Cuma, Kasım 29

Golo #11



Portekiz Ligi'nde 12. hafta Santa Clara - Boavista maçı ile başlayacak. Yeni hafta başlamadan önce biz 11. haftaya dönelim. Milli maç arası ve kupa mesaisi nedeniyle ligi unutmuştuk. O haftayı, haftanın golü ile yeniden hatırlayalım.

Aslında 11.haftada çok güzel goller atıldı. Rio Ave'den Mane'nin golünde topa dokunuş hiç fena değildi. Famalicao'dan Uros Racic usta işi bir  gol attı. Fakat benim favorim ikisi de değildi. Gerçi objektif bir tercih yaptığımı da söyleyemem. Zira Paços'dan Pedrinho da çok güzel bir gole imza attı. Hatta ligin Youtube kanalı, haftanın golü olarak onu seçti. Fakat Alex Telles de harika bir gol attı ve oyumu aldı.

İki golü kıyasladığımızda; topun süzülüşü, gidişi, kaleye girdiği nokta gibi görselliğe renk katan unsurlarda Pedrinho'nun golü ağır basıyor. Fakat Telles hem daha uzaktan, hem daha zor yerden, hem daha zor bir yere, hem de daha kalabalık bir yerden vuruyor. Üstelik atağın başında orta yapması da önemli. Orta yapıyor, top kafalardan sekip önüne geliyor. O anda "Madem siz atamadınız ben vuracağım" der gibi şutunu çekiyor ve golünü atıyor.

Her iki oyuncunun da golü sol ayakla atması keyiflendirdi. Telles'in Süper Lig geçmişinin de tercihimde payı olduğunu inkar edemem. Galatasaray scout ekibinin yine yenilgilerden sonra eleştirildiği bir dönemde Telles'in önümüze düşmesi de manidar oldu. Brezilyalı oyuncu kaç sene önce gitti ama hâlâ 27 yaşında...

Telles bu sezon şimdiden üç gole ulaştı. Kalan haftalarda iki gol daha atarsa Portekiz Ligi'ndeki en golcü sezonunu geçirmiş olacak. Duran top kullanması bu sayının artacağına dair en önemli delil.  Gerçi Porto, bu sezon o kadar da golcü değil. 11 maçta 22 gol attılar ki; onların genel lig performansına kıyasla düşük bir rakam. Son beş lig maçının dördünde tek gol atabildiler. Marega geçen seneyi aratıyor, Ze Luis de sezon başındaki formunda değil. İş biraz Telles'e, Marcano'ya, Pepe'ye; yani savunmacılara kalıyor.

Bu hafta Porto ile Paços karşı karşıya gelecek. Yani Telles ile Pedrinho. İkisi de çok skorer oyuncular değiller ama bir 'unvan maçı' havasıyla göz gezdireceğim.

Perşembe, Kasım 28

Hang 'Em High



Eastwood'un diğer çok bilinen Western filmlerinin gölgesinde kalan bir yapım. Onların gölgesinde kalması da normal; zira onlar gibi kusursuz değil. Fakat yine de izlenmeyi hak ediyor.

Cooper isimli karakterimiz (Eastwood) haksız bir saldırıya uğrar ama ölümden son anda kurtulur. Bu kurtuluş, bir intikam çabasının başlamasına neden olur. 1968 yapımı film adalet, hukuk, linç, idam gibi kavramlara çok fazla girer çıkar. Filmin idam karşıtı bir mesajı olduğunu söyleyebiliriz. Yani yine çözemediğimiz bir Eastwood hamlesidir. Zira onun yapım şirketinin ilk filmidir. Yani senaryoda veya yönetmen koltuğunda yeri olmasa da filmin bir noktasına etkisi vardır ve 'muhalif' bir tavırdan bahsetmek mümkün olabilir.

Bu tip Western'ler önemlidir; zira ABD toplumunun kaygılarına ve çelişkilerine ışık tutar. Kızılderili düşmanların yer almadığı filmlerdir. Bu da kahramanca inşa edilen bir ulus anlatısından öte; çarpık zemine kurulmuş bir devlet eleştirisi olarak bile görülebilir.

Neyse; bunlar gereksiz mevzular. Aradan 50 sene geçmiş. Onlarca film çekilmiş. Bu film de çok fazla aradan sıyrılamamış. Fazla anlam yüklemek, filmden alınan zevki öldürebilir. Sonuç olarak Eastwood tüm karizmasıyla arz-ı endam eder. Müzikler çok iyidir. Senaryo da bir noktaya kadar çok iyi gider ama filmin sonundaki 'Aşk hikayesi' bağlaması tüm tadı kaçırır. Bu da Spagettiler ile Hollywood'un farkıdır herhalde.


Cumartesi, Kasım 16

Üretmeyen Büyükler


Hazır EURO 2020 biletini kapmışken, Şenol Güneş’in hafta başındaki açıklamasına biz de dahil olalım. Herkes konuştu, bu blog da boş geçmesin. 

Şenol Hoca, eskiden dört büyüklerden çok sayıda oyuncu aldıklarını ama artık bunun mümkün olmadığını dile getirdi. Tabi yabancı hayranları çıldırdı. Saçma argümanlarla durum tespitinin içini boşaltmaya çalıştılar. Mesela eskiden yurtdışına oyuncu ihraç edemediğimizi iddia edenler bile oldu. Futbol izlemeye yeni yeni başlayan Youtuber’lar belki hatırlamaz ama eskiden de, üstelik ülkelerin birbirlerinden bu kadar haberdar olmadığı dönemde de beş büyük lige oyuncu ihraç ederdik. Çünkü oyuncularımız kaliteliydi...

Neyse; önemli olan ihraç sayısı değil. O bir şekilde olur. Kaliteli oyuncu varsa Avrupa alır. Peki oyuncu nasıl olacak? Asıl mesele bu... Şenol Hoca'nın dediği nokta önemliydi. Dört büyükler bu işin lokomotifi. Fakat onların da genelde Anadolu'dan aldığı oyuncuları geliştirip milli takıma gönderdiğini söyleyebiliriz. Yine de eskiden hiç yetiştirmiyor da değillerdi...

Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş milli takıma şu dönemde oyuncu gönderememiş olabilir. Kadroları yabancı oyuncularla doldurmuş ve bu sayede yetiştirdikleri oyuncuları ihraç etmişlerdir belki. Acaba öyle mi? Bir bakalım...

Trabzonspor'u denklemden çıkarıyoruz, zira kendine has yapısıyla zaten üretici kimliğini en kötü zamanında da, en 'yıldız' getirdiği dönemde de kaybetmedi. Ülkenin her takımında 61 numaralı bir oyuncu varken Trabzonspor'u diğer takımlarıyla bir tutmak haksızlık olur. İyi ki Trabzonspor ve Bursaspor var zaten. Bir proje olan Altınordu'nun da katkısını es geçemeyiz. Onlar yoldan dönerse halimiz harap olur...

Biz dönelim üç lokomotife... Bu üç takım Euro 2000 kadrosu için 9 oyuncu yetiştirdi. Kadronun neredeyse iskeleti İstanbul takımlarında yetişen oyunculardan oluşuyordu. Ağırlık tabi ki Galatasaray'daydı ama mesela bir Sergen Yalçın gerçeğini de unutamayız. 

2002 Dünya Kupası’nda bu sayı yediye düştü. Eğer Sergen Yalçın sakatlanmasaydı ve elemelerde kaleci rotasyonuna giren Fevzi Tuncay dışarıda kalmasaydı sayı yine dokuz olacaktı. 2008’de ise düşüş başladı. O turnuvaya üç İstanbul takımı sadece  beş mahsul yollayabildi. Bugünkü kadro yine beş. Bu düşüşün bir nedeni olmalı ve belki de Güneş'in canını sıkan budur. Esas probleme buradan bakabiliriz. Kimse "Üç büyükler yetiştirici kulüpler değil" demesin. Real'in, Barcelona'nın, Manchester City'nin, United'ın yetiştirdiği yerde herhangi bir kulübü bu misyondan ayırmak gibi bir lüksümüz yok.

Bu arada bugünkü rakam beş ama 2008'deki beşli kadar da sembol isimler olamadılar. Yani yetiştikleri kulüplere katkı veremediler. Bugünün beşini Merih Demiral ve Efecan Karaca gibi yetiştiği kulübün A takımında hiç oynamayan, Mert Günok gibi neredeyse yüzüne bakılmayan ve Ozan Kabak gibi altı ayda kulüpten ayrılmak ve Avrupa'ya gitmek için heveslenen oyuncular oluşturuyor.

Ve tabi bir de Emre Belözoğlu... 2000'de de var, 2002'de de, 2008'de de, bugün de.... Kendisi 39 yaşında. Yani resmen 40 yılda bir yetiştirmişiz ve etinden sütünden faydalanmışız.

Bu işlerde bir terslik olmalı...Yabancı sayısı çok güzel; evet ama bu sayı hiç güzel değil...

Cuma, Kasım 15

The Sweet Life



Bazı filmler çok kaliteli değildir. Zaten pek fazla insana da ulaşamamıştır. Kıyıda köşede kalmıştır, az izlenmiştir, zaten her izleyen de sevmemiştir. Yani az bilinen ama izleyen herkesin sevdiği bazı filmler vardır ama onlarda daha fazlası kadar; az izlenen ve unutulan filmler vardır.

Sanırım The Sweet Life böyle bir film. Hakkında yazılmış bir yorum, analiz veya içerik bulmak kolay değil. Bulunca da övgüler okuduğumuzu söyleyemeyiz. Fakat isin esas noktası; ben sevdim be kardeşim...

İlk olarak başlangıcı ile beni yakaladı zaten. Bir intihar sekansı ile karakterler birbirlerini tanıyınca, hemen Dream with the Fishes'i anımsadım. Belki de bu yüzden film benim için 1-0 önde başladı. 

Sonrasında birbiriyle tanışan bu iki karakter yola çıktı. Al sana bir yol filmi. Bu türün de kötüsü pek olmuyor. Oldu mu sana 2-0...

Oyuncular fena değil, yönetmen iyi, görüntü yönetmeni harika. En çok da müzikler şahane; filme ve sahnelere çok uyumlu. Çıtır çerez bir filmde daha ne olacak ki? Herkesten bir Godfather beklemiyoruz sonuçta.

Filmin türüne ne diyebiliriz? Amerikalılar 'dramedy' diye bir kavram çıkardılar. Kelime oyunu güzel ama kavramın kendisi içime sinmedi. Bir de sadece dramla ve komedi ile açıklayamayız. Artık yeni bir insan profili var. 21 yüzyılın orta sınıfında yer alan mutsuz insanın umutlu hikayesi. Bu türe bir isim bulmak gerekebilir.

Fakat hepsi bir kenara, benzeri binlerce kez çekilmiş bir film beni keyifle tuttuysa hakkını vermem lazım.

İşin acıklı tarafı, sanırım filmin orijinali Hint veya Kore yapımıymış. Biz ABD versiyonuna denk geldik. Acaba Hollywood, çok iyi bir işin kotu bir taklidini mi ortaya çıkarmış? Bazen, ürünlerin taklitlerini kullanmak da kotu olmuyor. Eğer orijinallerini bilmiyorsan...

Cuma, Kasım 1

Duran Top Koreografisi



Brezilya'da devam eden U17 Dünya Kupası'nın şu ana kadar yaşanan en muazzam anı bu olabilir. Tacikistan - Kamerun maçında, Aysa temsilcisinin duran top organizasyonu muhteşemdi. Bu görüntüde bizi şaşırtan iki unsur var. Birincisi 17 yaşındaki oyuncuların bu koreografiyi hatasız uygulaması. Sonuç gol olmasa da plan çok iyi işledi. Ve evet; bu bir organizasyon değil; adeta bir koreografi.

Diğer yandan yapan takımın ismi de şaşırtıcı. İspanya değil, Brezilya değil, Arjantin değil, Almanya değil. Hatta Rusya, Belçika, Şili, Mısır, Japonya bile değil. Daha önce futbol gündeminde adına pek sık rastlamadığımız, U17 Dünya Kupası'na daha önce sadece bir kez katılan Tacikistanlı gençler yapıyor bunu.

Beş-altı sene sonra Tacikistan futbolunun hangi noktada olacağını merak ediyorum. Tamam; bir turnuva başarısı yok ortada. Hatta videonun sonunda gol bile yok! Gerçi maçı 2-0 kazanıyorlar... Yine de gelecek için bir not alma ihtiyacı hissediyoruz. Turnuva devam ederken de dikkat edeceğiz.