rusya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
rusya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çarşamba, Mart 8

Kralın Dönüşü

Artem Dzyuba, Ağustos ayında Süper Lig'e gelerek Adana Demirspor'a imza attığında bu yazıyı yazmıştım.

Çok şaşırmıştım ama esas olarak onun için daha da önce yazdığım bir yazıya referans yapmıştım. Onun için, "Süper Lig'de oynamamış en Süper Lig topçusu" ifadesini kullanmıştım.

Türkiye'ye yolu geç düştü. Zenit'te yedek kulübesine mahkum olması, onun yaşlandığının bir göstergesiydi. Ülke dışında bir yerde, o yaşta oynaması kolay değildi.

Çok iyi bir Dzyuba izleme konusunda şüphelerimiz vardı ama yine de çizginin her iki tarafına da düşme ihtimali eşti. Fakat ne yazık ki ilk oynadığı Fenerbahçe maçında gol atsa da devamı gelmedi. Süper Lig'de sadece dört maç oynayabildi ve Süper Lig'de oynamamış en iyi Süper Lig futbolcusu sıfatının altını dolduramadı.

Bu arada Dzyuba'nın Adana'ya alışamadığını ve o nedenle de performans veremediğini düşünüyordum. Sonuçta sahici bir 9 numarası olmadan oynayan Montella, onun kötü haline bile katlanabilirdi. Fakat geçenlerde denk geldiğim bir Emre Akbaba röportajında, Akbaba onun takımdaki en komik isim olduğunu belirtiyordu. Yani takımla havası da uymuş; ama bir şekilde olmadı işte...

Dzyuba, Adana'dan dönerken onun kariyerinin artık eskisi gibi olmayacağını düşünmeye başlamıştım.

Rusya Ligi'nde Lokomotiv ile sözleşme imzaladı. Lokomotiv de oldukça kötü günler geçiriyor. Küme düşme hattında yer alıyor. İyi sayılabilecek bir kadroya rağmen, sürpriz bir şekilde kabus dolu günler yaşıyor. Geçen sezon Galatasaray maçlarında da izlediğimiz iki hücum oyuncusu Rifat Zhemaletdinov ve Vitali Lisakovich, bu sezon düşüşteler. Zaten solak Lisakovich, alt lig takımı Rubin Kazan'a yollandı. Yani takımda bir kaos hakim. Yarım devre boyunca top oynamamış Dzyuba'nın bu takıma ne vereceği muallaktı.

Fakat aradan dönüşteki ilk maçta soru işaretleri ortadan kalktı. Adam Lokomotiv formasıyla oynadığı ilk lig maçında, Rostov karşısında hat-trick yaptı. Üstelik  1.96'lık adam, o üç golü de usta işi ayak vuruşlarıyla kaydetti. Lokomotiv, bu sayede Ağustos ayından sonra ligde ikinci kez maç kazandı. Daha önce alışık olmadığımız 7 numaralı forması, Dzyuba'ya uğurlu geldi.

Bundan sonrasını merak ediyoruz. Bakalım Lokomotiv'i ligde tutabilecek mi? Yani Rostov maçındaki goller Drogba'nın Akhisar deplasmanı mı gibi olacak yoksa Revivo'nun Bursa deplasmanı gibi mi?

Sezonun bitmesine daha 12 hafta var.  Sorunun cevabını merakla bekliyoruz.

Öte yandan Dzyuba, Rusya Ligi'nde üst üste dört sezonda hat-trick yaptı. Bunu başaran başka bir oyuncu var mı bilemem ama herhalde 30 yaşından sonra bunu başaran ilk oyuncudur.

Pazar, Şubat 19

Yeraltından Notlar

 



Yeraltından Notlar'a ocak sonunda başladım. Hemen hızlıca okuyacağımı düşünmüştüm, zira ince bir kitaptı. Aslında fena da gitmiyordum. Sonuna doğru yaklaştığımda, eser hakkındaki fikirlerimi kafamda oluşturmuş; blog'a dökeceğim cümleleri belirliyordum artık.

Kitabı iki ayrı bölümde değerlendirmek gerekiyordu. İlki anlatıcının monolog şeklinde bizlere seslendiği o karanlık sayfalar. Hiç hoşuma gitmeyen bir bölümdü. Daha doğrusu beni sıkmıştı. Bunların nedenleri kafamdaydı. Yazacaktım buraya da ama hepsi bir süre sonra geçersiz ve anlamsız oldu.

İkinci bölümde ise anlatıcı bir hikayesinden bahsediyordu. O kısım benim için daha heyecan vericiydi. 

Derken 6 Şubat depremi oldu. Değil bir Dostoyevski kitabı okumanın, tek bir satıra göz atmanın ve o satırı anlamanın zorlaştığı zamandı. Yine de birkaç gün sonra romanı bitirdim. Zira ne olursa bazen sessizlik gerekiyordu. Rutinlere geri dönmeliydi.

Ara ara yeraltına sığınmak, bu dünyadan kopmak şart. Özellikle buralarda bu kaçış; çok daha büyük ve uzun sürmesi gereken bir elzem.

O günlerde romanın hoşuma gitmeyen ilk kısmına biraz daha hak vermeye başladım. Yine de öyle olamayacağımızı, öyle yaşamanın kendini kandırmaktan ibaret olduğunu düşünmeye devam ediyordum. 

Romanın son sayfalarında şu cümleler çıktı karşıma:

"Aslında istediğim nedir bilir misin? Hepinizin yerin dibini boylamanız, işte o kadar! Huzur, sükûnet istiyorum ben. Beni rahatsız etmesinler diye bütün dünyayı bir kapiğe satarım. Beni kıyamet kopmasıyla çaysız kalmam arasında seçim yapmak zorunda bıraksalar, dünya yıkılsa umurumda olmayacağını ama çayımdan vazgeçmeyeceğimi haykırırdım."

Güçsüz, çaresiz, yalnız olduğumuzu kabullenmişken, sıradan rolünü içselleştirmişken; bir yandan da devamlı kopan kıyametlerin sorumluluğunu almak zorunda kalmak bizi çok fazla yormaya ve yıpratmaya başlamadı mı? Bu ağır yükleri yüklenmek ne zaman bizim misyonumuz ve görevimiz oldu? Öyleyse kıyamet kopacağına çayımızdan vazgeçmeyeceğimiz bir 'kapalı' yaşama dönmeyi istemek çok mu namussuzca, alçakça ve bencilce?

Aslında 6 Şubat öncesinde kafamda oluşturduğum yazının son cümlesi hemen hemen şöyle olacaktı: "Kitabı okudum, artık Zeki Demirkubuz'un Yeraltı filmine hazırım"

Oysa şimdi son cümle değişti. Hatta yıllardır pelesenk olduğu için bir bakıma; "yine değişmedi":

"Bu ülkeye ve bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyorum"

Acı duymaya devam ediyoruz yine de ama en azından kabuk bağladık... Üzerimizdeki kabukları ve önümüzdeki yaraları aynı anda görünce,  bu da bize başka bir acı veriyor.

Pazartesi, Eylül 26

Domovoy

 


İlginç konusu ile sürükleyici bir Rus aksiyon filmi...

İlham krizine giren bir yazar, ilginç bir tesadüf eseri ile bir kiralık katil ile tanışır. Yeni romanı için ondan beslenmeye karar verir. Bir yandan roman ilerlerken bir yandan da olaylar gelişir.

Senaryo ilgi çekici, oyuncular çok başarılı, yönetmen Karen Oganesyan iyi iş çıkarıyor. Bir noktadan sonra heyecan azalmıyor ama aksiyon ve tempo düşüyor. O nedenle ikinci yarısında not kırmaya başlıyoruz. Oralar daha tempolu geçseydi veya tüm film aksiyondan arındırılıp biraz daha gerilim ve psikoljik ağırlıklı olsaydı bir başyapıta dönüşebilirdi. 

Fakat yine de izlenmeyi hak eden iyi bir film. Zaten biz de her zaman başyapıt aramıyoruz. Bu ilginç konusunun bize ufuk açması bile yeterli. Az bilinmesi enteresan değil; zira Rus filmleri genelde gölgede kalıyor. Belki ABD'li yapımcıların dikkatini çekip tekrarı çekilebilirdi. Veya çekilmiştir. Zira film 2008 yapımı...

Spoiler vermemek için çok uzun yazmadım ama cidden kaliteli bir yapım. Kısa yazı görüp içeriği boş sanılmasın.

Bu arada Domovoy, Türkçesi olan bir kelime değil. Slav kültüründe evin koruyucusu olan ama kızdırılmaması gereken bir yaratık olarak yer alıyor. Muhakkak filmde bu efsane ile iç içe olan sahneler, göndermeler mevcuttur. Bunlardan eksik kaldığım için de üzgünüm....

Pazartesi, Ağustos 8

Nelyubov

 


Cannes dahil birçok festivale giden (Rusya'nın Oscar adayıydı) ve birçok yerden ödüllerle dönen bir Rus (2017) filmi. Sevgisiz anlamına geliyor. Yıkılmakta olan bir orta sınıf ailesini anlatıyor. Filmin uzun bir kısmı boyunca bu sıfatın, ailenin çocuğu için kullanıldığını düşünüyoruz, zira ilk sahnelerde ebeveynleri tarafından horlanan ve ağlayan bir çocuk izliyoruz. Fakat çocuğumuz Alyosha, bir yerden sonra senaryo gereği ortadan kaybolurken, aslında o sıfattan da uzaklaşıyor. Bütün ilgi ve sıfat anne ve babanın üzerine yapışıyor. Hatta onlar üzerinden tüm Rus orta sınıfına...

Rusya'nın son dönemdeki en görkemli yönetmelerinden Andrey Zvyagintsev'in ilk çıkış yaptığı filmi yıllar önce izlemiştim. Vozvrashchenie, (yani bilinen adıyla Dönüş) yine benzer bir konuyu işliyordu. Çok merak ettiğim ama çok daha şöhretli olan Leviathan da sanırım aynı kıyılarda dolaşıyor.

Nelyubov'u Vozvrashchenie ile kıyaslayınca biraz sönük bulduğumu söylemem lazım. Temposu daha düşük, gerilimi daha az. Aslında geriliminin az olması, biraz daha izlenir hale getiriyor. Vozvrashchenie  rahatsız edici bir filmdi. Nelyubov ise polisiye bir olayı da içine katan güzel ve kararında bir aile dramı olarak kalabilir.

Aslında aile içi drama da bir yerden sonra ağırlığı kriminal mevzulara bırakıyor. Sanırım o devir teslim filmin ahengini bozmuş. Alyosha bulunamadıkça gerilim artıyor, heyecan artıyor, "Acaba bulunacak mı?" diye sormaya başlıyoruz. O esnada anne ve babanın hanzolukları gözümüzden kaçıyor. Bu arada Alyosha'nın babası Boris karakterinin tam dayaklık olduğunu eklemek lazım. Fakat yine de yönetmenin o "arama" sürecinde boş durmadığını görüyoruz. Bize karakterleri anlatmaya çalışıyor ve derinliği arttırıyor. Bu sayede filmin sonuna daha güçlü giriyoruz

Öte yandan biz de son ana kadar Alyosha'nın bulunacağını düşünürken olay bambaşka bir yere evriliyor. Yönetmenimiz güzel bir ters köşe yapıyor. Ters köşe dediğimiz bir akıl oyunu değil. Fakat filmin temposundan veya gittiği yönden ayrılıp bize esas sorunu göstermeyi çok iyi başarıyor.

Filmin herhalde en başarılı noktası, -sanırım- Rusya toplumunu çok iyi anlatması. Rusya'nın da Türkiye toplumuna ne kadar benzediğini görüyoruz. Bu benzerlik birçok kişi tarafından kabul edilmiyor. "Sosyalizm görmüş, Dostoyevski çıkarmış topluma ne kadar benzeriz?" diyenler var (mesela oraları çok iyi bilen Peralta) ama bunlar bence 1000 yıldır aynı yerde yaşayan toplumlar için detay kısımlar.

Peki nedir bu benzerlik. Rus erkeklerini temsil eden Boris'in tıpkı çoğu Türk erkekleri gibi, toplumda ve iş dünyasında yükselmek için "inançlı ve ahlaklı" gözükmeye çalıştığını ama buna rağmen aslında bütün değerlerden yoksun olduğunu görüyoruz. Rus kadınlarını temsil eden Zhenya ise tıpkı çoğu Türk kadını gibi tüketim toplumunun dayattığı ışıltılı hayat için mücadele eden bir kadın olarak izliyoruz. Kadın, aileden kaçmak için erken yaşta evlenirken, erkek de bir aile kurumunda gözükmek için kendini bu müesseseye sokuyor. Ve aslına tüm bunları tetikleyen de evlilik öncesi Zhenya'nın hamile kalması... Ve istenmeyen bir çocuğun dünyaya ve topluma gelmesi...

Öte yandan çok alakasız bir sahnede kafam başka bir noktaya takıldı. Alyosha'yı bulmak için anneannesinin evine gitmeyi planlayan ebeveynler, arama ekibine evi tarif ederken şöyle diyor: "Kiev yolu üzerinde..."

Mevcut Rusya-Ukrayna savaşında Putin'in bazı gerekçelerinin aslında çok da temelsiz olmadığının bir göstergesi olabilir mi? Kiev yolu, onlar için İzmir yolu gibi bir şey. Bu kadar iç içe geçmiş bçr coğrafyada, hatta halen birbirinin parçası olarak duran iki ülkede böyle savaşların olmamaması mümkün değildi. Bu konu hakkında daha uzun ve detaylı yazmak lazım ama şimdi filem dönelim.

Zaten bir Zvyagintsev filminin politik altyapısı olmadığını da düşünemeyiz. Bir Rusya filmi olduğu için, Rus ailelerinde yaşanan sıkıntıların sebebinin ülkenin politik yapısından kaynaklandığını sezebiliyoruz. En azından yönetmen ara ara bize bunun mesajlarını veriyor. Zaman zaman televizyonda, radyoda veya dost sohbetlerinde yapılan konuşmalar, bunu bize iletiyor.

Onun dışında ise bazı göndermeler de mevcut olabilir. Mesela son sahnelerde Zhenya'yı yıkık, bitik ve depresif öfkesi içinde saklı kalmış ama ortaya çıkmaya hazır bir şekilde görüyoruz. O anda üzerinde bir Rusya ordusu kamuflajı var. Acaba yine güncel politik duruma bir selam mı? Rusya'nın anne rolünü oynayamadığını ve kaybettiğini mi söylüyor bize? Peki Boris burada Ukrayna'mı? Yoksa başka bir oluşumu mu temsil ediyor? Bilemiyorum ama bu sayede yönetmenin boş bir film çekmediğinin farkına varmak kolay oluyor.

127 dakika süren ama uzun sayılacak süresi boyunca sıkmayan güçlü bir film. Festival ödülleri biraz beklentiyi yükseltebilir ama kesinlikle ilgi çekici bir yapım...


Çarşamba, Haziran 29

Yine Zenit Ama Bu Sefer Daha Zor

Rusya Ligi'ni en son Lig Tv'nin yayın haklarını aldığı yıllarda detaylı bir şekilde takip etmiştim. 2010'lu yılların başıydı ve o zamanlar Rusya Ligi korkunçtu! Top oynanmıyordu. Bir festival filmi bile çok daha tempoluydu.

O dönemden sonra bir daha yakınından geçmedim ligin. Bu sezon ise (yani geçen sezon) yeniden izlemeye başladım. Ligin kalitesi bir nebze daha artmıştı. Fakat yarış çok da keyifli değildi.

Zenit üst üste beşinci kez şampiyon oldu. Fakat belki de bu süreçte en çok zorlandığı sezonu yaşadı. Aslında puan durumuna bakan çok zorlandığını düşünmeyebilir. Zira, Zenit en yakın rakibi Sochi'ye dokuz puan fark attı. Gerçi 15 puan fark atarak kazandığı şampiyonluklar da oldu ama bu sezon dokuz puan farkla bitecek gibi durmuyordu. Üstelik Zenit'in şampiyonluktaki rakibi de Sochi değildi...

Dinamo Moskova, 25. haftanın sonunda Zenit'in üç puan gerisindeydi. Zirve tecrübesi, son haftaları kaldırabilme psikolojisi ve fikstür avantajı yine Zenit'i öne çıkarıyordu. Fakat Dinamo'nun tepetaklak olacağını da kimse tahmin etmezdi. Dinamo son beş maçında sadece bir puan alabildi ve sezonu üçüncü sırada tamamladı.

Aslında ne olursa olsun; Zenit şampiyonluğu hak eden takımdı. Ligin başından itibaren, diğer rakiplerinin üzerinde olduğunu gösterdi. Biri şampiyonluğu garantiledikten sonra son hafta olmak üzere; sadece iki kere yenildi. Kadro kalitesi üst düzeydeydi. Devre arasında Sardar Azmoun gibi bir oyuncuyu Leverkusen'e yollamasına rağmen sarsılmadı. Malcolm-Wendel-Barrios orta sahası müthiş iş çıkardı. Kaptan Artem Dzyuba artık eskisi gibi değil ama yine önemli işler yaptı. Yedek Alexander Erokhin bile müthiş katkı verdi. Savunma biraz savruktu ama devamlı önde oynamak isteyen bir takım için bu da normaldi. Sezonun yıldızı ise bana göre Claudinho'ydu. 25 yaşındaki oyuncu sezon başında Brezilya'dan geldi. Avrupa'ya adım atmak için biraz geç yaş gibi gözükse de Rusya'nın steplerine çabuk ayak uydurdu. 8 gol - 4 asistlik karnesi ise ışıltılı futbolunu tam yansıtmıyor.

Dinamo'nun şampiyonluğa oynaması onlar adına sevindiriciydi. Uzun zamandır zirveden uzaklardı. Şampiyonluğu kaybetmeleri de anlaşılır. Fakat son beş haftanın travması da kolay kolay akıllardan çıkmaz. Üstelik sezonun ikinci yarısını, ilk yarıdan daha iyi geçirdiler. Üstelik ara transferde Lokomotiv'den Fedor Smolov'u transfer ettiler. Smolov da katkı verdi. Olmadı işte...

Öte yandan Sochi gibi mütevazı bir takımın ikinci olmasına çok sevindim. Mütevazılık pek önemli değil ama sezon boyunca hak ettiler yukarıda olmayı. Fiziksel olarak güçlü, tempolu, rakibi boğan bir takımdı. Kasım sonunda biraz bocaladılar; belki o süreç yaşanmasaydı başka bir havayla devam edebilirlerdi sezona. Sonuç olarak ligi en iyi yerde bitirdiler. Kolombiyalı Matteo Cassiera, Claudinho'nun Zenit'e vurduğu damganın benzerini vurdu. 37 yaşındaki Christian Nboa da sezona müthiş girdi ama sonrasında, herhalde yaştan dolayı olacak, biraz düştü. Bir diğer Güney Amerikalı Rodrigao ise (Brezilyalı) savunmada, bizim ligimizin eski üyelerinden Ronaldo'yu hatırlatan bir performans ile dikkat çekti. 

Dinamo gibi sezonun ikinci yarışında düşüşe geçen takımlardan biri de CSKA'ydı. Fakat onlar son düzlükte değili daha genel bir süreçte dağıldılar. Üstelik Yusuf Yazıcı transferi, müthiş bir hava getirmişti. Yusuf sezonun ilk yarısında gol atmakta zorlanan takımda, gelir gelmez ilk altı maçta 8 gol kaydetti. Fakat sonrasında sustu. Acaba gol kralı olur mu diye sorarken, sahneden çekildi.


Zaten CSKA savunması ile öne çıkan bir takımdı. Neredeyse şampiyon Zenit ile aynı sayıda golü kalesinde gördü. Hatta sezonun ilk yarısında bu konuda Zenit'in önündeydi. 1-0'lık galibiyetlere bizi alıştırmışlardı. Ne zaman 4-2'ler, 2-2'ler havada uçuşmaya başladı, CSKA'nın da havası söndü. 

Ekim-kasım ayında Galatasaray'a rakip olan Lokomotiv, çalkantılı bir sezon geçirdi. Sezona Ralf Ragnick önderliğinde uzun vadeli bir planla girdiler ama birkaç ay sonra Alman proje insanı direksiyonu Manchester United'a kırınca hayaller yarım kaldı. Sezona başladıkları teknik direktör Marko Nikolic'i de ilk yarı ortasında gönderdiler. Marcus Gisdol ile toparlanma evresine girerken Rusya-Ukrayna savaşı patlak verdi ve bir Alman olan Gisdol, Rusya'dan ayrıldı. Devamında da sezonun fişi çekildi zaten. Aslında daha yukarıda olması gereken bir takımdı. Smolov gibi bir hücum oyuncusuna sahiplerdi, onu da ellerinde tutamadılar. Kerk, Zhemaletdinov, Lisakovich gibi hücum oyuncuları vardı; hiçbiri devamlılık gösteremedi. Çek Ligi'nden Jan Kuchta geldi, o da tutmadı. Benim beğendim Kamano'ya pek şans vermediler. Savunma da devamlı sorunluydu. Hatta zaman zaman orta saha oyuncularını stopere çekmek zorunda kaldılar. Sezonun yıldızı ise 20 yaşındaki Fransız Beka Beka oldu. Tabi bunda Galatasaray maçlarının payı büyüktü...

Sezonun hayal kırıklıklarından biri de kesinlikle Sparta'tı. Son haftalara kadar küme düşme korkusunu yaşadılar. Ne çok kötü oynadılar, ne çok kötü bir kadroları vardı... Fakat kulüp hep kaos içindeydi. Portekizli teknik direktör Rui Vitoria, takımı Napoli ve Leicester'ın yer aldığı grupta lider yaptı ama Avrupa Ligi başarısı camiayı kesmedi. Kışın hocayla yollar ayrıldı. Zaten Vitoria kalsaydı da Avrupa Ligi  son 16 turuna çıkamayacaktı. Kadro da istikrarsızdı. Geçen sezonun önemli ismi Jordan Larsson bu sezon yok gibiydi. Alex Kral hiç katkı veremedi. Taraftarların çok sevdiği stoper Gigot, iyi maçlar çıkardı ama zaman zaman büyük hatalar yaptı. Quincy Promes saha dışı olaylarla anıldı. Son haftalara damga vuran Sobolev, sezon başında hiç yoktu. Böyle yarım yamalak bir takımdı işte...

Ligin orta sıralarındaki diğer takımlar, genelde orta sıralarda olmaya uygun bir sezon geçirdiler. Yine de aralarından Rostov'u ayırabiliriz. Valeri Karpin ile yeniden yolları buluşturan Rostov önümüzdeki sezon farklı bir performans sergileyebilir. Hem takım savunmasına önem veren bir teknik direktör (bir maçın son dakikasında yedikleri skoru etkilemeyen bir gole çok kızmıştı), hem de sezonun durgun isimleri Komlichenko ve Poloz gibi forvetlerden verim almayı başardı.

Ligde kalma yarışı ise, şampiyonluk yarışından daha heyecanlıydı. Son haftada bile birden fazla senaryo vardı. Arsenal Tula haftalar önce ligden düşmeyi garantilemişti. Geriye bir aday kalmıştı. Sezon başında, hatta sezon ortasında kimsenin tahmin etmeyeceği Rubin Kazan bu son takım oldu. Bir dönem Rusya Milli Takımı'nı çalıştıran Leonid Slutski'nin ekibi; son 17 maçın sadece üçünü kazanabildi. Oysa sezona üçte üçle giren; üst sıraların adayı olmasa da oralara yakın gezecek bir takım kimliğindeydi.

Sezonun son maçı da onlar adına oldukça dramatikti. Çekiştikleri Ufa ile kendi sahalarında karşılaştılar. 1-0 öne geçtiler ama son dakika golüyle 2-1 yenildiler. Üstelik Lisakovich ile penaltı kaçırdılar. Belaruslu Lisakovic; devre arasında Lokomotiv'den gelmişti. Rubin'de daha çok şans buldu ve bence iyi bir oyuncu olduğunu kanıtladı. Sezona böyle bir olayla veda etmesi şanssızlık oldu.

O gün kazanan Ufa, play-out oynamayı hak etti. Başkurdistan bölgesinin temsilcisi, sezon boyunca 29 gol kaydetti. Bunların 19'u, yani yüzde 65'i 2000 doğumlu Gamid Agalarov'dan geldi. Genç oyuncu, önceki sezonlarda kendini tanıtamamıştı ama bu sezonun gol kralı oldu. Fakat Agalarov'un gücü, takımın play-out'tan kurtulmasına yetmedi. Bu sefer son dakika golünü yiyen Ufa oldu ve Orenburg lige yükseldi.

Play-out oynayan bir diğer takım Khimki ise oradan çıkmayı başardı. Hatta sezonun ilk yarısında puan durumunun son sırasındaydı. Yani önce dipten kurtuldular, sonra can pazarından... Devre arasında yaptıkları transferler takımın çehresini değiştirdi. O dönem gelen isimlerden biri Didier Lamkel'di.  Boğa gibi kuvvetli bir oyuncuydu. Adama hayran kaldım. 3-2 yenildikleri Lokomotiv maçında bile rakibi bayılttı. Fakat savaşın çıkmasıyla Rusya'dan ayrıldı ve Ligue 1'den Metz'e transfer oldu. Orada da fena performans göstermedi.

Son ana kadar küme düşme ihtimali olup da play-out'tan bile yırtan takım Ural'dı. Onlar da biraz Ufa gibiydi. Sezon boyunca sadece 27 gol atabildiler ama ligde kalmayı başardılar. Bu başarının kahramanı kesinlikle Rumen solak Eric Bicfalvi'ydi. Fakir Hagi'si gibiydi. Bir de  bu adam nasıl Rumen anlamak mümkün değil; tip İskandinav metalci gibi ama kendisi Doğu Avrupalı 10 numara...



Tam da bu noktada takımlardan ayrılarak, yukarıda bahsetmediğimiz birkaç futbolcuyu analım. Ligin sıkı takipçileri zaten farkındadır ama benim radarıma bu sezon girdi. Krasnodar'ın genç ama dev kalecisi Matvei Safonov, müthiş bir sezon geçirdi. Birçok maçta takımına puan kazandırdı, kazandıramadıklarında da farkı önledi. Zaten takım kaptanı. Yaşı 22 olmasına rağmen, efsane Akinfeev'i kulübeye yollayarak mili takımın eldivenlerini de takıyor.

Yine Krasnodar'ın 21 yaşındaki oyuncusu Eduard Spertsyan özellikle Mart ayıyla beraber ağırlık koydu. Ülkesi Ermenistan'ın milli takımında oynuyor. Zaten Krasnodar'ın gençlerine ayrı bir gözle bakmak gerek. Sezonun sonlarında ilk 11'in sekiz-dokuz ismi altyapıdan çıkan isimlerdi. 

Bir başka Ermeni oyuncu Khoren Bairamyan, bence ligin en iyi merkez orta sahalarından biriydi. Keşke biraz yaşı genç olsaydı da Süper Lig'e düşseydi. 29 yaş yine de fena değil. Enerjisi yüksek, tekniği yeterli bir oyuncu. Oyuncu arayanlara tavsiye...

Bakalım önümüzdeki sezon bu ligi izlemeye devam edecek miyim? Sorunun cevabını ben de bilmiyorum. Fakat Avrupa kupaları biletinin olmaması, ligdeki yıldızların ayrılmak istemesi yeni dönemde daha kalitesiz bir lig izlettirebilir. Yine de kısık veya sonuna kadar açık bir şekilde; gözümüz üzerlerinde olacaktır.

Pazar, Mart 6

Sportif İzolasyon

10 gündür bambaşka konulardayız. Aklımız Rusya - Ukrayna savaşında. Ne olur, ne olacak, ne olmalı, ne yapılmalı...

Devamlı bunları konuşuyoruz. Biz bunları konuşuyoruz ama dünya da devamlı bir eylemler silsilesi içinde.

Aslında bu yazıyı daha önce yazacaktım. Pazartesi akşamı Avrupa sporundan arka arkaya haberler geldi. Önce Euroleauge, Rus takımlarının haklarını dondurdu. Zaten kafasına göre takım alıp takım sokan bir organizasyon için şaşırtıcı değildi. Haberi duyunca Twitter'dan bir tweet paylaştım ve UEFA'nın benzer bir kararına hak vereceğimi belirttim. Çok geçmeden, dakikalar içinde UEFA'dan da benzer bir karar geldi zaten.

O zaman neden böyle düşündüğümü anlatmanın vakti geldi. Hatta geçiyor bile. Zira basit bir boykot kararının devamında iş bir ulusu topyekun ihraç etme noktasına ulaştı. Bu işin de bir sınırı olmalıydı. Avrupa'da Rus öğrencilerin kayıtları donduruluyor, Dostoyevski yasaklanıyor, uluslararası firmalarda çalışan Ruslar işsiz kalıyor. Bunlar biraz fazla... Ve zaman geçtikçe; UEFA'ya hak veren ben bile "işin ucu kaçtı" demeye başlıyorum. Tüm bunlar aynı torbaya atılacak kararlar değil. Ve iş çığırından çıkmaya başlıyor.

Aslında her şey Rusya'nın Ukrayna işgaline nasıl tepki verileceği konusundaki tartışmalarla başladı. Hem Türkiye'de hem Batı'da çok sayıda kişi Batı güçlerinin, AB'nin ve tabi ki NATO'nun olaya müdahale etmesi gerektiğini söyledi. Rusya bir şekilde durdurulmalıydı. Böyle kafalarına göre ilerleyemezdi. Onları ilk andan beri püskürtmek gerekirdi. Hitler de ilk başta Polonya'yı işgal ettiğinde kimse ciddiye almamıştı, bu sefer ciddiye almak gerekirdi. 

İşin siyasi boyutu ayrı bir konu. Fakat bir parantez açalım. İlkesel olarak savaşa karşı biri olarak; tabi ki her savaşa karşıyım. Yani Rusya'nın işgaline de karşıyım. Fakat bunu doğuran sebepleri de gözardı edemeyiz. O sebepler çözüme kavuşmadan, savaşı başka bir savaş unsuruyla durdurmaya çalışmak, savaşı durdurmayacağı gibi daha şiddetli bir savaşa da neden olabilir. O yüzden üst paragrafta önerilen çözüm önerisine katılmam kolay değil.

Büyük ihtimalle Avrupa devletlerinin bir kısmı da benzer bir korkuya sahip oldukları ve kendilerinden uzaktaki Ukrayna için bir büyük savaş riskine girmeyi göze alamadıkları için böyle bir tercihte bulunmadılar. Bunun yerine ekonomik boykotlar geldi. Çok anlamadığım bankacılık sistemlerinden Rusya'nın aforoz edilmesi gibi örnekler vardı mesela. Kafam basmadığı için neye yarayacağını bilmiyorum. Sponsorluklar iptal edildi. Anlaşmalar bozuldu. Esasında da bunun da çok sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. Rus halkının yoksullaşmasına neden olacak projeler uzun vadede daha zararlı sonuçlar doğurabilir. Birinci Dünya Savaşı'nı kaybeden Almanya'nın Versay Anlaşması sonrası İkinci Dünya Savaşı'nı başlatması boşuna değildi. Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Tabi 1918'den 1938'e kadar geçen 20 yıllık bir süreç var. Dünya şu an 20 yıl sonrasını düşünmüyor. Acil eyleme geçmek zorunda. Fakat yine de bunlar çekimser kaldığım boykotlar.

Fakat kültürel bazı boykotların taraftarıyım. Bunların en önemli farkı; boykot kararını devletlerin değil kurumların almış olması. Yani bir menfaat kavgasından ziyade, sivil bir tavır koyması önemli. Zira Putin ile yıllarca iyi geçinen, ona meşruluk ve güç kazandıran, diğer yandan Ukrayna'NATO'nun bahçesine çeviren Batı'nın resmi yollardan ekonomik hamlelerde bulunması hem inandırıcı değil hem de işe yarayacakmış gibi durmuyor.

Fakat kurumlar böyle değil. Kurumlar daha bağımsızdır. Daha farklı amaçları vardır. Son dönemde çok tartışılan Münih Filarmoni Orkestrası'nın kararına da bakalım. Şef Valery Gergiev işinden, hatta birçok unvanından uzaklaştırıldı. İlk başta rahatsız edici duruyor. Fakat Gergiev'in Putin'i ve rejimini desteklediği biliniyor. Mesela Fazıl Say; Gergiev'i savunanlardan ve "Savaşı o başlatmadı ki" diyor. Haklı da olabilir. Fakat rahatsız edici bir konu. Öyleyse geçmişe baktığımızda Hitler ile dostluğu olan, Nazi sempatizanı sanatçıların savaş sonrasından tarihe kara listede geçmesine ne diyeceğiz? Onlar da savaş başlatmadı ama savaş başlatan bir oluşumun destekçileri oldular. İkinci Dünya Savaşı ile ilgili birçok filmin odak noktası Hitler değil, Hitler'in büyümesine yardım edenlerdir. Hitler'in propagandasını yapanlar, ona güç ve meşruluk kazandıranlar. Belki bir savaş suçlusu değillerdi ama savaşın başlamasına yardımcı olmuşlardı. Belki "Putin henüz Hitler değil" savunması gelebilir. Veya "Putin bir hafta önce de aynı Putin'di, şimdi mi aklınız başınıza geliyor" da denilebilir. Fakat Putin de her iki anlamda da şimdi sınırı geçti... Zaten biz de "bu insanları idam edelim" demiyoruz. Fakat çok uluslu bir oluşumda; hatta misyonu barıştan yana olması gereken bir sanat kurumunda yerini kaybetmesi yadırganacak bir durum değil.

Biz esas konumuza dönelim. Yani UEFA'ya. Ben UEFA'nın kararını onaylıyorum. Fakat bir parantez açıyorum ve FIFA'nın kararını ayırıyorum. Zira iş orada tutarsız kalıyor. Avrupa, uzun yıllar sonra ilk defa savaş görüyor (Yugoslavya İç Savaşı hariç), dünya ise hiçbir zaman savaşlardan başını kaldıramadı. UEFA'nın emsal durumları olmadı ama FIFA diğer savaşlarda kafasını kuma gömdü. O yüzden kalabalığın öfkesine katılan FIFA'nın şovunu geçiyoruz.

UEFA ise Avrupa kültürünü temsil eden en ciddi kurumlardan biri. Düzenlediği organizasyonlar, Avrupa birlikteliğinin sosyal alandaki en büyük karşılığı. AB dediğimiz kurumdan bile daha fazla üyesi var, daha çok insanı ilgilendiriyor. Daha geniş bir alana yayılıyor. Şampiyonlar Ligi'nin Avrupa için önemini ve değerini Süper Lig tartışmaları çıktığında anlatmaya çalışmıştık.

Haliyle böyle bir misyona sahip kurumun şunu demesi bana normal geliyor:

"Kardeşim eğer sen bu birlikteliğe darbe vuruyorsan, gidip bir başka Avrupa ülkesini işgal ediyorsan o zaman bu birlikte yerin yok. İstiyorsan git Asya Şampiyonlar Ligi'nde oyna. Hem UEFA'nın şaşalı varlıklı nimetlerinden faydalanacaksın, hem de Avrupa'nın kültürel varlığını bozmaya uğraşacaksın. Buna hakkın yok."

Ekonomik izolasyon Rus halkının sinirlerini bozabilir, onları öfkelendirebilir ve öfkelerinin adresi Batı dünyası olabilir. Bunu da bir otokrat lider üzerinde vücutlaştırabilirler. Fakat kültürel izolasyon aynı sonucu doğurmayabilir. Moskova'da Petersburg'da yaşayan, uluslararası şirkette çalışan, iş çıkışı Şampiyonlar Ligi maçı izleyen, yazın Yunanistan'da tatil yapan, iş gezisine Londra'ya giden, üniversiteyi Berlin'de okuyan bir insan bu sefer şunu düşünebilir. "Kardeşim ben bu Putin yüzünden UEFA'dan uzaklaştım, Paris'ten, Londra'dan, Berlin'den mahrum kaldım. Çin'e, Hindistan'a kaldım. Bunu yaşamak zorunda mıyım?"

Tabi ki Çin'i, Hindistan'ı ve diğer Asya ülkelerini küçümsemiyorum. Fakat sosyal ve kültürel anlamda Avrupa'da olmanın getirdiği zenginlik daha başka. Bir kulüp Avrupa'da oynayınca mı daha kolay transfer edebilir, Asya'da mı? Hangisinden daha çok gelir elde eder? Zaten aksi olsaydı Kazakistan UEFA'ya girmek ister miydi? Kim Asya Şampiyonlar Ligi'nin rekabetini tercih eder. Veya daha kötüsü, kim uluslararası herhangi bir organizasyonda olmamayı kabullenir... Bir Zenit taraftarı, bir Moskovalı bunun hesabını Putin'den sormaz mı? Büyük ihtimalle soramaz ama olsun. Savaş istemenin, istemesen bile savaş sessiz kalmanın bir karşılığı olmalı. Belki bu sayede şu anda Rusya sokaklarına "Savaşa hayır" diyenlerin sayısı daha da artar.

İşin bir de "eşit rekabet" boyutu var. Bu işgal nedeniyle Ukrayna Ligi oynanacak mı oynanamayacak mı belli değil. Oynanmayı bırak, her gün bir Ukraynalı sporcunun öldüğü haberi geliyor. Şimdi bu ülke ister istemez UEFA'nın tüm organizasyonlarından ayrılmak zorunda kalırken, Rusya'nın içeride kalması hak mı? Belki bu olayların sorumlusu Rus kulüpleri değil ama yine de sizi temsil edenlerin yaptıklarının bir bedeli de olmalı.

Bir de sonuçta uluslararası müsabakalardan bahsediyoruz. Rus kulüpler, Ukrayna kulüpleri, kavgalar, milli marşlar, yuhalamalar... İş çok başka noktalara da taşınabilir.

Aslında bu karara giden yolu açan Robert Lewandowski oldu. Polonyalı oyuncu ve takım arkadaşları, Rusya ile Dünya Kupası elemelerinde karşılaşmak istemediklerini açıkladı. Herkesin takımında, çevresinde, geçmişinde Ukraynalı arkadaşları varken, onlar işgal altında kalırken gidip Rusya Milli Takımı ile maç yapmak da kolay bir iş değil.   

Yine de tüm bunlara rağmen bir "ama" var...

Bu sezon için bu kararın alınması biraz yanlış bence. Spartak Moskova'nın günahı ne şimdi? Buraya kadar gelmiş, oynamış, mücadelesini vermiş. Burada ceza Spartak Moskova'ya veriliyor, Rusya ikinci planda kalıyor. Belki 1-2 aya ateşkes olacak, UEFA da yazın bu kararından vazgeçecek. O zaman ceza-yaptırım kime kesilmiş olacak? Hatta Spartak'ın kadrosunda Rus olmayan, 8-9 oyuncu var. Böylesine kozmopolit bir takımı dışarıda bırakmak ve Leipzig'i bir üst tura çıkarmak adalet duyusunu da zedeliyor.

Kısacası kararın ana fikrine katılmakla beraber, zamanlaması rahatsız edici geldi.

Ve ayrıca UEFA'nın da tıpkı FIFA kadar büyük olmasa da ufak bir samimiyet problemi var: İsrail!

İsrail, Rusya'dan çok farklı değil. Tek farkı Avrupa birliğine darbe vuracak bir şekilde bir başka Avrupa ülkesini işgal etmiyor. Zaten bir başka sorun da tam olarak buradan kaynaklanıyor. İsrail'in Avrupa'da ne işi var? Aslında onun da cevabı Rusya gibi. Fakat İsrail'e piyango çıktı. Asya konfederasyonundaki Arap ülkeleri, tıpkı şimdinin Batı ülkeleri gibi İsrail'i boykot etti. İsrail Asya'da maç yapamayacak duruma geldi. Çare ülkeyi UEFA'ya dahil edilmekte bulundu. Neyse; sonrasında ikinci soru geliyor. İsrail'in olduğu yerde, İsrail'in rahatsız etmediği yerde Rusya mı Avrupa'ya batıyor?

Fakat bunlar sonraki dönemin soruları olarak kalmalı. Zaten büyük ihtimalle sonraki dönem sağlanırsa o dönemde de havada kalmaya devam edecek. Şu anda ciddi anlamda bir 3.Dünya Savaşı tehlikesi var. Bunun da muhatapları Rusya ve Ukrayna. Biz de buradan devam edeceğiz bir süre daha.

Bu kararlar bir işe yarar mı bilmiyorum ama hiçbir şey olmamış gibi devam etmek de rahatsız ederdi. İnsanlar bir hafta önce evlerinde işlerini yapıp, hafta sonu çocuklarıyla parklara giderken şimdi trenlerle bilmedikleri yerlere kaçmaya çalışıyorlar. Coğrafyamız sebebiyle hepimizin başına gelebilecek, ya da başımıza geldiğini düşündüğümüzde bile tüylerimizi diken diken eden bir atmosferden bahsediyoruz. İnsanlık namına bu işin durması gerek. Fakat bunu durdururken de işin 3.Dünya Savaşı'na dönüşmesi riskinden de kaçınmak lazım. Bu nasıl olur bilmiyorum ama en işe yaraması muhtemel kararlar ve eylemler bunlar gibi. Daha iyi fikri olan varsa, ona da kapımız açık...

Salı, Ocak 4

Reklamlar

Özellikle ilk altı ayında evlere kapanıp bunalıma girdiğimiz 2021'yi iyi sözlerle anmak pek kolay değil. Fakat yine de bu yıl, bize yeni kazanımlar katmadı değil. 2022'den dört günü devirmişken, geri kalan yıldan bana neler kaldığını kısaca aktarayım. 

Yazının başlığı 'Reklamlar' olsa da, herhangi bir maddi kazanım yoktur. Tamamen gönül bağıyla kurulan beğenilerden yola çıkılmıştır.

1) Kukla Kabare

Kesinlikle 2021'in en güzel yeniliği oldu. Yılın ilk yarısından itibaren takip etmeye başladım. Zaten çok sevdim. Sonra Sinan Mıhçı'nın Caner Özyurt'un kanalında katılığı programa denk geldim. Dayı'yı zaten seviyorduk ama Mıhçı ayrıca sevdiğim biri oldu. İnşallah maddi yönden sıkıntı yaşamaz derken Gain'e transfer oldu. Fakat birçok kişinin yaptığının aksine hem Youtube'da önceden yaptıklarını silmedi, hem de yeni içerikler atmaya devam etti. Bu açıdan da takdirimi kazandı. Sonrasında 'Oğluş' da eklendi. Kız arkadaşım daha çok Oğluş'u sevdiğini söylüyor ama Dayı'ya daha çok gülüyor. Ben zaten halen Dayı'cıyım.

2) Benekli Ayhan

Dayı sanırım Ankaralı. Ama esas Ankaralı, Benekli Ayhan. Yılın ikinci yarısında o da şöhretini iyice perçinledi. Hakkında belgeseller bile yapıldı. Ben o dönemde biraz daha az izlemeye başladım. Zira videoları çok uzun. Karantina döneminde daha çok vakit buluyordum. Gartoncu Berkay'a Çekçek aldıkları dönem yapılan videolar çok iyiydi. Ankaragücü muhabbetleri ise zaten efsane...

3) Yargı

Her zaman Youtube'dan gitmedik, zaman zaman (hatta çoğu zaman) televizyonu da kullandık. 2020'in sonunda ve 2021'in başında dizi izlemek daha kolaydı. O dönemde Son Yaz hayatımıza girdi ama uzun soluklu olmadı. Çoğu yerli dizi gibi karman çorman bir ikinci sezon başlangıcı ile ayağına sıktı. Tam da o zamanlarda Yargı (Kanal D) çıktı. Muhteşem üç bölümün ardından, diziye tutulduk. Her Pazar izlemeye çalışıyoruz. Maalesef maç günlerinde denk gelmesi biraz sıkıntı yaratıyor. Yine de kaçan bölümleri internetten izliyorum. Dizi sona erdiğinde, hakkındaki yorumları blog'da bulabilirsiniz. Mehmet Yılmaz Ak'ın (Savcı Pars) hastasıyız.

4) Göztepe Dönercisi

Uzun zamandır yerini bildiğim, her zaman önünden geçtiğim Göztepe Dönercisi'ne 2021'de adım attım. Bunda en önemli etken Uğur Şahin, Özlem Türeci ve Fahrettin Koca! Aşının bulunması beni ve kız arkadaşımı şimdilik ikişer kez hastaneye gönderdi. Evimize çok yakın olmasa da randevularımızı Göztepe'deki hastanelerden aldık. Aşı çıkışı da yolumuzu Göztepe Dönercisi'ne çevirdik. Son dönemde fiyatlara zam gelmiş ama zaten zam gelmeyen bir yer de kalmadı. Zengin ikramları ve lezzetli eti ile tavsiye edilir. Telefon numarası yukarıda!

5) Rusya Ligi

2010'ların başında Rusya Ligi, Digitürk'te yayınlanıyordu. İzlerken sıkıldığım liglerden biriydi. Bir faciaydı. O dönemden sonra bir daha açıp bakmadım. Bu sene yeniden başladım.2021-22 sezonun ilk yarısını yakından takip ettim. Eskisinden daha kaliteli. Aradan geçen 10 senede çok fazla düşük seviye maça ve lige maruz kaldığım için Rusya Ligi'nin seviyesi artık beni rahatsız etmiyor. Bu sezon yine Zenit şampiyon olacak gibi. Sardar Azmoun'u izlemek büyük keyif. Dinamo Moskova da fena değil. Fakat benim sempatimizi kazanan FC Sochi oldu.

6) Müze Kart

İstanbul'da yaşayıp çok fazla müze gezmemiş biri olarak, 2021'in son ayında bir eyleme geçtim. Önce Müze Kart' aldık, ardından da Arkeoloji Müzesi ve Topkapı Sarayı'nı gezdik. Hedef 2022'de daha fazlasını geçekleştirmek... 60 liraya bir sene boyunca tüm Türkiye'deki çoğu müzede geçerli.  Yabancılar için ise 15 günlük kart 600 lira! Neyse ki TC vatandaşıyız! Bakalım, 2022'de listeye ne kadar müzeye eklenecek.

7) Özgürüz

Politik gündemi takip ettiğim birçok mecra var. Fakat Can Dündar'ın Youtube kanalı, modern zamana çok daha uyumlu. 50 dakikalık tartışma programlarından veya üç saat sürmesine rağmen karşısındaki konuğun cevabını almadan konuyu değiştiren televizyon kanallarından artık bıktım. Özgürüz ise fena işler yapmıyor. En azından Can Dündar'ın gündemle ilgili her gün koyduğu 2-3 dakikalık videolar tam isabet oluyor, fazlasına gerek kalmıyor.

8) Amin Maalouf

Üniversiteye girdiğim günden beri Maalouf okuma isteğim çok yüksekti ama bir türlü sıra gelmedi ve zaman bulamadım. Bu sene iki kitabıyla başlangıç yaparak kendisiyle tanıştım. Aslında ilk hedefim Semerkant'tı ama ona yine sıra gelmedi. Okuduğum iki kitap hakkında da bilgileri yakın zamanda blog'da bulursunuz.

Öte yandan kendimle ilgili bir istatistik; 2021 yılında beş kitap okuyup, 43 film izlemişim. Tabi ki az. Fakat 2020 Mart'tan bu yana kafamı sanata harcayamadım. Sosyalleşemeden bu tip şeylere kendimi veremiyorum. Sanılanın aksine, "şimdi kozamıza dönme zamanı" hiç bana göre değildi. Buna rağmen 260 günü spor yaparak geçirmişim. Herkes kültürlenirken ben cahil kaldım, herkes kilo alırken ben kilo verdim. Hatta hafta sonu sokağa çıkma yasakları olmasa 320 günü de bulurdum. 365 günlük bir sene için çok iyi. Fakat sadece 27 futbol maçı yapmış olmam üzücü. Son 10 yılın en düşük rakamı.

9) Altın Hasat çekirdekleri

Ayçekirdeğini çok seven biriyim. Fakat 2018'den beri çekirdeklere çok ciddi zamlara geldi. Piyasayı elinde tutan vasat Tadım'ın hem gramaj düşürüp hem de fiyat arttırması çok can sıktı. Zira birçok markette Tadım'dan başka marka bulmak zordu. Fakat boşluğu Altın Hasat doldurdu. Daha önce hiç adını duymamıştım. Bir gün Mopaş'ta denk geldim. 1 kilo ve yarım kiloluk paketleri, neredeyse Tadım'ın 200 gramıyla aynı fiyata sahip. Üstelik çok da güzel. Özellikle tuzlu çekirdek sevenler için öneririm, pişman olmazlar.

10) Saha İçi

Son maddeyi de kendimize ayıralım. Sanki diğerleri başkalarına aitti! Neyse; eski ev arkadaşım Sinan Yılmaz'ı birçok mecrada görmeniz mümkün. Fakat kendisi bir yandan da kendi Youtube kanalını yürütmeye çabalıyor. Bu sene yola yeni bir ekiple devam etmek zorunda kaldı. Benden de destek istedi. Euro 2020 ile başlayan yolculuğumuz devam ediyor. Süper Lig maçlarından sonra, ortada görüntü yokken konuşan iki kişi görmek isterseniz, biz de varız!


Cuma, Kasım 12

Tek Maçtan Yatan Kuponlar #9

Genelde aynı eğriye sahibiz. Milli maç aralarından hemen sonra yaptığımız kuponlar pek başarılı olamıyor. Sebebi belli. Ara herkesi bozuyor. Sonrasında yavaş yavaş yükselişe geçiyoruz. Tam üst üste kupon tutturmaya başladığımız anda milli maç arası yeniden geliyor.

Geçen hafta sonu Cuma ve Cumartesi günleri de bu denkleme uygun olarak çok tatlı geçti. Pazar da seriyi devam ettirecektik ama bir son dakika golüyle yıkıldık. Hem de en ummadığımız takımdan.

Pazar kuponumda üç ligden dört ayrı maç vardı. Bu üç lig aynı zamanda Bilyoner'de yorumladığım ligler. Yani en güvendiğim, üzerinde çalıştığım maçları kupona almıştım.

Günün ilk maçı saat 17.00'dee başladı. Portekiz'de Tondela, küme düşme hattındaki Maritimo'yu konuk etti. Tondela'nın yeri yanıltmasın, iyi top oynamaya çalışan bir takım. İstediği sonuçları alamıyor ama biz güveniyoruz. Hatta bundan sonrası için de bir tavsiye olabilir. Son dönemde skoru alamadıkları için artık galibiyet oranları da yüksek oluyor. Bu sefer 1.88'den kuponlarımıza ekledik. Maritimo karşısında iyi bir maç çıkardıklarını söylemek güç. Fakat ilk yarıyı üç penaltı golüyle 3-0 önde kapadılar. Bizim için günün ilk maçı erken koptu. İkinci yarıda gelen gollerle skor 4-2 olarak tescillendi ve diğer karşılaşmaları beklemeye başladık.

Saat 19..00'a üç maç aldık. Rusya Ligi'nde oynanan Akhmat - Nizhny maçında ilginç bir tercih yaptık. Konuk takımın en az bir gol atacağını iddia ettik. Karşılaşmanın 55. dakikasında bu iddiamız gerçekleşti. Zaten Nizhny bu sezon sadece iki maçta gol atamadı. Güvenimizi sarsmadı. Kuponumuz da o golle ikide iki oldu.

Artık Norveç'ten haber bekliyorduk. Mjondalen - Viking ve Haugesund - Bodo Glimt maçlarında konuk takımlara güvenmiştik. Viking geçen sezondan beri çok hoşuma giden bir futbol oynuyor ve genelde bahis konusunda bizi yanıltmıyor. Mjondalen karşısında zorlandılar ama 90. dakikada gelen penaltı golüyle bizi mahcup etmediler.

Fakat tam o anlarda Bodo Glimt bizi perişan etti. Aynı dakikalarda Fenerbahçe - Kayserispor maçını izlediğim için, Norveç'teki iki maçta hangi golün önce olduğundan emin değilim. Fakat Bodo maçında yaşanan gelişmeleri daha sonrasında izledim ve yıkıldım. 

Haugesund maçın 10. dakikasında, geçen sezon Ç.Rizespor'da forma giyen Söderlund'un golüyle öne geçmişti ama Bodo'nun maçı çevireceğinden emindim. En ufak bir şüphem yoktu. Keza beklediğim gerçekleşti. Oyuna ikinci yarıda giren Hugo Vetlesen 76 ve 87. dakikalarda attığı gollerle skoru 2-1'e getirdi. Artık 'won' dememize çok az kalmıştı ki Bodo, inanılmaz bir savunma hatası ile kalesinde golü gördü.

Karşılaşma 2-2 sona erdi. Ağustos ayından bu yana oynadığı 20 resmi maçta yenilmeyen, bu süreçte Roma'yı altı gol atarak deviren Bodo, nadir beraberliklerinden birini bize denk getirdi. Aslında Avrupa Kupası maçı dönüşü bir deplasman maçında bu kadar güvenmemek lazımdı ama birkaç hafta sonra şampiyon olacak bir takımdan en iyisini beklemek de bizim hakkımızdı.

Bari son dakikada umutlandırıp utandırmasalardı. Duygularımız çok çabuk değişti. Bir de yenilen golü görünce...




Tek maçtan yatan kuponlar #6

Tek maçtan yatan kuponlar #7

Tek maçtan yatan kuponlar #8

Çarşamba, Ekim 20

100'lük Santrfor

 


"Süper Lig'de oynamayan en Süper Lig topçusu kim" diye sorulsa benim cevabım bu adam.

Artem Dzyuba, fiziksel özellikleri (1.96) ve oyun tarzıyla tam bu lig için yaratılmış bir oyuncuydu. Yaşı artık 33 olduğu için, buralarda görmemiz zorlaştı. Zaten o da bir Zenit efsanesi olmayı tercih etti.

Geçtiğimiz hafta sonu Arsenal Tula maçında fileleri havalandırınca, takımı forması altında 100. golünü kaydetti. Aslında çok skorer bir oyuncu değil. 100 gol de, geçirdiği 7 sezon ve oynadığı 200 küsür maça göre biraz az... Yine de kulüp tarihinin en golcü ikinci futbolcu olmasına yetti. Zaten esas olan onun golleri değil. Aslında normalde benim sevdiğim bir tarz santrfor da değil ama kendi tarzının en iyisi belki de...

Saygı  duyuyorum ve hayranlıkla izliyorum. Gerçi benim Zenit'te favorim Serdar Azmoun ama olsun. Sonuçta bize Süper Lig'i hatırlatan her detaya saygımız var.

Bu arada, Dzyuba 100. golünü maçın 88. dakikasında attı. Skor 1-1'e geldi. Fakat 90. dakikada Arsenal Tula, Kings Kangwa ile müthiş bir gol buldu ve maçı kazandı. İlginç olan maç sonu, Dzyuba'nın tarihe geçen golünü atarken giydiği forma 22 yaşındaki Kangwa'ya gitti. Demek ki herkes hayran...


Çarşamba, Ağustos 18

Metro

Ekseriyetle Hollywood sinemasında gördüğümüz türden bir film. Aslında birçok ülke sinemasında bu türden aksiyon denemeleri oluyor ama efekt kalitesi ABD ayarında olmadığı için beklentilerin altında kaldıklarına çok şahit olduk.

Rus sinemasından çıkan Metro, bu açıdan meraklılarını tatmin edebilir. Hikaye de ilgiyle takip ediliyor. Nedir bu hikaye? Moskova'nın metro hattına Moskova Nehri'nden sular sızar ve bir metro seferi raydan çıkar. Yardım da yolcular için pek mümkün değildir. Yani o tünelden kendi başlarına çıkmak zorundalar.

Yerin altından hayata tutunmak isteyen her sınıftan, yaştan, karakterden bir grup insanın macerasını izliyoruz. Bence güzel. Tek sıkıntısı ikinci yarıdan sonra gereksiz uzaması. Süre 133 dakika ama 90'a çok rahat sığardı. Yine de akıcı ve heyecanlı bir film. En azından Rusya Ligi maçlarından daha güzel!

Yapım yılıyla, konusuyla, ülkesiyle alakaları olmasa da bize bir Das Boot heyecanı verdi. Das Boot izledikten sonra savaşa ve militarizme ne kadar küfür ettiysek, Metro'dan sonra da şehir hayatına, inşaatlar, çarpık yerleşimlere, kalabalık kentlere saydırdık. Bu arada Moskova'da nehir olduğunu da bu film sayesinde öğrendim.

Oyuncular da fena değildi. Kötü bir karakter olmasına rağmen Vlad, oldukça karizmatikti. Yazıyı noktalarken onun da hakkını verelim.

Pazar, Ocak 17

Kray

 


İzlediğim en iyi filmlerden biri mi? Değil. İyi bir film mi ondan bile emin değilim. Giriş ve gelişme muazzam ama sonuç kısmında hayal kırklığına uğratıyor. Eğer o bölüm daha iyi kotarılsaydı çok daha fazla övgü kullanabilirdik. Yine de Altın Küre'ye aday gösterilmiş, İstanbul Film Festivali dahil birçok festivalde yer almış bir filme saygı duymak gerek. Zor bir film olduğu gerçek. Ama asıl gerçek; özel bir film olduğu..

Kurgusu zorlayabilir, senaryosu zayıf kalabilir ama çok usta bir yönetmen işi olduğu inkar edilemez. İzlerken gözler açık kalıyor. Zaten bunun için birçok etkileyici unsur kullanılmış. Tren var, kar var, bozkır var. Ayı bile var...

Hiçbir bilgi olmadan izlemeye başladığınızda bile buna "Bir Rus filmi" dersiniz. O kadar belirgin bir Rus filmi. Görüntü ve anlatım tarzıyla Biraz Tarkovski kokuyor, savaş temalı senaryosuyla Idi i smotri'yi andırıyor. O kadar bir Rus filmi ki, 2010 yılında Rusya'yı Oscar'da temsil etmiş. Tabi kısa listeye kalamamış ama olsun.

Film hakkında soru işaretleri oluşabilir ama yönetmen Alexei Uchitel'i vurgulama lazım. Gerçi ben de kendisini çok bilmiyorum ama bu filmi izledikten sonra hemen filmlerine bir göz attım. Henüz hiçbirini izlemedim ama fragmanları ve afişlerinden dahi çok ilginç işlere imza attığı belli oluyor.

Radarımıza aldık.


Salı, Aralık 29

Sobytie

Son dönemde izlediğim en iyi belgesellerden biri. Zaten son dönemde izlediğim belgesellerin çoğu iyiydi. Bu arada 'son dönem' dediğime bakmayın. Belgeseli izleyeli bir sene oldu. Dünyanın çok başka bir zamanında, Corona öncesinde Salt'ın Perşembe sineması kuşağında izlemek nasip olmuştu.

Yönetmen koltuğunda Ukraynalı Sergey Loznitsa yer alıyor. Tebrikler kendisine... Önce onun hakkını verelim.

Olay ise bize çok yabancı değil. Darbeler, protestolar, medya sansürü... 1990'ların başında SSCB artık yumuşama dönemine girmiştir. Ülkenin başında ise Gorbaçov vardır. Fakat Gorbaçov'un politikaları derin devleti ve gelenekselcileri rahatsız eder. Bir gece ansızın gelirler ve yönetime el koyarlar. Bu arada Gorbaçov ev hapsine alınır. Ondan haber almak mümkün değildir. Zaten herhangi bir haber almak da imkansızlaşır. Televizyonda ise devamlı Kuğu Gölü Balesi çalar.

Darbenin SSCB'yi değiştireceğini, daha doğrusu değiştirmeyip eskiye tutulmaya devam edeceğini düşünen kalabalıklar sokağa iner. Bir yandan da darbecilerin propogandaları yayılır. Her şey birbirine karışır. Üç gün boyunca Leningrad sokakların insanlar tarafını seçer. Sonunda da yeni bir ülke doğar. En azından henüz doğmasa bile ilk adımlar atılır ve o o ülkenin toplumu şekillenir.

Belgesel işte bu üç günü anlatıyor. Halkın sokağa çıkması, darbeyi bitirmesi. Arka fonda devamlı Kuğu Gölü Balesi...  Arşiv taramasından elde edilen görüntüler muazzam. Genç Yeltsin ve daha genç Putin'i bile görüyoruz.

Kitle hareketlerini izlemenin heyecanı anlatılamaz. Bir kalabalığa biraz uzaktan ve yukarıdan bakmak ve bunu gözlemlemek çok heyecan verici. Belgesellerin de bu tip bir misyonu var. Tarihe tanıklık edemeyenleri direkt tarihin içine atıyor. Belgeselde çok az söz-yorum olması, o gün yapılmış röportajlar dışında dışarıdan bir anlatıcının kullanılmaması da çok önemli. Yani yorum size kalıyor. Adeta bir gözlemci sıfatıyla koltuğa oturuyorsunuz.

Tabi yönetmenin çok da tarafsız bir şekilde durduğunu söyleyemeyiz. Fakat en azından düşüncelerini ve fikirlerini yansıtırken militanlığa da kaçmıyor. Bunu sanatıyla gerçekleştiriyor. Belgesel de nasıl sanat olur? Eldeki malzemenin kullanımı ile...

Belgeselin ismi İngilizce'ye 'Event' olarak çevrilmiş. Araştırmadım ama herhalde Rusçası da aynı anlama geliyordur. Bu da aslında güzel bir isim, filme oturmuş. 1990'ların başını anlatan 2015 yapımı bir belgesel için oldukça anlamlı. Aklıma birkaç sene önce Facebook'tan yayılan bir Event daveti gelmişti. Beş sene sonra (sanırım o süre de dolmak üzere) hep beraber Gezi Parkı'na (mekan anlamlı) gideceğiz ve eğleneceğiz. Hangi sosyal medya uzmanının fikriyse helal olsun. Millet sazan gibi atlamıştı. Binlerce kişi birbirine bu event davetini göndermişti. Belki bir sokak gösterisi değildi ama ülkedeki muhalif havadan esinlenerek hazırlandığı çok belliydi.

İşte; o eski günlerin sokak gösterileri şimdilerde event'e dönüşüyor. Yönetmen ismi bunu düşünerek mi koydu bilmiyorum ama bana göre çok iyi denk gelmiş.

Normalde bu tip sinema postlarında filmden bir kare kullanırdım. Fakat bu sefer fragmanı koymak daha sağlıklı olacak. Daha önce İstanbul Film Festivali'nde de gösterilmiş filmi internette bulmak zor olabilir ama 3 dakikalık bir görüntü bile ne anlattığını yakalamaya yardımcı olacaktır.

Güzel iş...

Pazar, Ekim 25

Tek Maçtan Yatan Kuponlar #7

Sıcağı sıcağına yatan kuponumuzu hemen paylaşalım. Paylaşalım ki, gençler ibret alsın, bahisçiler bazı gerçekleri aklından çıkarmasın.

Dersimizi en sona saklıyoruz, önce kuponumuzdan bahsedelim. Dört farklı ligden, dört tane maça sahip geniş coğrafyalı bir kupon. Aynı zamanda çok sayıda maça tanıklık edecek Cumartesi gününü yaklaşık 7 saat boyunca kilitleyecek kadar geniş zamanlı.

Önce Rusya'ya gittik. Dinamo Moskova, kendi sahasında Sochi ile oynayacaktı. Dinamo Moskova, son yıllarda hayal kırıklığı ile eş anlamlıydı. Kadrosu fena olmasa da yatırımının karşılığını alamayan, ligde bir türlü kendini yarışa sokamayan bir takım. Fakat bu sene biraz daha iyiler. Sanki çok büyük hatalar yapmayacaklar. Kendi sahalarında Sochi ile oynayacaklarını gördüğümde, ilk önce oranın düşük kalacağını düşündüm ama 1.80'e kadar çıktığını gördüm. Gerçi ben kuponu hazırlayana kadar oran 1.75'e düştü ama olsun; benim için yeterliydi. Dinamo Moskova'nın güçlü tarafı savunması. Bu haftaya kadar iç sahada sadece 1 gol yemişlerdi. O nedenle aklımdan "Sadece ev sahibi gol atar" seçeneği de geçti ama galibiyet oranı yeterli gelince fazlasını denemekten kaçındım. Doğru hareketti, korktuğumuz başımıza geldi. Dinamo Moskova ikinci golünü yedi ama diğer yandan maçın 3-1 kazanmasını bildi.

Rusya'nın küçük kardeşi Beyaz Rusya'nın ligi, 2020'de kuponlarımızın vazgeçilmezi oldu. Bilyoner.com üyelerine yaptığım yorumda Dinamo Minsk - Belshina maçı için KG Var'ı önermiştim. Çok yüksek bir oranı vardı. Ligin alt sıralarında yer alan Belshina son dönemde çok beğendiğim bir takım ama son bir ayda kupa maçları, milli maç arası ve Covid sıkıntıları nedeniyle sahaya çıkamadılar. O nedenle bu maçtan biraz çekindim, zira Belshina'nın en son durumunu bilmiyordum. Dinamo Minsk kendi sahasında gol bulurdu ama Belshina bunu başarabilir miydi?  20. dakikada golü attılar. 32'de de Dinamo Minsk cevap verince yarım saat içinde tahminimiz tuttu ve bize güvenenler kazandı.

Biz kazanamadık ama! Nedenini anlatmadan önce son maçımızdan da bahsedelim. Samsunspor, bu sezon 1.Lig'in en sağlam takımlarından biri. Süper Lig'e çıkarlar mı çıkamazlar mı bilemem ama kendi sahalarında kolay kolay maç kaybetmezler. Gerçi bir İstanbulspor yenilgisi yaşadılar ama bu sayı, sezon sonuna kadar çok fazla artmaz. Keçiörengücü de ligin iyi takımlarından ama Samsunspor'a 2.00'ye yakın bir oran verilince denemek istedim.

Ankara ekibinin en önemli özelliği sahaya iyi yayılması. Hem savunmada, hem de topu aldıklarında çok güzel dağılıyorlar ve alanı çok iyi paylaşıyorlar. Fakat alan her yerde aynı değil! Keçiörengücü, bu özelliğini iç saha maçlarını oynadıkları Aktepe Stadı'nda çok iyi kullanıyor. Tipik bir semt stadında yani. Fakat deplasmanda, özellikle yeni yapılan geniş sahalarda işler biraz zorlaşıyor. Geçen sezon Adana'da oynadıkları iki maçta, İzmir Atatürk'te, ligi sonuncu bitiren Eskişehirspor'un yeni stadında, Bursa'da kazanamadılar. Fakat Bornova'da ve Vefa'da kazandılar. Kısacası Samsun'da da işleri zordu. Zaten ligin en az gol yiyen takımı olarak geldikleri Samsun'dan 4 gol yiyerek döndüler.

Alt ligler zordur. Biz de bu güzel kuponda bir alt lig maçıyla yattık. Millwall - Barnsley maçı, normal şartlarda, hele yoğun hafta sonu programında oynayacağım bir maç değil. Zira çok takip ettiğim bir lig değil. Fakat bu sezon Digitürk'te çoğu ligden mahrum kaldığımız için Championship maçlarına daha çok zaman ayırmaya başladık. Arada özetlere de denk geliyorum. Millwall, fena top oynamıyor gibiydi. Altı maçta sadece bir kez yenilmişti. Diğer tarafta Barnsley, maç kazanamadı. Maç da Millwall'un sahasında olunca kupona ekledik. Sonuç; 1-1! İlginç olan; iki takımın da istatistikleri devam ediyor. Millwall halen tek yenilgide, Barnsley ise yine kazanamadı. Olan bize oldu...

Aslında bu maçı kupona en son soktum. Dördüncü maçı çok aradım ama çoğu maça güvenemedim. Bayburt Özel İdare - Elazığspor maçı ile bu karşılaşma arasında gittim geldim. Hatta Bayburt Özel İdare'nin oranı da beklediğimden yüksekti. Fakat saat 14.00'te oynanacak bir maçtan yatıp yeni bir kupon yatmak istemedim. Onun yerine bir 17.00 maçı koyarak heyecanın uzamasını istedim. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı ve heyecan daha kısa sürdü. Üstelik 11 misli verecek kupona da yazık oldu...

Peki bu kupondan çıkaracağımız dersler ne?

1) Hakim olmadığınız lige oynamayın. 

2) Maçların saatlerini dikkate almayın.





Tek maçtan yatan kuponlar #6

Cuma, Ekim 2

The Seagull


Anton Çehov'un meşhur oyununun sinema uyarlaması. Meşhur oyun diyorum ama ben oyunun ismi ve yazarı dışında bir bilgiye sahip değilim. En azından bu filmi izleyene kadar değildim. O nedenle sağlıklı bir değerlendirme yapamamış olabilirim ama yine de önümüzde izlediğimiz bir ürün var.

Oyuna ne kadar sadık kalındığı, yazarın anlatmak istediğinin ne kadar yansıtabildiği ayrı konular. Fakat sonuçta biz 90 dakikalık bir film izledik. Üstelik iyi bir oyundan esinlenmiş, yanı kaynağı güçlü bir yerden çıkan bir film. O yüzden kurgu ve öykü kısımlarını es geçeceğiz. Fakat repliklere, diyaloglara, kurulan cümlelere bir saygı duruşunda bulunmamız gerek. İzlerken heyecanımızı dinç tutan bunlardı. İlgi çekiciydi. Oyunun metnini okuma hevesini yukarılara çekti.

Fakat sinema açısından iyi bir film olduğunu söylemek zor. Bir Rus oyunu var. Özneler Rus. Borisler, Mashalar, Irinalar geçiyor önümüzden. Fakat izlediğimiz tam bir Britanya. Kültürler arasında sıkışıyoruz. Sanki Viktorya döneminde yaşayan burjuvaları izliyoruz. Teknik açıdan da gözümüzü açtıracak detaylar yok. Film fazla karanlık. Tabi filmleri sinema salonunda izlemek lazım ama yine de karanlık odalarda geçen bir film daha cazip hale getirilebilirdi.

Oyuncularımız fena değil. Kellerin gururu Corey Stoll, 2011 yapımı Midnight In Paris'te beni hem üzmüş hem şaşırtmıştı. Bu sefer artık üzmüyor. Oyunculuğu da yeterli düzeyde. Filmin güçlü isimlerinden. Annette Bening yaşlanıyor ama yaşlanırken ustalaşıyor. Öyle bir rol kabiliyeti ki; bu işi kolay gösteriyor. Fakat filmin en başarılı ismi Elisabeth Moss. Çok az filmini izledim ama birbirinden farklı her rolde de çok iyiydi. Filmin zayıf karnı ise Saoirse Ronan. Bu kız, ilk çıktığında çok başarılıydı. Fakat erken şöhret, tökezletir. 25 yaşına gelene kadar üç tane Oscar adaylığı kazanması takdir edilesiydi ama bu filmde kötü bir enerjisi yaydı. Filmin konusu ve dönemi ile alakalı olarak hazırlanan makyajı, kıyafeti etkilemiştir ama giderek bir 'Gelinim Mutfakta' yarışmacısına dönüştüğünü söylemek lazım.

Yine de filmdeki oyuncuların büyük bir kısmı başarılıydı. Fakat film, eksikleri barındırıyor. İzlerken sıkılmak, filmin içine girememek çok mümkün. Ayrıca bazı kaynaklarda oyunun komedi öğeleri taşıdığını okudum. Bu filmde buna dair bir şey görmek de mümkün değildi. Belki Rus mizahı bu kadardır! Diğer yandan Martı'nın üçüncü kez sinemaya uyarlanması da oyunun ne kadar güçlü olduğunun kanıtı. Sayısız ülkede sahnelenmesi zaten şaşırtmıyor.

Çehov, Martı'yı 1896'da yazmış. 2018'da oyun sinemaya bir kez daha uyarlanıyor. 122 sene sonra... Ölümsüzlük böyle bir şey olsa gerek...

Pazar, Mayıs 28

The Double



İngiliz yönetmen, ABD'li erkek başrol oyuncusu, Avustralyalı kadın başrol oyuncusu, Rus edebiyatı... Dünya bir araya gelmiş ve bunu ortaya çıkarmış. Şahane bir film. Dostoyevski romanından (Dvoynik) uyarlama ama ne yazık ki benim okumadığım bir kitap. O nedenle filmle ilgili eksiklerimiz vardır. Belki, bu çok sevdiğimiz film, izlediğimizden çok daha iyisidir de farkında değilizdir. 

Biraz Brasil, biraz 1984, biraz Fight Club, biraz Submarine, biraz Aki Kaurismaki,.. 

Jesse Eisenberg muhteşem bir oyunculukla filmi taşıyor. Bu alışkanlığı hiç şaşmıyor, her defasında aynı etkiyi ortaya koyabiliyor. Mia Wasikowska da hem güzelliğiyle hem yeteneğiyle ekrana kitliyor.

Muhteşem sahneler var ama bir sahne var ki, tekrar tekrar izlememe neden oldu. Üç dakikadan kısa süren sahne hem üzdü hem güldürdü. Bu da aslında filmin başarısının özeti. Bize böyle filmler lazım. Hem derinliği olacak, hem de zıt duyguları göze sokmadan insanın içinden çıkaracak.

O sahne budur; belki de abartıyorumdur. Ama sadece bu sahneden oluşan bir film olsaydı; yine yüksek bir puan verirdim.

Başta Dostoyevski olmak üzere herkesin emeğine sağlık. Kitabı da en kısa zamanda okuyacağım. Gerçi ustanın en sevmediği eserlerinden biriymiş ama olsun.

Çarşamba, Temmuz 20

Babalar ve Oğullar



Yaklaşık 150 yıl önce yazılmış kitap. O topraklarda çok şey değişti. Devletler değişti, sonra bölündüler. Dünya tarihinde ayrı bir yere sahip oldular. Ve bütün o birikimin başlangıcına, oradaki toplumsal hareketliliğe tanık olmak isteyen, bu kitaba göz atmalı. Bu nedenle önemli. Yazarlık da biraz bunu gerektiriyor. Ivan Turgenyev de “O zamanlar yeni bir şeyin doğduğunu hissettim; yeni insanlar görüyordum ama nasıl hareket edeceklerini, onlardan ne bekleneceğini bilemiyordum. Ya susacak ya da ne biliyorsam yazacaktım. İkincisini seçtim." demiş.

Fakat diğer yandan da biz biraz uzaktan kalıyoruz. Yetersiz kaldığımız yerleri çok. Ama insan bir yerden de hayranlık duyamadan edemiyor. Adamlar sadece yan gelip yatmamış. Bir şeyler düşünmüşler. Birileri roman yazmış, birileri fikir akımı oluşturmuş. İyi kötü bir kültür yaratmışlar. Kültür her yerde vardır da üzerine bu kadar kafa patlamak takdirlik. O dönem baya eleştirilmiş. Benim de ilgimi çeken kısmı o oldu. Adamlar 1862 yılında; yazılan bir kitabı tartışmış. Beğenmeyeni çok ama beğeneni de var. Özellikle gençler arasında çok ilgi görmesi, romanın bir sonraki aşamada referans kaynağı haline gelmesine neden olmuş. 

Bu arada kitabın çok sevilen karakteri Bazarov'u ben hiç sevmedim. Yine de duruşunu bozmayan yapısına saygı duydum. Böyle bir zekaya öyle bir son da yakışmadı.

Güzel kitap, diğer Rus romanları gibi tıkanık da değil. Akıyor. Üç günde biter. Okumaktan çekinmeyin. 

Pazar, Haziran 12

Medeniyet ve İnsan



Tüm dünyanın buluşacağı kaç tane organizasyon olur ki? Bir de tüm dünyanın bir araya gelmesi iyi bir şey mi?

Her şey illa festival tadında olacak diye bir şey yok. Hele konu futbolsa. Futbol taraftarlığı; tutku ve coşkunun yanında şiddet ve kavgayı da getirir. Bu eğilimi engellemek kolay değil ama kavgaları engellemek mümkün olabilirdi.

''Ah bu adamlar ne yapıyor, futbol bu değil'' demek de inandırıcı ve caydırıcı bir söylem değil. İtiraf edelim, evimizde oturup videolardan kavgaları izlemek bizi sarıyor. Dün oynanan maçlardan daha ilgi çekiciydi hatta. Orada, kan konusunu duyan, tehlikenin dibinde olan, cafe'de oturan adamlar bile ilgiyle izlemiştir. Kavgalar güzel olabilir, eğer karışmazsan!

Zaten kavga edenleri de anlayabiliyorum. İyi fantazi! Gençlik, adrenalin, alkol, evden uzakta olmanın rahatlığı, arkadaşlarınla beraber olma güveni... İngilizlere Marsilya limanında kavga etmek her an yapabileceğin bir şey değil. Herkese denk gelmez. Viktor Hugo romanı gibi; bol tasviri olması gereken bir an. Veya Hırvatlarla Paris'te birbirine meşale atıyorsun. Tarihi bir olaya tanıklık etmek gibi bir durum esasında. Eğer dayak yemezsen ve pasaportunu düşürmezsen iyi anı!

Ama bu yazıda kavga övmeyeceğiz. Sadece için bir gerçeklik olduğunu bilmek lazım. Ve 24 Avrupa ülkesinin olduğu bir organizasyonda bu derece bir zaafiyet yaşanmasını eleştireceğiz. Güya turnuva Türkiye'de düzenlense, Ramazan ayı diye olay çıkacaktı. Fransa'da iki günde onlarca gözaltı, yaralılar... Ölüm haberi olduğu söyleniyor ama Fransız yetkililer yalanlıyor. Bir kısmına göre gizliyorlar. Türkiye'de bunlar yaşanır mıydı? Veya yaşansa tepkiler nasıl olurdu?

İngilizler ile Rusların karşı karşıya gelmesini anlıyorum. 2007'de bir husumetleri olmuştu. Ama zaten sadece futbolda değil, tarihsel olarak da bir karşıtlıkları var. En batıdaki krallık ve en doğudaki çarlık. İki uç. Hep bir güç algısı ile yetiştirilmiş çocuklar. Biraz milliyetçilik pompaladın mı; iki farklı da mezhep koydun mu, bir de futbol maçı ayarladın mı olay bitmiştir.

Bu turnuvaya 24 tane takım katıldı. Neredeyse Avrupa'nın yarısı. Neyse ki, Sırplar, Bulgarlar, Yunanlar gelmedi. Onlar da burada olsaydı baya şenlik olurdu!

Yine de stadyum dışında yaşanan her şeye anlam verebilirim. Polisin geç gelmesine bile! Dünya, insanlık, binlerce yıl boyunca ilerledi ve ama kendisinin vandal ve savaşçı özünü de kaybetmedi. Medeniyet de böyle oluştu. Kavga ederek! Acı ama gerçek. Marsilya sahilinde birileri birasını yudumlamak isterken diğerleri de kavga çıkarmak ister. Bu sadece futbolla açıklanacak bir olgu değil. Futbol sadece bu insanları bir araya getiriyor.

Marsilya'da meydanın savaş alanına döndüğü bir video vardı. İnsanlar birbirine girmiş, bira şişeleri havada uçuşuyor. Kanı akan, yumruğunu atan, kaçan, kovalanan. Ara sokaklara girenler, meydanlara çıkan. Tüm bunların olduğu yerde birkaç tane tabela var. Sanırım sinema salonu ile opera merkezini gösteriyor. İnsanlığın iki yönü için güzel bir çalışma. Bu olaylar devam ederse üstüne kitap bile yazılır. Sosyoloji için bulunmaz bir maden.



Öte yandan insan bir yandan da bunlar böyle kavga etsin de yeter ki IŞID gelmesin diyor. İşin asılı boyutu orada. "Siz birbirinizi yerken ben kendi şovumu, üstelik daha unutulmaz ve herkesin gözü önünde yapayım" da diyebilir.Belki de Fransa polisi IŞID olayına çok fazla yüklendiği için holigan tayfayı gözardı etmiştir. Umarım öyledir. Tersten okumak da mümkün. Bunlar holiganlarla baş edemiyorsa IŞID'ı nasıl durduracak?

Stadyum dışındaki, şehir meydanlarındaki olayları engellemek daha zor. Fakat dün stadyum içinde yaşananın özrü yok. İnsanlar ezilme tehlikesi yaşadı. 2016'da inanılmaz bir facianın kıyısından dönüldü. Şuradaki video olayın vahametini gözler önüne seriyor. Bunun üzerine de onlarca şey yazılabilir. 2016 yılında en modern stadyumlarda, Avrupa'nın göbeğinde, teknolojinin her şeyi anında paylaşma imkanı verdiği bir zamanda, güvenlik önlemleriyle örnek alınan Avrupa.

Yine de son iki günde yaşananlardan şunu anlıyoruz. Ruslar baya organize gelmiş. Zaten forumlara bakınca da görüyoruz. CSKA, Spartak ve Lokomotif tayfaları birleşerek gelmiş. İngilizlerin kemik holigan tayfası zaten böyle olaylarda ülke dışına çıkamıyor. Türkiye'den vize ve pahalı masraflar nedeniyle böyle katılım olmamıştır. Yunan'ı Sırp'ı yok. Meydan da Rus ve Polonyalılara kaldı. Eğer IŞID araya girmezse bu iş de böyle yarım kalmaz, devam eder.

Yalan yok hepimiz insanız ve medeniyete adapte olmakta zorlanıyoruz. Haliyle, futbol maçları bitince, aradaki boş saatleri bu kavgaları izleyerek geçirmek de rahatsız olduğumuz bir şey değil. Gerisini Fransa polisi düşünsün.

Salı, Şubat 23

Dünya Çok Büyük




Dünyanın tanımadığı bir ülkede dünyayı tanımaya çalışmak nasıl olurdu?

Tıks

Perşembe, Kasım 29

Galatasaray 76 - 52 L.Kuban




Açıkçası maça giderken çok büyük beklentim yok. Kuban'ı her türlü yenerdik, 25 sayıyı yakalayacağımıza ise ihtimal vermiyordum. Haliyle maç öncesi oluşan havanın aksine bir formalite maçı olacaktı. 

Bu hissiyatla gittim ve tamamen yanıldım. Beklentimin tuttuğu tek nokta, taraftar sayısı ve coşkusuydu. Salon tamamen dolu olmasa da, tamamen dolu olan maçlardan bile daha etkiliydi.

Takım da maça fırtına gibi başladı. Uzun süre rakibe sayı imkanı vermedik. Bir anlık gaz olmadığı maç sonunda iyice belli oldu. 54 sayıda tuttuk kupanın favorilerinden Kuban'ı. Savunmadaki direncin yanında hücumda da çok iyiydik. 24 sayı farkla biten maçın kırılma anlarından birinin Domercant'ın sakatlanması olması çok ilginç. Domercant maça iyi başlamıştı. O çıkınca tökezlemedik aslında, sonuçta maçı 24 sayı ile kazandık. Normal bir maç için üzerinde durulmayacak bir ayrıntı. Ama bu maçı tamamlasa belki farkı 30'a çekerdik. 

Takımın eleştirilecek herhangi bir tarafını bulamıyoruz. Bulmak ve hatta aramaya çalışmak bile ayıp. Belki ufak şanssızlıklar. Bazı fauller, basket-faul'e tamamlansa iş değişirdi. Veya Cenk o serbest atışı soksaydı.

Henüz grup aşamasında bu kadar heyecanlı maç oynamak güzeldi. Saçma sapan Caserta veya Panoinos ile oynayıp kupaya konsantre olamayabilirdik. Şimdi herkesin aklında bu kupa var, maç tarihleri soruluyor, diğer gruplardan gelecek takımların hesabı yapılıyor. Bu güzel bir şey. Bunu yaratan da koç Ataman'dır. Gerçi ona kalsa grubu birinci veya ikinci bitirmenın pek farkı yok. Bence ise birinci bitirmek büyük avantajdı. Yine de koçun konuşmalarından, hareketlerinden ve mesajlarından anlıyoruz ki, kim gelirse gelsin bizim için çok da önemli değil. Aslında böyle de olması lazım.

Bu arada koçun tavırları demişken, dün maç sonu sahaya girişi, Pashutin'in havada kalan elini es geçip hakeme gitmesi daha sonra tribüne dönüp Yılmaz Vural tarzı yumruk kaldırması müthişti.

Bir an kız takımının Taranto maçları aklıma geldi. Hele o farkı 27'ye çıkaran o basketten sonra salonun ayaklanması; bir an büyük bir iş yapacağımıza ihtimal vermiştik. Ama gerçekten de son topta hakemler çalması gerekeni çalmadı.

Sağlık olsun demekten başka bir şey yapamıyoruz. Gerçi sağlık konusu da sıkıntı. Domercant 6 ay yokmuş. Büyük kayıp, büyük şanssızlık. Domercant sakatlandığ an onu saha kenarına taşıyan Engin, ellerini kafasına koyarak üzüntüsünü belli eden Macvan, sahanın içine girip takıma moral vermeye çalışan Lakoviç, güzel bir takım kurulduğunun göstergesi. Bu takım iyi işler yapacak. 



Salı, Şubat 21

Real duvara çarptı




- Real 7 maçta sadece 2 gol yemişti, o da tek maçta Dinamo Zagreb'den.

- Deplasmanda olan Real'in futbolu Barcelona kadar zevk vermiyor. Al topu Ronaldo, koş Ronaldo.

- Deplasmanda ilk kez gol yediler zaten.

- Callejon tam Akdeniz topçusu.

- Benzema'nın Higuain'î kesmesi üzüntü verici. Ama Higuain de oyuna girince birşey yapamadı.

- CSKA'daki Musa'yı beğenmedim.

- Bembeyaz reklamsız forma.

- CSKA'da adı Pontus olan futbolcu var. Gitti gol attı. Adam viking ama İsveçli.

- Honda yaşıyormuş.

- Real bu sezon ilk defa CL'de maç kazanamadı.

- Mesut çıktı Albiol girdi, Callejon çıktı, savunmaya çok çekildi Real.

- Şampiyonlar Ligi maçını Emre Gönlüşen'den dinlemek de enteresan. Alışmışız Ugan'a, Şener'e.

- CSKA Moskova'yı sadece biz yeneriz (Oha alakasız)

- 19.00 maçları Şampiyonlar Ligi'ne yakışmıyor.