17 Ağustos depreminde bir depremzede değildim. Fakat depremi hissettim. Yaşadım. Sallandım. Korktum. Ailemi ve arkadaşlarımı merak ettim. Gecelerce sokaklarda kaldık. O güne kadar sadece selamlaştığımız komşularımızla kader ortağı olduk. Arabalarda uyuduk. Sokakta tüplerin üzerinde yemekler yedik. Yeni Şafak'ın kalemi "yaz günüydü" desin ama üzerimize yorganlar örterek kaldırım taşlarında uyuduk. Çok değildi ama en azından 10 gün böyle bir hayat yaşadık.
Bugün 6 Şubat depreminin üzerinden 11 gün geçti. Hemen hemen aynı süre. 17 Ağustos'u İstanbul'da yaşayan bizlerin artık evlere girme dönemleriydi. Kocaeli ve Sakarya için daha farklı tabi. Kahramanmaraş, Hatay ve diğerleri için de... Kıyasımız onlarla olamaz.
Zaten normale dönmeye başladığımızın ilk sinyalleri Salı günü verildi. Muhabirlerin enkaz önü yayınlarından sonra Acun Ilıcalı, Hülya Avşar, Erkan Petekkaya, Mehmet Şef, Müge Dağıstanlı çıktılar önümüze. Hepsi oradaydı. Hayat normale dönecekti artık.
Bunda bir sıkıntı yok. Biz de benzer fikirdeyiz. Acılara rağmen yaşama devam etmeliyiz. O yüzden bu filmi çok sevmiştik.
Fakat o 10 gün içinde sıklıkla 17 Ağustos ile 6 Şubat'ı kıyasladım. Ve üzüldüğüm çok fazla konu oldu. Onlardan biri de ülkece tartıştığımız konulardı. Hayretle izledim çoğunu. Gerçekten yeri ve zamanı mıydı bazı şeylerin; hiç emin olamadım. Binlerce insanın öldüğü, daha fazlasının evsiz kaldığı, yönetenlerin yetersiz kaldığı, halkın çabasının dışında pek bir şey göremediğimiz, korktuğumuz, çaresiz kaldığımız, yalnız hissettiğimiz günlerde neleri konuşmak zorunda kaldık?
Bunlardan birincisi Netflix ve Starbucks boykotuydu. İnsanların yardım istemesini anlıyorum, bunu buyurganlıkla yapmalarını kabul etmiyorum ama hadi orasını da anlayalım; fakat bunun henüz dördüncü günde tartışılmasını bir türlü kabul edemeyeceğim.
Evlerin ve kamu binalarının yıkıldığı, yangınların söndürülemediği, devletin çoğu ilçeye, kasabaya, hatta bazı şehirlere ulaşamadığı bir afette; yaşananların en büyük sorumlusu, öfkenin adresi yardım yapmayan veya yardım yaptığını açıklamayan şirketler miydi? Onların böyle bir zorunluluğu mu vardı? Varsa da bu konu dördüncü güne mi aitti?
17 Ağustos'a geri dönüyorum. Sokaktayız. Komşularımızla bir aradayız, sohbet ediyoruz. Bir yandan korkuyor, bir yandan haberlere bakıp Kocaeli ve Sakarya'ya bakıyoruz. O esnada, yani o dördüncü günde aramızdan biri çıkıp şunu diyor: "Coca Cola ve McDonalds deprem bölgesine yardım yapmamış. Bunları boykot edelim"
Herhalde bunu diyene şöyle bir bakar, "Deli mi bu" der geçerdik. 2023'te ise böyle olmuyor. Delirmiş binlerce insan tarafından karşılık bulan bu söylem, "Deli mi bu" diyenleri duyarsızlıkla suçlayacak noktaya getiriyor.
Yine o günler. Beşiktaş Başkanı Ahmet Nur Çebi, fikstür ve puan hesabı yapıyor. Zaten kamuoyundan sert bir karşılık aldı, o nedenle uzun uzun yazmaya gerek yok. Zaten yaptığı hesap kökünden yanlıştı ama bunun zamanı orası mıydı? Üstelik o da tek başına değildi. Kendisine bir soru sorulmuştu. O soru, o günün sorusu muydu?
Oksijen gazetesinin edebiyat parçalayan dosyası da aynı şekilde. Ona da sert tepkiler oldu. Yazarların bir kısmı özürler diledi. Tekrara girmeyelim. Ama gerçekten fotoğrafların altında yazı döşeyecek kadar zaman geçmiş miydi? Türkiye'de bu tip ajitasyon dozlu içerikler her zaman iş gördü. Fakat ilk beş gün içine yapılabilir miydi? Kimin aklına geldi? Kim yaşananları anında normalleştirdi de bunu yazıya dökebildi?
Sanırım zaman algımız değişiyor. Zaman aynı şekilde akıyor ama ona yüklediğimiz hız değişiyor. Bazı anları çok çabuk tüketiyor ve o anların hakkını veremiyoruz. Acının da sevincin de yasın da içine giremiyoruz. Paramparça, dağınık bir ruh halinde kalıyoruz. Kendimizi ve duygularımızı tamlayamıyoruz. Böylece hiçbir şeyi hakkıyla anlamlandıramayıp sinirleniyoruz. Sağlıklı bir duygu değil bu...
Sosyal medya bunda etkili muhakkak. Fakat bence daha fazlası var. Birey olarak yaşadığımızdan değil; okuduğumuzdan gördüğümüzden; daha doğrusu birilerinin yönlendirdiği şeylerden etkileniyoruz. En kötü kısım ise toplumun sağlıklı kalmayı iyi kötü başarmış az sayıdaki insanın "Baba ne diyorsunuz siz" sorusunun gürültüde kaybolması... Bu soruyu duyan kimse silkelenmiyor, daha da sertleşiyor.
Aslında yazacak çok şey var. Yazacağız da. Böyle bir afet yaşanınca insan birkaç günü kenara çekilmek istiyor. Sadece 10 gün. Çok mu? Bence normal. Yüzyıllar boyunca yas günleri 7-40 arasında değişmiş; daha uzun yaşayan da olmuş. Ama bu anları sindirmek ve anlamlandırmak belki de kabullenmek için asgari bir süre gerekir.
Asgari derken; kime göre tabi! Çağımızda 10 gün; "uzun zamandır ortalarda yoktun" demeye yeter bir süre oldu. Oysa sadece kısa bir araydı.
Oksijen'in yaptığına düşmüş olmak istemem ama bu yazının üzerine bir fotoğraf konması da gerekiyordu. Aslında biraz bağlantılı oldu. Enkazlar var çevremizde, biz de ortasındayız. Ve o esnada bambaşka şeyler konuşuluyor. İnsan bazen durup, seslerin kesilmesini ve gerçek gündeme geçilmesini bekliyor. Umarım bundan sonrasında olur...
4 yorum:
netflix ya da starbucks'a tepki yardım gönderin değildi yalnız. en azından çoğunluk için bu değildi. 2-3 cümle bir geçmiş olsun mesajı bir taziye.. murat övüç'ten daha kayda değer bir durum en azından ha? komşuna baş sağlığı dilemek gibi. buna tenezzül etmediler. tepkiyi de sonuna kadar hak ettiler. ha ne oldu yine ağzına kadar dolu. böyle olacağı belliydi zaten. ha dolsun da ayrıca konu o değil. konu biraz saygı bir kuru geçmiş olsun. ölenler gökkuşağı renkli pijamalarla ölselerdi es geçmezdi netflix gerçi.
taziye mesajı da yardım da aynı kapı...
o anda kimin taziye mesajı attığını kimin atmadığını aramak çok başka bir ruh hali olsa gerek..
taziye mesajı atılınca veya atılmayınca da gerçeklik değişmiyor. Murat Övüç taziye mesajı atınca ne oldu ki? Depremzedenin haberi bile olmadı, haberi olanın acısı değişmedi. Sadece Batı'daki birkaç kişinin not defterindeki yeri değişti.
Üstelik bu mesajı arayan; mesajı gördüğünde bile yetinmez, bu sefer başka bir şeye takılırdı.
Öte yandan gündem olan kısım kesinlikle yardım kısmıydı. Bu Starbuck için de aynıydı Serenay Sarıkaya için de... Mesaj yayınlasa yetmez, bu sefer yardım çalışmasına katılması istenir. Onu yapsa, o yetmez, bu sefer para yardımı istenir. Onu yapsa o da yetmez; bu sefer herkesten çok yapması istenir...
Bir de son cümledeki vurgu var tabi. Devlet tarafından sistematik olarak "toplum düşmanı" olarak kodlanmış ve toplumun önüne atılmış bir şirketin; devletle koordineli bir yardım sistemine dahil olması da kolay kolay beklenemezdi.
taziye mesajı ve yardım aynı kapı değil.
mesaj aramıyorsun. sosyal medya çağı. birçok kişi ya da kuruluş görüyorsun, hatta istemesen de görüyorsun. bu da gözüne batıyor.
murat övüç taziye mesajı attı mı atmadı mı bilmiyorum. depremle bir alakası yok. ama murat övüç "netflikş" dedi diye ona bile kayıtsız kalamayıp sosyal medya hesabının adını "netflikş" yapan firma ZAHMET OLMAZSA bir geçmiş olsun acınızı paylaşıyoruz diyebilir. hani murat'ı bile gözden kaçırmıyor ya? depremi de kaçırmazsa sevinirim.
evet doğru. mesaj atsan bu kadar mı derler. metin yazsan beğenmezler. kamyon göndersen daha çok gönder derler. sallamak isteyen için sonu yoktur. yalnız talep bu değil, kayda değer kitle de bunlar değil. talep basit. bir adet geçmiş olsun mesajı.
toplum düşmanı olarak kodlanmış şirketten yardım talebi bekleyen yok. baş sağlığı dilemesi yeterli. devletle arası bozuk madem, ölenlerle de mi bozuk? ölenler arasında hiç mi abonesi yoktu? onların da mı hatrı yoktu?
yokmuş.
serenay ve çağatay gibiler hiçbir şey yapmadan sadece story rt ederek adres paylaşarak sürece dahil olabilirlerdi. milyonlarca takipçileri var. aleyna tilki'nin tırnağı bile değillermiş.
böyle bir felakette ölü taklidi yapanları normal görmek gerçekten çok enteresan. "ölenler öldü zaten, baş sağlığı ile eş dost akrabanın acısı mı hafifleyecek" mantığı güzelmiş. 100 yaşına kadar yaşatır.
Yorum Gönder