Pazartesi, Aralık 22

Rushmore



Şimdi çok sevmediğim bir kalıp kullanacağım ama hakkım var... Bu filmin bitmesini hiç istemedim. 

Wes Anderson'un filmlerinin bana göre en dikkat çeken özelliği; karakterlerine basit sıradan ama dışardan bakanın da hoşuna giden bir dünya yaratıyor olması. Bunun nedeni de filmdeki kahramanların bütün sıradanlıklarına ve kusurlarına rağmen o dünyada yer almaktan mutluluk duymaları. Bunun en iyisi, kusursuzu ve dengelisi Royal Tenenbaum'du bence. Bütün karakterler hemen hemen garip bir dünya yaratmıştı kendine, ama aynı zamanda birbirleriyle kesişim halindeydi. Üstelik hepsi de birbirinden daha sorunlu ve absürd karakterlerdi. The Life Aquatic with the Steve Zissou da karakter sayısı az olmasına rağmen hemen hemen böyleydi.

Rushmore, ikisinin de öncesinde çekilmiş ve en az onlar kadar başarılı. Jason Schwartzman'ın şov yağtığı, herhalde standart üstü olduğu tek film, ilk filmi.

Sanırım Anderson kötü bir yönetmen! Çünkü bence kronolojik olarak bakında filmleri giderek zayıflamış. Sıralı izlemediğim için bunu objektif olarak söyleyebildiğime inanıyorum. İzlediğim filmlere göre sıralarsam; ilk 3'ü (yukarıda adı geçenler) en iyileri..

Moonrinse Kingdom ve Budapeste aynı etkiyi yaratamamıştı. İkisi de yoruyor. Onlarda bir telaş hakim. Diğerlerinin en güzel tarafı her şeye rağmen bir dinginliğin olması. 

Gerçekten bir lisede (veya herhangi bir yerde) kalıp, senelerini orada geçirmek çok güzel olabilirdi. Bunu ben de düşünmüştüm. Ama hayat buna izin vermiyor. Bir şekilde gitmek zorunda kalıyorsun. Fakat gittiğin yere uyum sağlarsan o geçişi de kolay sağlıyorsun. Kafanda kurduğun düzeni, gerçek hayatta da oluşturduğun müddetçe senden mutlusu yok. Ta ki aşık olana kadar.... Normal gözükmeyen insanların da bir dengesi vardır ve o dengeyi bozacak en güçlü şey aşk olabilir, tam emin değilim.

15 yaşında olmak güzeldi. 17 de güzeldi. 21 de güzeldi. Sonrası biraz bozuldu... Ne kadar çok "ilk" yaşarsan o kadar güzel oluyor, ilkleri yaşadıkça önünde şaşıracağın ve heyecan duyacağın şeylerin sayısı azalıyor. Bir de ileride anlatabileceğin hikayeleri artık üretemez oluyorsun. Filmin konusundan ve anlatmak istediğinden şaşmış olabilirim ama bence tam olarak da bu... Zaten o yüzden filmin en büyük yıldızı tepkisiz, heyecansız bir orta yaş adamı Bill Murray (Herman Blume). Bütün "normal ve iyi" hayatına rağmen sadece tramplenden havuza atlamak isteyen adam... Mimiksiz, anlamsız surat ifadesi... O zengin bir adam, Max ise berberin 15 yaşındaki anormal gözüken, derslerinde başarısız oğlu. Buna rağmen, Max'in kurduğu, korumaya çalıştığı ve istediği gibi şekillendirmeye uğraştığı bir dünyası var. Herman'ın yok. Ve sonra o da aşık oluyor.

Çok iyi film... Ama yine de bana göre filmdeki adam gibi adam, karakter gibi karakter Max'in berber olan babası. Böyle adamları filmlerde veya gerçekte görünce gözlerim yaşarıyor. Bütün dramlarına rağmen yola devam edenler, yolları tekdüze de olsa bundan keyif alanlar ve çevresindekilere yol açmaya çalışanlar... Kıyıda kalmış ama önemli bir rolü var bence.

Tekrar yazayım; çok iyi film. Senaryosunu yazan Owen Wilson'dan, 12 yaşındaki Dirk'i canlandıran oyuncuya kadar.. Müziklerden, mekanlara kadar.. Her ayrıntı, her replik, hepsi tutarlı bir şekilde, düşünülerek hazırlanmış.

İşin en kötü kısmı, film çekildiğinde ben lisede bile değilmişim. Keşke o dönem izleseydim. Hayatım değişir miydi emin değilim ama son 1 senede geç izlediğim için üzüldüğüm üç filmden biridir bu; diğerleri de Dream with the Fishes ve  Billy Elliot...


Hiç yorum yok: