Pazar, Şubat 19

Yeraltından Notlar

 



Yeraltından Notlar'a ocak sonunda başladım. Hemen hızlıca okuyacağımı düşünmüştüm, zira ince bir kitaptı. Aslında fena da gitmiyordum. Sonuna doğru yaklaştığımda, eser hakkındaki fikirlerimi kafamda oluşturmuş; blog'a dökeceğim cümleleri belirliyordum artık.

Kitabı iki ayrı bölümde değerlendirmek gerekiyordu. İlki anlatıcının monolog şeklinde bizlere seslendiği o karanlık sayfalar. Hiç hoşuma gitmeyen bir bölümdü. Daha doğrusu beni sıkmıştı. Bunların nedenleri kafamdaydı. Yazacaktım buraya da ama hepsi bir süre sonra geçersiz ve anlamsız oldu.

İkinci bölümde ise anlatıcı bir hikayesinden bahsediyordu. O kısım benim için daha heyecan vericiydi. 

Derken 6 Şubat depremi oldu. Değil bir Dostoyevski kitabı okumanın, tek bir satıra göz atmanın ve o satırı anlamanın zorlaştığı zamandı. Yine de birkaç gün sonra romanı bitirdim. Zira ne olursa bazen sessizlik gerekiyordu. Rutinlere geri dönmeliydi.

Ara ara yeraltına sığınmak, bu dünyadan kopmak şart. Özellikle buralarda bu kaçış; çok daha büyük ve uzun sürmesi gereken bir elzem.

O günlerde romanın hoşuma gitmeyen ilk kısmına biraz daha hak vermeye başladım. Yine de öyle olamayacağımızı, öyle yaşamanın kendini kandırmaktan ibaret olduğunu düşünmeye devam ediyordum. 

Romanın son sayfalarında şu cümleler çıktı karşıma:

"Aslında istediğim nedir bilir misin? Hepinizin yerin dibini boylamanız, işte o kadar! Huzur, sükûnet istiyorum ben. Beni rahatsız etmesinler diye bütün dünyayı bir kapiğe satarım. Beni kıyamet kopmasıyla çaysız kalmam arasında seçim yapmak zorunda bıraksalar, dünya yıkılsa umurumda olmayacağını ama çayımdan vazgeçmeyeceğimi haykırırdım."

Güçsüz, çaresiz, yalnız olduğumuzu kabullenmişken, sıradan rolünü içselleştirmişken; bir yandan da devamlı kopan kıyametlerin sorumluluğunu almak zorunda kalmak bizi çok fazla yormaya ve yıpratmaya başlamadı mı? Bu ağır yükleri yüklenmek ne zaman bizim misyonumuz ve görevimiz oldu? Öyleyse kıyamet kopacağına çayımızdan vazgeçmeyeceğimiz bir 'kapalı' yaşama dönmeyi istemek çok mu namussuzca, alçakça ve bencilce?

Aslında 6 Şubat öncesinde kafamda oluşturduğum yazının son cümlesi hemen hemen şöyle olacaktı: "Kitabı okudum, artık Zeki Demirkubuz'un Yeraltı filmine hazırım"

Oysa şimdi son cümle değişti. Hatta yıllardır pelesenk olduğu için bir bakıma; "yine değişmedi":

"Bu ülkeye ve bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyorum"

Acı duymaya devam ediyoruz yine de ama en azından kabuk bağladık... Üzerimizdeki kabukları ve önümüzdeki yaraları aynı anda görünce,  bu da bize başka bir acı veriyor.

Hiç yorum yok: