Salı, Eylül 6

Zire Darakhatan Zeyton

 

Köker Üçlemesi'nin son filmi. Benim de üçlemeden izlediğim ilk film. Keşke izlemeden önce bir üçleme olduğunu bilseydim ve filmleri sırasıyla izleseydim. İzlerken bazı sıkıntılarım oldu. Zire Darakhatan Zeyton üçlemenin diğer iki filmi ile alakalı. Hatta baya iç içe... Şöyle ki; yönetmenimiz Abbas Kiyarüstemi önce ilk filmi çekiyor. Sonra ikinci filmdeki senaryoda, ilk film ile alakalı bir senaryo yaratıyor. Üçüncü ve son filmde de ikinci filmin çekimleri esnasında yaşanan bir olaya odaklanıyor. Film içinde film, hikaye içinde hikaye...

Mesela uzun bir balkon sahnesi var Zire Darakhatan Zeyton'un. Orada, ikinci filmdeki bir sahnenin çekimine odaklanıyor. Bildiğimiz kamera arkası işte... Zaten Zire Darakhatan Zeyton'un konusunu da, ikinci filmin çekimi esnasında yaşananlar ve ekibin orada gördükleri oluşturuyor.

Çok uzattığımın farkındayım. Çok da karıştırmış olabilirim. Fakat bu da Kiyarüstemi'nin farkı. Kurgu ile gerçek, sanat ile hayat her zaman olduğu gibi yine iç içe.. Ve biz anlatırken bile karıştırırken, adam bunu oldukça basit ve insanın içine işleyecek şekilde aktarabiliyor. Muazzam bir yetenek. Aynı zamanda bizim aradığımız duyguları taşıyor bize. Tam bir Doğu bakışı aslında. Batı'nın realist pesimistliğinden uzakta, hep bir umut kırıntısı cebinde....

Yönetmen, eleştirmenler tarafında literatüre Köker üçlemesi olarak sokulan filmlere üçleme dememiş. Fakat üçü de Köker'de (İran'ın kuzeyinde bir köy) geçiyor. Üç ayrı dönemde uğruyor ekip buraya. 1987, 1992 ve 1994. 1990'da da İran'da büyük bir yıkıma sebep olan deprem gerçekleşiyor. Belki de o deprem sayesinde, yönetmenin kafasında olmayan 1992 ve 1994 ziyaretleri hayata geçiyor ve o yüzden planda olmadığı için buna üçleme demekten kaçınıyor.

Zire Darakhatan Zeyton'un merkezinde karşılıksız ve saf bir aşk hikayesi var. Arka planda ise o depremin yarattığı yıkımlar. Kiyarüstemi bu anlamda yine zıtlıktan besleniyor. Ölüm ve yaşamı önümüze getiriyor. Ölümü getiriyor ama herhangi bir ölüm sahnesi olmadan. Ölümün varlığını hissettiriyor ama ajitasyon yapmıyor. Aynı zamanda devam hayatın kendisini sunuyor. Onun nasıl devam ettiğini bize naif aşık Hüseyin aracılığıyla anlatıyor.

Her şey bir yana, en sonda harika bir final sahnesi gelir. Replik yoktur. Bir aristokrat İngiliz balosunda çalacak tonda bir şarkı eşliğinde, İran'ın ücra bir köyüne ve iki saf köylüsüne tepeden bakarız. Filmin sonudur artık ve bir cevap ararız. Biz ve Hüseyin, taş gibi katı Tahereh'in peşinden koşarız... Cevap gelir mi bilemeyiz, yönetmen işi bize bırakır. Fakat zaten cevap önemli değildir artık. Film bitmiştir. İçimiz kıpır kıpırdır. 

Ölümün, yıkımın, karşılıksız aşkın, fakirliğin olduğu bir yerde müzik çalmaya ve zeytin ağaçları büyümeye devam eder. Hüseyin gibi sebatkarların mutlu olmasını diler, belki de onlara özeniriz.

Ve hemen akabinde üçlemenin ikinci filmini açarız...


Hiç yorum yok: