Perşembe, Aralık 31

De Helleveeg

2016 yapımı bir Hollanda filmi. Bu bilgiler önemli. Zira 2016 yılından, 1960'ları anlatan bir hikayemiz var. Üstelik 1960'ların Hollandası...

Bizim gözümüzde her zaman özgürlüğün ve bireyselliğin beşiği olmuştur Hollanda. Sadece bizim için değil, dünyanın geri kalanı için de öyle bir anlamı vardır. Sanki bu küçük ülke ve bu küçük ülkenin az sayıdaki insanları tarihin en eski zamanlarından beri böyleymiş gibi hissederiz. Modern, birey olmayı başarmış, özgürlüğünü sağlamış, mutlu, huzurlu...

Olmadığını anlamamız için bu film bire bir. Hollanda toplumunun değişimini, değişirken yaşadığı sancıları, değişmeden önceki acılarını görmemizi sağlıyor. Tabi özne olarak "Hollanda toplumu" tanımını kullanmamız bir yanlış anlamaya sebep vermesin. Buradan toplumsal-gerçeklik türünde bir film beklentisi doğabilir. Fakat öyle değil.

Tiny, genç bir kız olarak karşımıza çıkar. Film boyunca onun büyümesini izleriz. Ailesiyle olan ilişkisini görürüz. O ilişkideki çatışmaları önce büyüme sancılarına yorarız. Sonra Tiny biraz daha büyür. Bu sefer hayatındaki başka gerçekleri, daha doğrusu asıl gerçekleri öğreniriz. Tiny devamlı büyür (filmin sonunda 70 yaşına gelir). Büyüdükçe hayata bakışı değişir. Hayatı değişir. Hollanda da değişir. Hollanda'nın değişimini filmde mekanlar veya kitleler üzerinden pek görmeyiz ama Tiny'nin çevresindeki insanların, Tiny'nin kendi değişimini görürüz ve anlarız. Oradaki muhafazakarlığın, yaklaşık 50-60 sene önce buralardan  çok da farklı olmadığını hissederiz.

Aslında çok kaliteli bir film değil. Derdini daha vurucu şekilde anlatabilirdi. Son tahlilde vasatı aşamadığına karar versek de filmin son anına kadar yaklaşık iki saat boyunca merakla izledik. Bu da bir başarıdır. Gerçi filmin son bölümü bitmek bilmedi. Yine de genel olarak bir kafa karışıklığı olduğu veya bir şeylerin eksik kaldığını hissetmek mümkün.

Zaten film sitelerinde, tür olarak dram-komedi yazıyor. Oysa komedi namına bir şey görmedik. Belki Tiny'nin kendine has, başına buyruk halleri ve ukala cevapları komikti. Fakat o da filmde çok az yer tutuyor. Bizim için sorun mu? Tabi ki değil. "Komedi filmi izledik bu çıktı" demiyoruz ama filmde bir ifade sorunu olduğu gerçek. Bu da onun kanıtlarından biri sanki...

Tiny'nin hayatının büyük bir kesimini izliyoruz. 14'ten 69'a kadar. Bu geniş aralıktaki tüm sahneleri aynı oyuncu canlandırıyor. Hannah Hoekstra, filmin kendisinden daha güçlü bir oyunculuk sergiliyor. Hatta filmin etkisini bir seviye yukarı çıkarıyor.

Kutlama


 Hoşgeldin 2021...

Salı, Aralık 29

Sobytie

Son dönemde izlediğim en iyi belgesellerden biri. Zaten son dönemde izlediğim belgesellerin çoğu iyiydi. Bu arada 'son dönem' dediğime bakmayın. Belgeseli izleyeli bir sene oldu. Dünyanın çok başka bir zamanında, Corona öncesinde Salt'ın Perşembe sineması kuşağında izlemek nasip olmuştu.

Yönetmen koltuğunda Ukraynalı Sergey Loznitsa yer alıyor. Tebrikler kendisine... Önce onun hakkını verelim.

Olay ise bize çok yabancı değil. Darbeler, protestolar, medya sansürü... 1990'ların başında SSCB artık yumuşama dönemine girmiştir. Ülkenin başında ise Gorbaçov vardır. Fakat Gorbaçov'un politikaları derin devleti ve gelenekselcileri rahatsız eder. Bir gece ansızın gelirler ve yönetime el koyarlar. Bu arada Gorbaçov ev hapsine alınır. Ondan haber almak mümkün değildir. Zaten herhangi bir haber almak da imkansızlaşır. Televizyonda ise devamlı Kuğu Gölü Balesi çalar.

Darbenin SSCB'yi değiştireceğini, daha doğrusu değiştirmeyip eskiye tutulmaya devam edeceğini düşünen kalabalıklar sokağa iner. Bir yandan da darbecilerin propogandaları yayılır. Her şey birbirine karışır. Üç gün boyunca Leningrad sokakların insanlar tarafını seçer. Sonunda da yeni bir ülke doğar. En azından henüz doğmasa bile ilk adımlar atılır ve o o ülkenin toplumu şekillenir.

Belgesel işte bu üç günü anlatıyor. Halkın sokağa çıkması, darbeyi bitirmesi. Arka fonda devamlı Kuğu Gölü Balesi...  Arşiv taramasından elde edilen görüntüler muazzam. Genç Yeltsin ve daha genç Putin'i bile görüyoruz.

Kitle hareketlerini izlemenin heyecanı anlatılamaz. Bir kalabalığa biraz uzaktan ve yukarıdan bakmak ve bunu gözlemlemek çok heyecan verici. Belgesellerin de bu tip bir misyonu var. Tarihe tanıklık edemeyenleri direkt tarihin içine atıyor. Belgeselde çok az söz-yorum olması, o gün yapılmış röportajlar dışında dışarıdan bir anlatıcının kullanılmaması da çok önemli. Yani yorum size kalıyor. Adeta bir gözlemci sıfatıyla koltuğa oturuyorsunuz.

Tabi yönetmenin çok da tarafsız bir şekilde durduğunu söyleyemeyiz. Fakat en azından düşüncelerini ve fikirlerini yansıtırken militanlığa da kaçmıyor. Bunu sanatıyla gerçekleştiriyor. Belgesel de nasıl sanat olur? Eldeki malzemenin kullanımı ile...

Belgeselin ismi İngilizce'ye 'Event' olarak çevrilmiş. Araştırmadım ama herhalde Rusçası da aynı anlama geliyordur. Bu da aslında güzel bir isim, filme oturmuş. 1990'ların başını anlatan 2015 yapımı bir belgesel için oldukça anlamlı. Aklıma birkaç sene önce Facebook'tan yayılan bir Event daveti gelmişti. Beş sene sonra (sanırım o süre de dolmak üzere) hep beraber Gezi Parkı'na (mekan anlamlı) gideceğiz ve eğleneceğiz. Hangi sosyal medya uzmanının fikriyse helal olsun. Millet sazan gibi atlamıştı. Binlerce kişi birbirine bu event davetini göndermişti. Belki bir sokak gösterisi değildi ama ülkedeki muhalif havadan esinlenerek hazırlandığı çok belliydi.

İşte; o eski günlerin sokak gösterileri şimdilerde event'e dönüşüyor. Yönetmen ismi bunu düşünerek mi koydu bilmiyorum ama bana göre çok iyi denk gelmiş.

Normalde bu tip sinema postlarında filmden bir kare kullanırdım. Fakat bu sefer fragmanı koymak daha sağlıklı olacak. Daha önce İstanbul Film Festivali'nde de gösterilmiş filmi internette bulmak zor olabilir ama 3 dakikalık bir görüntü bile ne anlattığını yakalamaya yardımcı olacaktır.

Güzel iş...

Pazartesi, Aralık 28

Yılın Ligi

2020'ye yavaş yavaş veda ederken, Belarus Ligi'ne ayrı bir yer ayırmamak olmaz. Hatta bu konuda biraz geç bile kaldık. Lig tam bir ay önce sona erdi. Üstelik filmlere konu olacak bir sona sahne oldu.

Belarus denilince (Belarus mu Beyaz Rusya mı sorusu dışında) akla gelen ilk şey herhalde BATE Borisov'dur. Avrupa liglerinin en uzun şampiyonluk serilerinden birine sahip olan takım, 13 sezon üst üste şampiyonluk yaşamıştı. Geçen sezon seriye Dinamo Brest son verdi.

Bu sezonun başında da BATE pek iyi değildi. Sezona iki yenilgiyle girdiler. İlk beş haftada sadece iki maç kazanabildiler. Fakat sonrasında müthiş bir çıkış yakaladılar. Onların çıkışıyla beraber zirve yarışı alevlendi. BATE, Soligorsk, Neman, Torpedo Zhodino, hatta sonlarda inceden bir Dinamo Brest  şampiyonluk için kıyasıya mücadele ettiler.

Gerçi bir noktada Corona belası yüzünden lig salça oldu. Bazı maçlar ertelendi, bazı takımlar uzun süre sahaya çıkamadı, bazıları yedeklerle çıkmak zorunda kaldı. Fakat sonuç olarak orada sezon başladıktan hemen sonra Dünya'da futbol durdu ama Belarus'ta durmadı. Yıllardır görmezden geldiğim lig de o yokluk günlerinde ilgimi çekti. Üstelik sadece futbol oynamıyorlardı, tribünlere de taraftar alıyorlardı. 

Sonra Avrupa'da futbol geri döndü ama ben Belarus sevdamdan vazgeçemedim. 2020 adeta onlarla özdeşleşti. Başladığın dizinin ilk 2-3 bölümünü sevmesen de, başladığın için bitirmek zorunda hissedersin ya, benim için de biraz öyleydi Belarus Ligi. Fakat haksızlık etmeyelim, o kadar da kötü değildi.

Belarus'ta oynanan futbol kesinlikle çok kötü. Stadyumların, zeminlerin hali berbat. 3-4 tane takımın stadı fena değil. Geri kalanı bizim 3.Lig'deki ilçe takımlarımızın stadyumları gibi. Bir maçta oyuncunun vurduğu topun ağaçta kaldığını bile gördüm. Belki de bu enstantaneler beni çekti. Maçları, ligin Youtube kanalından izledim. Bazı maçlar oradan canlı veriliyordu. Her hafta tüm maçların özetleri oraya yükleniyor. Süper Lig gibi, marka değerinin yüksek olduğu sanılan bir ligin bile böyle bir imkanı yokken Belarus'un bize sosyal medya üzerinden ulaşması çok önemli. Ayrıca her ay; ayın oyuncusu, ayın teknik direktörü gibi ödüller veriliyor. Bu da bizde olmayan bir özellik.

Bu izlediğim maçlarda öyle bir futbol oynanıyordu ki, zaman zaman maçları anlatan spikerler ve yorumcular bile gülüyordu. Tamam kalite yok ama gerçekten ilgi çekici bir şeyler vardı. Üstelik matematiksel olarak da çok heyecanlı bir puan durumu vardı. Sonu da buna uygun oldu.

Geriden gelen BATE, önce öne geçti, sonra da son haftaya lider girdi. Hatta sondan bir hafta önce yine liderdi ve rakibi takipçisi Soligorsk'tu. BATE o gün kazansa erkenden şampiyon olacaktı, ama 80'de yediği penaltı golüyle bir puana razı oldu. Tıpkı 1992-93 sezonunda oynanan ve Feyyaz Uçar'ın penaltısıyla 1-1 sona eren 29. hafta maçı gibi.. 

Yine de BATE son haftaya önde girdi. Yani avantaj onlardaydı. Rakip sezonu bitirmiş, hedefsiz Dinamo Minsk'ti. BATE kazandığı takdirde şampiyon olacaktı. Maç 0-0 sona erdi. Hatta Dinamo penaltı kaçırdı. Aynı saatlerde Soligorsk, kendi sahasında FC Minsk ile karşılaştı. Şampiyonluk stresinden midir, BATE'nin maçından gelen haberlerin (gelmeyen gollerin) etkisinden midir bilinmez, Soligorsk iki kez yenik duruma düştü. 72'de beraberliği yakaladı ama bu yeterli olmazdı. 89'dan sonra iki gol attılar ve efsanevi bir şampiyonluk kazandılar.

Buna bir intikam gözüyle bakabiliriz. Zira 2017'de benzer bir durum olmuştu. O zaman bu iki takıma yarışta Dinamo Minsk de eşlik ediyordu. BATE yenilse ve Soligorsk kazansa Soligorsk şampiyon olacaktı. BATE yenik durumdaydı ama Soligorsk da yeniliyordu. Bu sonuçlarla Dinamo şampiyon olacaktı. Fakat son dakikalarda gol atan BATE, hem maçını hem kupayı kazandı.

Demek ki Belarus Ligi böyle olaylara gebe. Diğer sezonları bilmiyorum ama açıkçası bu sezon Soligorsk şampiyonluğu hak etti. Sezon başından beri özellikle savunmada çok iyi işler çıkardılar. 30 maçta 21 gol yediler. Ligin en az gol yiyen takımıydılar. 15 maçta (sezonun yarısı) gol yemediler. Hatta yedi hafta üst üste gol yemedikleri bir dönem de oldu. Sezonun son bölümünde bocaladıkları için az daha şampiyonluğu kaybediyorlardı. Fakat yılın geneline baktığımızda en güçlü oyun onlarındı.

BATE ise golcüleri ile ayakta durdu. Ligin en çok gol atan takımı oldular. Maç başına 2'den fazla ortalamayla oynadılar. Ligin gol kralı onlardan çıktı. 31 yaşındaki Maksim Skavysh, attığı 19 golle kral oldu. Üstelik sezonun ilk yarısında ne düzgün süre alabilmişti, ne de yeterli sayıda gol atabilmişti. Fakat son 13 haftada 16 gol kaydetti. Gerçi son hafta maçında fileleri havalandıramayınca bunların da bir anlamı kalmadı! Yine de onun krallığına sevindim, yoksa gollerinin yarısını penaltıdan atan Özbek oyuncu Jasurbek Yakshiboev gol kralı olacaktı, o zaman üzülürdüm. 

Ayrıca BATE'de ayrıca 12 gol atan Pavel Nekhajchik de sezonun öne çıkan isimlerindendi, onu da atlamayalım.

Benim hoşuma giden takımlardan bir diğeri Neman Grodno'ydu. Son ana kadar yarışın içinde kaldılar. Onlar da az gol yediler. Hatta az gol attılar. Oynadıkları 30 maçın 12'si ya 1-0 bitti ya da 0-0. Buna rağmen Gegam Kadimyan gibi bir oyuncuyla dikkat çektiler. Ermeni oyuncu, 12 gol atarak sezonu tamamladı. Takımın beşinci sırada kalması ise büyük talihsizlik. En azından ilk üçe girmeliydi.

Gerçi sezonu üçüncü bitiren Torpedo Zhodino da hoşuma giden bir diğer takımdı. Onlar biraz daha hücumcuydu. Aslında son dönemde saçma sapan puan kaybetmeseler belki zirveyi de ele geçirebilirlerdi. Burada da Brezilyalı oyuncu Gabriel Ramos beğenimi kazandı. Ligin üzerinde bir oyuncu olduğunu defalarca kanıtladı. Teknik becerisi fark yaratmasına yetiyor. Tam bir Doğu Avrupa'da ülke ülke gezerek kariyerini sürdürecek Brezilyalı...

Tabi Belarus Ligi'nin seviyesini çözmek zor olduğu için bu oyuncuların herhangi bir ülkede nasıl performans göstereceğini kestiremiyorum. Bu bağlamda birkaç oyuncu ismi daha vermek isterim. Isloch Minsk'ten Momo Yansane, BATE'den Bojan Nastic ve Kızılyıldız görmüş Nemenja Milic, Torpedo'dan Lipe Veloso, Dinamo Brest'ten Denis Laptev, Rukh Brest'ten Evgeni Shevchenko ile aynı takımdan Artem Kontsevoy gözüme çarpan oyuncular oldu. 

Çok uzatmayalım. Geride bıraktığımız garip ve tarihi senenin en sürükleyici detaylarından biri oldu Belarus Ligi. Bu oyuncular da bu dizinin kahramanlarıydı. Sağolsunlar. Seneye bir daha bu kadar bakar mıyım, açıp bir maç izler miyim emin değilim. Fakat en azından canlı skor sitelerinden haftanın sonuçlarına bakacağım kesin. O kadar hatırımız var birbirimize...


Pazar, Aralık 27

White Heat

8.1'lik IMDB puanı ile sitenin en iyi 250 filmi arasında yer alıyor. Kesinlikle puanını hak eden bir başyapıt. Gerçi dünyanın en iyi 250 filmi arasına girer mi emin değilim. Fakat en üst sınıfın temsilcilerinden olduğu bir gerçek. Özellikle yapım yılıyla değerlendirmemiz gerekiyor.

1949 yılı için oldukça devrimci bir film diyebiliriz. Avrupa'nın henüz keşfetmediği ve güzelleştirmediği kara film türünün belki de ilk esaslı örneği. Ayrıca o yıllarda kendini hissettiren ama asıl olarak 1950'lere damga vuracak Hithcock ve Billy Wilder filmlerinin bir diğer temsilcisi, belki de bazı açılardan öncülü.

Annesine takıntılı bir şekilde düşkün olan gangster Cody, eşi Verna, Verna'yı kapan eski suçortağı, Cody'nin peşindeki polisler ve tabi ki olayların merkezindeki anne.. Psikoloji, aşk, aile, kovalamaca, gerilim, entrika, ihanet, hapishane, soygun, femme fatale... Ne ararsan var. Her türe, her seçeneğe girer. Günümüzün süperkahraman filmlerine geçirmek için fırsat kollayan biri olarak adeta gururlandım. 1949'da o teknolojik şartlar altında böylesine has bir film çekilmiş.

Filmdeki üç araçlı takip sahnesi bile her şeyi anlatır. GPS teknolojisinin, cep telefonunun olmadığı yıllarda bir kişi nasıl takip edilir? Tabi ki zekanızı kullanarak. Buna muhtaçsınız. Sinemada da aynı durum söz konusu. O dönemde iyi bir film çekmek için ne yapmak zorundasınız? Çok yaratıcı bir senaryo, kurgu ve detaylandırılmış karakterler gerekiyor. Bir de yanına ustaca kamera kullanımları, siyah-beyaz bir filmde bile kendini belli eden ışıklar, görüntüler eklenince tadından yenmiyor.

Oyuncularımız da çok başarılı. James Cagney muazzam iş çıkarıyor. Karakteri oluşturulurken birçok farklı gangsterden, haberlere konu olmuş suçlulardan, hatta oyuncunun kendi babasından esinlenilmiş. Yani boş bir karakter değil. Cagney de o karaktere çok güzel can veriyor. Virginia Mayo da filme renk katıyor. Tip olarak karşılamasa da karakterinin tarzı ve tavrıyla femme fatale ekolünün hakkını veriyor.

Filmin benim için en sönük yeri sonu oldu. Bir çok yerde çok etkileyici olduğu vurgulanmış. Bana göre o hızlı, heyecanlı ve zihin açıcı akan filmin sonunda beklentimizi karşılayamadı. Tabi filmin ismiyle biraz olsun uyumlu olması, öyküyü tamamlıyor. Üstelik çekim aşamasını düşününce, ne kadar zor bir iş çıkarıldığının da farkındayım. Başka bir filmde olsa bayılırdım, sadece öykünün işleyişi ile beklentim çok başka sonlar doğurmuştu. Ama zaten ne olursa olsun;

"Başardım anne! Dünyanın zirvesindeyim"

Cumartesi, Aralık 19

The Beguiled


Clint Eastwood'un izlediğim en değişik filmlerinden. En azından şöyle bir farkı var; 1970'lerde çekilmesine rağmen Western değil. Fakat yine geçmişe gidiyoruz. Bu sefer Batı'da değil, Güney'deyiz.

Eastwood, Güney - Kuzey savaşında Kuzey tarafında yer alan bir askeri canlandırıyor. Bu askerimiz, Güney'de düşmanları tarafından yakalanıyor ve bir lince maruz kalıp bırakılıyor. Ölmek üzereyken tamamen kadınlardan oluşan bir okulun öğrencileri tarafından bulunuyor. Ve okula getiriliyor.

Okul dediğime bakmayın; toplam nüfusu 10 kişi. 13 yaşında bir öğrenci de var, yaşlı bir müdire de, kölelikten kurtulmuş siyahi bir hademe-bakıcı da...

Tabi savaş nedeniyle uzun zamandır bir erkekle yakın temasa geçmemiş bu 10 kişi, Eastwood'u görünce bir kıpırdanıyor. Eastwood da kadınların hepsine (evet hepsine, 13 yaşındaki kardeşimiz de dahil) nabza göre şerbet veriyor. Bu şerbetler birbirine karışınca kadınlar arasında kıskançlık ve sonrasında da Eastwood'a karşı bir nefret başlıyor.

Devamını anlatmayalım. Eastwood'un alışık olduğumuz macera filmlerini bekleyenler aradığını bulmayabilir. Yüksek bir gerilim mevcut her sahnede. Film ilerledikçe bu durum daha da artıyor. Fakat bu gerilim esnasında yönetmen Don Siegel aksiyona başvurmuyor. Bu açıdan biraz Hitchcock filmlerine veya bazı King romanlarına benziyor. Benim de hoşuma gidiyor. Fakat herkes için aynı değil. Film çekildiğinde aksiyon filmi olarak sunulmuş, bu da Eastwood için salonlara gidenlerde hayal kırıklığı yaratmış. Devamında film New York'un alternatif salonlarına gidince, olası bir gişe çakılmasının önüne geçilmiş. Oysa gayet iyi bir film. IMDB puanı da 7'nin üzerinde...

Ayrıca 10 kadın ve 1 erkekli film için erotik tanımını da yapabiliriz. Fakat herhangi bir çıplaklık da mevcut değil. Benim nazarımda filmi güçlü kılan özellikler bunlar. Siegel için de kariyerinin en iyi filmiymiş. 

Tabi bu filmi beğenen birçok insan olduğu için 2017'e bir daha çekilmiş. Bu sefer yönetmen koltuğunda Sofia Copolla, yanında da çok güçlü bir kadro vardı. Ben henüz filmi izlemedim. Hatta orijinali izlediğim için, gerek kalmadığını düşünüyorum. Üstelik iki filmi de izleyenlerin yorumuna göre, ikincisi oldukça vasat kalmış. Bazı filmleri zamanında bırakmak lazım herhalde.

Çarşamba, Aralık 16

Onun Gibisi

"Bodiroga her zamanki gibi takıma liderlik etti ama finalin (2002 Kinder Bologna - Panathinaikos) esas yıldızı, dostum İbrahim Kutluay'dı. Böyle bir şutör o-la-maz. Efes'te de birlikte oynadığımız dönemden hatırlıyorum, bugün dahil, hayatımda birçok şutörle oynadım ama İbrahim gibisine hiç rastlamadım. Hiç zorlanmadan 40 attığı olurdu. 'Watch me Mula, watch me' diye bağırırdı perdeyi takip ederken. Ne adamdı... Onun gibisi gelmedi gelmeyecek."

Damir Mulaömerovic / Socrates Ekim 2020 sayısı