İki gün önce girdiğim yazıda Zire Darakhatan Zeyton'dan bahsetmiştim. Ve son cümleyi "hemen akabinde üçlemenin ikinci filmini açarız" şeklinde bitirmiştim.
Evet aynen öyle oldu. Tamam; belki hemen ardından açmadım ama Zire Darakhatan Zeyton'dan sonra izlediğim ilk film Zendegi Va Digar Hich'ti.
Hayatımın oldukça sıkıcı bir dönemindeydim. Büyük tabloda; pandeminin etkileri halen devam ediyordu. Tamam artık sokağa çıkabiliyorduk ama hayatımız artık alıştığımız gibi değildi. Toplumumuz, arkadaşlıklarımız, sosyal hayatımız aynı değildi. İş hayatımız ise karman çorman olmuştu. Ayrıca ekonomik kriz tüm ülkeyi kaplamıştı. Enflasyon artıyordu. Bir yandan da Rusya - Ukrayna savaşı ilerliyor ve bazı hayati korkular içimize işleniyordu.
Tüm bunların yanında (ki yukarıda saydıklarımız halen devam ediyor) öznel anlamda da içimi sıkan bir dönemdi. Aylardan nisandı ve ramazandı. Oruç tutmak güzel ama sosyal hayatım tamamen kilitlenmişti. İyice içime ve evime kapanmıştım. Üstelik hayatımdaki en güzel ve belki de tek güzel şey olan canım sevgilim, iş gezisi nedeniyle yurtdışındaydı. Yalnızdım, sıkılıyordum, korkuyordum, ümitsizdim. Aslına bakarsanız; şu anda da bundan daha farklı durumda değilim. Fakat bir fark var. Birinde Zendegi Va Digar Hich'i henüz izlememiştim. Şu an izlemiş haldeyim...
İşte tam öyle bir dönemde Zendegi Va Digar Hich'i açtım. Biraz da tedirgindim. O kadar buhranın içindeyken, en büyük korkularımdan bir başkası olan deprem temasını işleyen bir filmi izlemek zararlı olabilirdi. Yine de Zire Darakhatan Zeyton'dan aldığım referans sayesinde Abbas Hoca'ya güvendik. Ve yanılmadık.
Film Köker Üçlemesi'nin ikinci filmi. Ana konumuz şöyle: Üçlemenin ilk filminin yönetmeni (yani Kiarastomi'yi canlandıran Fahrad Kheradmand), Köker depreminden sonra oğlu Puya ile beraber bölgeye gider ve o ilk filmde beraber çalıştığı çocuk oyuncuları bulmaya çalışır. O seyahat boyunca babanın olgunluğu ve tecrübesi ile küçük oğlanın meraklılığı bir harman haline gelir. Deprem bölgesindeki yaşamı; devam eden yaşamı, her şeye rağmen devam eden yaşamı gözlemlerler. Sık sık şaşırırlar. En çok da o olgun, tecrübeli yönetmen baba şaşırır belki de...
İran'ı vuran Köker depremi 21 Haziran 1990 gecesi gerçekleşir. 1990 Dünya Kupası'nın olduğu dönemde yani. O Dünya Kupası ve futbol, filmde de önemli bir yer tutar. İki depremzede çocuk; bölgenin yabancısı baba ve oğula depremi anlatırken, o gece maç izlediklerini anlatırlar. Ama hangi maç olduğu konusunda ters düşerler. Maçın İskoçya - Brezilya mı yoksa Arjantin-Brezilya mı olduğu konusunda çelişirler. (Doğrusu İskoçya - Brezilya'dır). Hatta yönetmen babanın "Bana o geceye dair daha çok şey anlat" sorusuna çocuklardan biri "İskoçya gol attı" cevabını verir. Ailelerinden ölüler vermiş evsiz kalmış çocukların bu ufak tartışması, hayatta çok da önemli bir yer tutmayan o olay üzerine konuşmaları şaşırtır.
Fakat hayat gibi Dünya Kupası da devam eder. Kahramanlarımız bölgede ilerlerken, köylülerin akşam için bir hazırlık içinde olduğunu fark ederler. Bu hazırlık akşam oynanacak Dünya Kupası maçı içindir. Deprem 3-4 gün önce olmuş, binlerce insan ölmüştür ama Dünya Kupası devam etmektedir. O esnada tanıştıkları genç bir köylü (kendisi televizyon yayını için anten kurar) onlara şöyle der; "Ben de yastayım. Küçük kardeşimi ve üç yeğenimi kaybettim. Ama ne yapabiliriz? Dünya Kupası dört yılda bir oluyor"
Zaten bu diyalogun devamında filmin ismi geçer ve kahramanımız "Hayat devam ediyor" der... Bu amatör oyuncunun; aynı anda yüzünde hem acıyı hem de umudu barındırması inanılmazdır. Bir yönetmen başarısıdır. Bu adam benim için bir semboldür. Dokunsan ağlayacak gibidir ama aynı zamanda akşamki Dünya Kupası için anten kurmaktadır.
Üçlemenin üçüncü filmini oluşturacak balkon sahnesinde de benzer bir durum vardır. Yönetmen ile tanışan Hüseyin, ona depremden hemen sonra düğün yaptığını anlatır. Üstelik deprem gecesi 65 akrabasını kaybetmiştir. Hayatta kalanlar genç çifte yas tutmalarını söyler ama yas tutma süresini belirleyemezler. Kimisi üç gün der, kimisi bir sene... Bu kararsızlık üzerine Hüseyin hemen evlenir ve eşiyle üç gün çadırda kalır. Evlenmiştir ve depremzededir. Hayat devam etmektedir...
Aslında filmdeki tüm karakterler, tüm köylüler böyledir. Dağların arasında yemyeşil bir coğrafyada devamlı gündelik işlerle uğraşırlar. Yemek yaparlar, halı yıkarlar, hayvanları beslerler. Hepsi yastadır ama bir yandan da hayat gerçekten de devam eder. Hüseyin de zaten konuşmasını şöyle bitirir: "Evimizi kurmakta acele etmeliydik. Ölmeyen birisi bunu kabul etmelidir. Yaşamaya devam etmeli ve ailemizi büyütmeliyiz. Belki de başka bir depremde biz öleceğiz."
Tam da bu sözlerin ardından çok hoş bir müzik çıkar. O notalar ve eşsiz doğa görüntüleri filmin başrolüdür adeta. Kiarostami acıya değil, doğaya odaklanır. O sayede umut aşılar. İnsan bazen durur, durmak zorunda kalır, gücü tükenir ama doğa durmaz. Ve doğanın durmaması, tabiatın varlığı, hayatın devam ettiğinin en büyük kanıtıdır. O kanıt, insanın en büyük motivasyon kaynağıdır. O kanıtı en parlak haliyle gözlerimizin önüne serer yönetmenimiz. Bir yandan depremzedeler için hüzünleniriz, bir yandan doğanın karşısında büyüleniriz, bir yandan da o depremzedelerin hayata tutunma inadına aşık oluruz.
Abbas Hoca'nın Bulutsuzluk Özlemi'nden haberi var mıydı bilmiyorum ama bu üçlemeyi çekerken (en azından son ikisini) kafasında bir yerlerde "Hiçbir kere hayat bayram olmadı/Ya da her nefes alışımız bayramdı/Bir umuttu yaşatan insanı/Aldım elime kameramı" cümleleri geçtiğine eminim.
Belki de Batı kültürüne ve realizmine çok fazla sadık kalanlar bu anlatıdan hoşlanmayacaktır. Bu kadar acının olduğu dünyada umutlanmayı gerektirecek bir şey olmadığını düşünecekler. Bu tartışmada kimin haklı olduğunu belirlemek zor. Fakat benim tarafım biraz daha Doğu'nun kaderciliğinden ve sebatkarlığından yana. İçimize işlenmiş az biraz, kırıntı kadar bir benzeri ile karşılaşınca canlanıveriyor içimiz. Bu hayatta, bu sınırlı ömürde sağlıklı kalabilmek için bu azme ihtiyaç var. Aksi halde işimiz çok daha zorlaşır.
Filmi izlerken gözlerim nemlendi. Ama ağlamadım. Zira yönetmen o sınırı çok iyi belirlemiş. Onun amacı bizi ağlatmak değildi. Gözler nemlenirken bir yandan da yüzümde tebessüm oluşuyor, içim de mücadele aşkıyla doluyordu. Tıpkı anten kuran genç adam gibi. Tüm duygular bir aradaydı. Hayatın her unsuru iç içe. Biri diğerinden fazla değil. Optimizm yok, pesimizm yok. Acıyı gösteren, acıyı anlatan, yas bölgesine giden bir filmi izlerken böylesine huzur bulabilmek... Bu çelişkileri bir arada harmanlayabilmek... Müthiş iş.
Filmi izlememin üzerinden dört ay geçti. Kısa süre zarfında hayatımda önemli değişiklikler oldu diyebilirim. Fakat dört ay önceki ruh halim üç aşağı beş yukarı halen içimde aynı duruyor. Üniversite yıllarından daha güçlü bir gelecek kaygısı zihnimde çalkalanıyor. Üstelik artık geleceğin de çok kısa olduğunun farkındaydım. Belki de bu yüzden son dört ay içinde, oluk oluk ağladığım anlar oldu ki, 20-25 senedir yaşamadığım bir durumdu bu. Fakat her defasında aklıma bu film geldi. Oradaki karakterler, o hayata tutunma mücadelesi, belki de hayat aşkı... Beni ayağa kaldıran, en azından tamamen düşmemi engelleyen değnekler. Onlardan biri yanı başımdaki bir insan, diğeri tesadüfen izlediğim bir film...
"Bir film izledim hayatım değişti" diyemem. Ama bu film bana büyük bir ilaç oldu. En azından şimdilik son kullanma tarihi geçmemiş bir ilaç...
Ruhi Bey'in dediği gibi; "Hayatta kalmayı başarmak da bir sanattır."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder