Salı, Temmuz 18

Çöldeki Vaha



Kadın voleybol milli takımının şampiyonluğunu kutlayalım öncelikle. Tabi ki her şampiyonluk güzeldir. Ayrıca Türkiye'de kadınların bir araya gelip, uluslararası arenada başarılı olması da sadece bu kapsamıyla bile çok değerlidir. Bunu da küçümseyecek değiliz.

Fakat, başkasını dövmek için voleybolun kullanılmasından rahatsız olmamak elde değil. Futbolu, iktidarı, toplumu dövmek için "Bakın kadın voleybolcular ne kadar güzel işler yapıyorlar" demek pek gerçekçi bir anlatı değil. 

Aslında bugün voleybolu kullananlar başka zaman basketbolu da kullanır. Üstelik bunu her kesim yapar. Fenerbahçe futbol takımı kötüyken erkek basketbol takımı, dünyanın en güzel takımıydı. Futbol takımı iyi olsaydı, yani dövülecek bir lokomotif olmasaydı o kadar rağbet görmeyecekti bu söz. Veya Galatasaray erkek basketbol takımının yeniden "Yenilmez Armada"ya dönüşmesi, futbol takımının kötü olduğu 2010-11 sezonuna denk gelir. Ne zaman futbol toparladı, erkek basketbolunun misyonu ortadan kalktı.

Bugün voleybol milli takımını övmek (ve rahatsız olduğu her şeyi dövmek) için sıraya girenlerin, voleybolu pek önemsemediğini sonbaharda başlayacak Sultanlar Ligi'nin rayting rakamlarından anlamak mümkün olacaktır. Gece ABD'de oynanan maç için sıcak yatağından kalkıp heyecan yapmış gibi tweet atanların, gündüz saatinde açık kanaldan yayınlanan bir Galatasaray - THY maçını izlemediğini biliyoruz.

Çok da önemli değil. Herkes istediğini istediği zaman izler. Bir sınıf oluşturma derdinde değilim. Fakat bu başarıda sandığınız kadar büyük payınız yok. O kısmı geçelim.

Peki gerçekten kadın milli takımı başarılı mı?

Eğer anlatıyı zor şartlarda spor yapan gençler üzerinden kuracaksak belki öyle olurdu. Oysa değil. Yani Türkiye'nin kendine has zorlukları muhakkak bu toplumun fertleri olarak voleybolcuları da etkilemiştir. Fakat öte yandan Türk voleybolu, yaptığı yatırımın karşılığını bugüne kadar pek alamamıştı. Bu açıdan kabul etmek gerekir ki, kadın milli takımımız biraz başarısızdı. Bunu değerlendirmek için, önce sakin düşünmek sponsorların gazına gelememek, etkileşim peşinden koşan mesajlar atmamak gerek. 

Daha sonra da oyunun kendine ait gerçeğine bakalım.

Türkiye voleybolda Avrupa'nın en çok para harcayan ülkelerinden. Yani öyle fakir bir ülkenin yoktan var olmuş bir hikayesi yok. VakıfBank, Eczacıbaşı ve hatta son dönemde küçülen Fenerbahçe bile; Avrupa'nın sayılı kulüplerinden. Avrupa'da bizim kulüplerimiz kadar para harcayan bir Rusya vardı, malum sebeplerden artık o da yok! Zaten, yabancı oyuncularla dolu kulüp takımları Avrupa'da kupaları kaldırıyor.

Fakat milli takım aynı başarıyı yakalayamıyordu. Bu kötü bir şey de değildi. Eleştirmek için de belirtmiyorum. Sadece kafanızda kurduğunuz voleybol anlatısı gerçekle pek örtüşmüyor.

Ben bizim kadın voleybol takımımızı biraz İngiltere Milli Takımı'na benzetiyorum. En azından 1986 sonrası İngiltere'ye...

Nasıl bir İngiltere? Dünyanın en iyi futbolcularını liginde toplar, Avrupa kupalarında kafaya oynar, zaman zaman kupa da kazanır, yaz şampiyonlarında da milli takımı en iyi kadrolarından birine sahip olur, kupayı alacağını düşünür ve fiyaskoyla evine döner.

Aslında Türkiye gibi, spora ve sporcuya değer vermeyen bir ülke için bu da gayet iyi bir hikaye. Keşke tüm branşlarımız İngiltere futbolu gibi olsa. Üstelik voleybolu icat etmedik ve toplumumuz bunu kibiri altında ezilmedi. Yani kupa kaldırmamak  bizim için utanılacak bir durum değil.

Fakat nasıl Avrupa futbolunda İngiltere, "Loser" kavramı ile eş tutuluyorsa, kadın voleybol takımımızda da benzer bir durum var.

Neyse ki Milletler Ligi ile bu kırıldı. Tabi tam bu noktada bu sefer Milletler Ligi'nin ne kadar önemli bir organizasyon olduğu masaya yatırılabilir ama sanırım güçlü sponsorlar buna pek izin vermeyecek gibi. Daha çok Dünya Kupası veya olimpiyat madalyası kazanılmış gibi anlatılacak. Hatta toplumun birçok kesimi öyle olduğunu zannederek hayatına ve iktidar karşıtı Facebook paylaşımlarına devam edecek.

Aslında bu düşüncelere uzun zamandır sahibim. Fakat kaybedilen turnuvalardan sonra yazmak  fırsatçılık gibi dururdu. Bir de yamyam futbol tayfasının kıskançlığı ile bir tutmak istemezdim kendimi. O nedenle kazanırken söylemek daha doğruydu. Bir de zaten milli takım kaybedince biz de üzülüyoruz. Çıkıp "Bak yine kaybettiler" demek içimden gelmezdi.

En azından şeytanın bacağını kırdığımız ve gerisini geleceğine inandığımız bir dönemde bunları söylememiz daha uygun. Voleybol milli takımı saha içinde potansiyelinin altında kalan bir takımdı ve bu altta kalmanın altından kalkmak için önünde fırsatlar silsilesi önünde duruyor.

Öte yandan şunu da kabul etmek lazım. Kadın voleybolcular, ülkedeki diğer kadınlar daha avantajlılar. Zira onların rekabet ettikleri de kadınlar. Yani sadece voleybolcular değil, sporcular... Mesela bir kadın yönetmenin film sektöründe, bir kadın siyasetçinin siyasi arenada, bir kadın reklamcının Maslak plazalarında tutunması çok daha zor. Zira rekabet ettiği binlerce erkek ve erkek egemen sistem var. Oysa sporcunun karşısındaki de kadın. Ve Batı ülkelerini çıkarırsak, kadına verilen değer zaten üç aşağı beş yukarı benzer oluyor.

Buna bir de voleybolun özel avantajları eklenebilir. Tabi voleybol o avantajları altın tepsiyle almadı, biraz da kendi yarattı. Mesela federasyon her yere saha yaptı. Kızların voleybolcu olması kolaylaştı. Aslında sanılanın aksine futbol oynayan erkek çocuklardan daha fazla fırsatları oldu. Bir yandan da Avrupa'daki rakip ülkeler için voleybol o kadar da önemsenen bir branş değil. Komünizm mirası ve rekabetçi DNA ile Slav ülkelerini, top olduktan sonra her oyunu oynayan Brezilya'yı ve biraz da her spora asgari yatırım yapan ABD'yi çıkardığınızda; geriye pek bir ülke kalmıyor.

Oysa futbola, tenise, basketbola baktığınızda birçok ülkenin hevesli olduğunu ve rekabet çıtasını yukarıya çektiğini görürsünüz. Yani kadın voleyboluna koyulan 1 milyon, erkek futbolu için harcanan 50 milyondan daha büyük olabilir. Bu ikisini kıyasladığınızda, 1 milyonu görüp "işte azıcık desteğe rağmen..." ile başlayan cümleler kurmak pek doğru matematik olmayabilir.

Öte yandan kadın voleybolculara yaşatılan psikolojik zulmü de es geçmeyelim. Bu konuyu tartıştığımızda, sevgili eşim bu kısma çok dikkat çekti. O da haklıydı. Fakat bu kadın voleybolculara haiz bir durum değil. Türkiye, kendisinden başka herkesten nefret eden bireylerin oluşturduğu bir toplum olduğu için sene 500 maça çıkan ve gdevamlı görünür olan voleybolcu da zulme uğruyor. Tabi voleybol halkımız tarafından teknik anlamda pek bilinen bir spor olmadığı için, voleybolcuyu sportif açıdan eleştirmek kolay değil. O yüzden iş biraz "kadınsı özellikler"e kalıyor. Ama mesela futbolu herkes çok iyi bildiğini sandığı için Arda Güler'in imza törenindeki top sektirmesine bile burnunu sokup "Ben daha iyisini yapardım" diyebiliyor. 

Bu işin bir de kadın futbol ayağı var. Birkaç gün sonra Kadınlar Dünya Kupası başlayacak. Tabi ki izleyeceğiz fırsat oldukça. Sonra lig başlayacak. Onu da izleyeceğiz. Birileri ise izlemeyecek. Fakat sonra kadınların medyada yer bulamamasından şikayet edecekler, başka branşları dövecekler, "ah kadınlara ilgi gösterilse" diyecekler.

Peki bu ilgi nasıl gösterilecek? Oyunu oynayanların oyunu nasıl oynadıkları anlatmadan oyunun değeri artar mı? "Biz kadın futboluna ilgi gösteriyoruz" diyenlerin, ligimizden 10 tane kadın futbolcu sayamadığı ortamda hangi ilgiden bahsedebiliriz?

Bu işin özü sporcunun performansıdır. Yeteneği, kabiliyeti, iyiliği, kötülüğü, vurduğu smacı, kaçırdığı golü, sakatlığı, boyunun kısalığı, sol ayağının muhteşemliği.... Bunları konuşarak bir değer elde edersiniz. Bu hikayeleri yazarak ilgi çekersiniz. Biz çocukken futbola ve basketbola, toplumsal bir misyondan dolayı ilgi göstermedik. Gördüğümüz sportif manzaralar ilgimizi çektiği için heyecan duyduk. O manzaraları da önümüze koyan, o hikayeleri anlatan bir basın vardı. Ulaşmak kolaydı. Eğer kadın futbolcuların maçını izlemezsek, onu tartışmazsak, olan biteni eleştirmezsek buradan bir ilgi çıkmaz. 

Yani bu işin özü sahanın içi. Performansın kendisi. Hikaye orada. Haliyle kadın voleybol takımının başarısız olduğunu iddia etmek de bu işin bir parçası. Ayıp değil, günah değil. İşin ta kendisi... Son şampiyonluk ise bu ortamda geç kavuşulan bir meyve. Tek olmayacağına inanıyoruz ama asla da yeterli değil.

Başlık da biraz bu paragraf zaten. Siz Türkiye'deki kuraklığın içindeki güzellik olarak görebilirsiniz. Ben oyuna bakıyorum. Birçok turnuvadan eli boş dönen milli takımın kupasız dönemlerinin ardından kazandığı bir vaha olarak görüyorum. Çünkü spor budur. Ya kupanız vardır ya da yoktur. Gerisi gerçeklikten sapmaktır.

Hiç yorum yok: