika bir kurgu gelir. 1942'de çekildiğini tekrar anımsatarak, filmdeki esas ana fikri de "Herkes kendi çapında bir şeyler yapılabilir, gelin harekete geçelim ve direnelim" olarak özetleyebiliriz. 

Lubitsch bir röportatında şöyle diyor mesela: "Bu filmde hicvettiğim şey Naziler ve onların gülünç ideolojisi. Ayrıca, nasıl olursa olsun her zaman aktör olarak kalan aktörlerin tutumunu da hicvediyorum""

Berlin'den ABD'ye gitmiş bir yönetmen, ülkesinde olanları dünyadaki herkese böyle anlatıyor ve herkesi göreve çağırıyor. Bu açıdan çok değerli bir film. Güncel bir kaygısının olmasının yanı sıra da zamanlar ötesi bir soruna da hitap ettiğini söylemek mümkün. Zira diktatörler çağı halen sona ermedi. Hatta belki de o yüzdendir ki 1983'te bu filmin yenisi çekildi ABD'de. Fakat eleştirmenler tarafından beğenilmemiş.

Oyuncularımız da en az yönetmen Lubitsch kadar başarılı. Fakat Carole Lombard, film vizyona girmeden hemen önce bir uçak kazasında hayatını kaybediyor. Henüz 33 yaşında... 

Jack Benny ise, Lubitsch'in film için ısrarla istediği kişiymiş. O da bu talebin karşılığını fazlasıyla veriyor ve filmi sırtlıyor. 

İzlemesi keyifli, süresi ideal (99 dakika), IMDB puanı yüksek (8.2); harika bir film...


Salı, Ekim 12

Kaliteli Yolculuk

 


Burası Küba olsa beğenirsiniz ama burası 90'larda Bostancı - Kadıköy arası sefer yapan dolmuşların ana durağı...

(Via Letter from Turkey)

Pazartesi, Ekim 11

Night Fare

 


Konusu itibariyle izlediğim en ilginç filmlerden biri.

Fakat birçok filmde gördüğümüz talihsizliğe o da düşmüş. İlgi çekici bir konusu var ama sonu zayıf bağlanınca her şey suya düşüyor. Yine de bu mazur görülebilir. Zaten o sonu bağlayanlar 'büyük film' oluyor zatent. Fakat bağlayamamak da sorun değil. Keyifli süre geçirmek de yeterli oluyor.

Night Fare, 80 dakika gibi 'çıtırlık' süresine çok şey sığdırıyor. Aksiyon ve gerilim isteyen için bolca var. Bir 'felsefe' çıkmasını bekleyenler de ucundan az da olsa aradığını buluyor. Gerçi o mesajlarını ve düşüncesini salağa anlatır gibi gözümüzün önüne sokmaya çalışması filmden not kırmamıza yetti.

Birçok film sitesinde türünün 'korku' olmasına şaşırdım. Korku dendiğinde benim aklıma doğa üstü canavarlar, vampirler, biyolojik olarak mutasyona uğramış saldırgan canlılar ve benzerleri geliyor. Belki de benim sınıflandırmam yanlıştır ama Paris sokaklarında bir taksiden kaçan iki gencin macerasına 'korku' demek doğru olmayabilir.

Bu iki gencimiz Chris ve Luc çok korkmuş olabilir. Hayatlarının en korkunç gecesiydi büyük ihtimalle. Bu da benim hoşuma giden bir kısımdı. Tek gecelik, tek günlük veya tek mekanlı filmleri çok seviyorum. O nedenle Night Fare tüm eksikleine rağmen beni ekrana çekti.

Birçok sinema filminin '12.adam'ı olan Paris, bu filmde bomboş sokaklarıyla renk katıyor.

IMDB puanı 5.5 olsa da ben filmi biraz daha fazla sevdim. Arkadaş ortamında kalabalık halinde izlenecek filmlerden.  80 dakikalığına aç bunu, izle, araya muhabbet sıkıştır, fim bitince de PES turnuvası at... Olay budur.

Pazar, Ekim 10

Cesaret

"Zincir şöyle ilerliyor: Koç, imkanları dahilinde başarılı olarak daha fazlasını yapabileceğine GM'i ya da başkanı ikna ediyor, o da sponsoru zorluyor...

Cesur olmak önemli. Bazı antrenörler "Çok zorlarsam işimden olurum" diyor. Yahu zorlamazsan zaten işinden olacaksın. "Ben bu bütçeyle de yaparım" gibi bir durum yok. Sen yapamazsın, yerine başkasını bulurlar, o biraz yapabiliyormuş gibi gözükür, onu da yollarlar... Doğanın kanunu. Yönetim hiç "Biz hata yapık" demez. "Hoca bu işi yapamadı" olur. O yüzden harcayabilecek bir sponsor varsa harcatacaksın."

Ergin Ataman, Socrates Eylül sayısı

Cumartesi, Ekim 9

The Help

2011 yapımı The Help'i izlemeyi uzun zaman boyunca erteledim. Ne zaman baksam IMDB'nin en iyi 250 film listesinde yer alıyordu. Ciddi referansları sayesinde filmi hem merak ettim hem de öteledim. Ötelemenin iki nedeni vardı. Birincisi korkutucu süresi. 2.5 saatlik filmlere sorunum yok. Sıkılmaktan korkmam. İzlemeye başlarsam sonuna kadar giderim. Fakat gün içinde bomboş bir 2.5 saat bulmak hiç kolay değildi.  O nedenle karantina dönemi, beklenen fırsatı getirdi. 

Ötelememin ikinci nedeni ise filmin afişiydi. Genelde izleyeceğim filmlerin konularını, eğer izleyen birileri bana fısıldamazsa, bilmem, bilmek de istemem. The Help'in de konusunu bilmiyordum. Sarı tonların ağırlıklı olduğu ve dört kadının yer aldığı afişine bakınca aklımda başka bir hikaye belirmişti. The Stepford Wives veya çok sevdiğim Plesantville gibi Amerikan toplumuna eleştiri getiren bir 60'lar filmi olacağını düşünmüştüm. Öyle olması da dert değildi ama benzerlerini çok gördüğüm için önceliğim olmakta zorlanıyordu. Aslında nispeten içeriği doğru da tahmin etmişim. Eleştiriler ve ve 60'larda geçiyor. Ama esas konusunu anlamak afişe bakınca mümkün olmuyordu. Irkçılık karşıtı filmlerden biri olan ve dikkate değere bir hikayeye sahip olan The Help, bunu seyirciye vadetmekte zorlanıyor.

Bir roman uyarlaması olan filmin ilginç bir konusu var. Güneyde yetişip büyüyen Skeeter (Emma Stone), bir gazetede ufak ufak bir köşe doldurmaya başlar. Zamanla bu köşesinden gerçek hikayelere yer verir. Gerçek hikayeleri, hayatının en başından beri yanında olan, hatta onu büyüten Afro-Amerikalı kadınların dertlerini dinleyerek oluşturur. Tabi sadece hikaye toplamak mümkün değildir. Anlatılanlar beyaz kadınları, yani ev sahibelerini rahatsız eder. Anıları anlatmak, gerçeklerden bahsetmek mağdurlar için çok zor bir hale gelir. Böylece hikayemiz derinleşir...

Obama'nın başkalığı dönemine denk gelen The Help, kesinlikle Hollywood tarihinin en güçlü ırkçılık karşıtı filmlerinden değil. Hatta böyle bir listede ilk 10'a girmesi bile zor. Fakat toplumun tüm katmanlarının neden aynı tarafta buluşması gerektiğini güzel anlatıyor. Böylece ırkçılık sorunun dışına da çıkarak, tüm haksızlıklarla ve ayrımcılıkla mücadele yoluna önemli katkılar sunuyor.

Skeeter, beyaz bir ailenin kızı olmasına rağmen aslında ailenin emektarı Aibileen (Viola Clark) tarafından büyütülüyor. Onu belki de annesinden daha çok seviyor. Onun aile işleri bizim için (mücadele için) önemli değil. Fakat bu çocuklar büyüdükleri, şehre gittikleri, üniversite okudukları ve politikleştiği zamanlarda; (Skeeter için bu dönem 60'ların sonlarına denk geliyor) siyah hareketinin en büyük destekçileri oluyor. Aslında filmde Skeeter'ı bir eylemci olarak görmüyoruz. Meydanlara çıkmıyor. Pankart taşımıyor, slogan atmıyor. Fakat işini ve elindeki, imkanları ulvi bir amaç için kullanıyor. 

Filmin çıkış noktası olan kitabın Türkçe'ye çevrilen adı da bu anlamda değer kazanıyor: Yardımcı. Ailenin gündelik işlerini yapan 'yardımcı' Aibileen'in hayatından yola çıkıyoruz. Sonradan 'yardımcı'ya dönüşen Skeeter oluyor. Film isimlerinin Türkçe'ye çevrilirken çıkan örnekler, yıllardır tartışma konusu oluyordu. Bu sefer karşımızda "Duyguların Rengi" çıktı. Bence kitaptaki başarının yanına bile yaklaşamıyor.

Öyleyse kısaca filmin iyi noktalarına vurgu yapalım. Hikaye kesinlikle gereksiz ajitasyonlara girmiyor. Oysa Türkçe isim bu konuda bizi biraz korkutmuştu. Ayrıca çok iyi bir mizah dengesi var. Hikayeye renk katıyor ve sulandırmıyor. Oyuncular çok başarılı. Hayranı olmadığım Emma Stone bu sefer benden geçer not alıyor. Fakat filmin yıldızı tabi ki Viola Davis. Fakat kötü karakter Bryce Dallas Howard'ı da atlamak lazım. Öte yandan uzun ve korkutucu süresi, kesinlikle bir dezavantaja dönüşmüyor.  Fakat zaman zaman durağan bir tempoya girebiliyor ki, bu tip agresif konuya sahip filmlerde temponun biraz düşmesi, filmin geneline olmasa da hafızalarda kalacak "sert duruş''a zarar verebiliyor.

En büyük eksisi ise iyilerin çok iyi, kötülerin çok kötü olarak tasvir edilmesi. Sinemada bir dönem karakterler çok net bir şekilde belli ederdi kendini. İyiler ve kötüler, bir hikayenin ana unsuru olan çatışmayı çok rahat bir şekilde oluştururdu. Sonra anti-kahramanlar geldi. Çok da sevildiler. Fakat her filmde anti-kahraman olamazdı. Bir zamandan sonra artık iyilerin tamamen iyi, kötülerin tamamen kötü olmadığını gördüğümüz filmler izlemeye başladık. Artık her karakter sevabıyla ve günahıyla karşımızda. 21. yüzyılın hikayeleri bu şekilde oluşturuluyor. Bu nedenden dolayı The Help'in karakterleri gözümüze biraz karikatür gibi göründü. 

Yine de her şeye rağmen ortalama üstü bir film. Hatta çekildiği yılın en iyilerinden. Her ne kadar Oscar'da eli boş kalsa da... Benim gibi daha fazla ötelemeyin. Korkutucu bir durum yokmuş.