Arabanın içindeki gözükmüyor; ama biz biliyoruz. Didier Drogba!
Ülkesinde futbol federasyonunun başkanlığına aday olmaya giderken tüm mahalle onu karşılıyor, seviyor, tezahürat ediyor.
Yine de sonucu sevgi belirlemeyecek. Zaten bu insanların oy hakkı da yok. Bakalım delegeler ne karar verecek. Fakat çıkacak her sonuca rağmen Drogba'nın ülkesinde zaten 'başkan' olduğu belli... Daha önce de görmüştük...
Uzun süredir buraya yazmıyorum. Tam da şampiyon olmuşken bir şey yazarken hepinizin beklediği şampiyonlukla ilgili bir şeyler olabilirdi. Ama sezon boyunca bir maça bile gitmediğim sezona dair ne yazabilrim emin değilim. Hamza hocam için sevindim, o ayrı konu.
Blogdaki boşluğu doldurmak için tam bu anda Drogba'yı seçmek de pek doğru tercih olmayabilir. Ama yine de olsun; ilginç bir durum var çünkü ortada... Geçen sezonu falan düşününce, çok çok ilginç bir durum hatta....
Drogba, Chelsea kariyerini bir kez daha sonlandırdı. Bu sefer kesin. Bu sefer daha duygusal. Şu sahneler oldukça güzel ve aslında olağan. Rakip oyuncu tebrik ediyor, arkadaşları omuzlarına alıyor, taraftarlar alkışlıyor, Legend Drogba pankartı yine orada, mavi forma Drogba'nın üzerinde... Her şey olması gerektiği gibi. Sanki, kariyerinin son 10 küsür yılını Londra'da geçiren Drogba sahneden ayrılıyor. Ama tam olarak öyle değil, tarihi yaşayanlar bilir; Drogba 1.5 sene burada top oynadı.
Dünya futbolunun gördüğü en büyük efsanelerden biri gözümüzün önündeydi. Gerçekten de Drogba - Galatasaray ilişkisi çok garip bir hâl aldı. Hagi, Sneijder, Mondragon, Ilie, Prekazi... Akla kim gelirse; hepsinden farklıydı. Daha iyi veya kötü demiyorum. Daha farklıydı. ''Başkan bize Drogba'yı al' tezahüratıyla başladı, buraya kadar geldi. Muhteşem bir bağdı ve bir anda parçalandı; onu farklı kılan biraz da buydu. Her şey en uçlardaydı ve çok hızlı geçti.
Görüp görebileceğimiz en büyük karakterlerden biri, tüm benliğini Galatasaray forması için verirken, hemen hemen her derbide golünü atıp, Juventus savunmasının arasından kafaya yükselirken; bir anda koptu gitti. Önce ruhen gitti bedenen buradaydı, sonra 'sakatım' diyerek bedenen de gitti. O, Chelsea maçlarını oynadı, Legend Drogba pankartına frikiğini attı, biz şampiyonluğu verdik, bütün yaz 'tavukları pişirmişem' dinlemek zorunda kaldık.
Giderken, gittikten sonra, hatta son günlere kadar Drogba'ya kırgındım. Ulan o değilde Drogba'ya da kırgın olabilmenin de ayrı bir keyfi var. Herkese nasip olmuyordur. Drogba'ya o konuda ben de çok kırgınım....
Neyse; şimdi düşününce, şu sahneleri görünce Drogba'ya biraz da olsa hak verdim. Tabi bunda şampiyonluğun da payı var. Yine Fenerbahçe şampiyon olsaydı bu kadar kolay kurtulamayabilirdi! Adam, en çok mutlu olduğu yerde, en çok saygı gördüğü şekilde, en doğaçlama anla saygı ve sevgi görmek istedi belki de. "O an" için yaptı tercihini. Şimdi bakınca, biraz daha iyi anlıyorum.
Her şeye rağmen; bu adamı canlı izledik be kardeşim...
Oyundan alınırken formasını çıkaran Didier Drogba, o anda sarı kart görseydi belki de tartışmalar bu kadar uzun sürmeyecekti. Ya da şimdi tekrar düşündüm de; yine konuşulurdu.
Gündemi takip ediyorsanız, olayı biliyorsunuzdur. O yüzden anlatmaya gerek yok. Hemen düşüncemi yazıyorum. Birincisi, forma altı özgürlüğü artık serbest bırakılmalı. Futbolu yöneten sponsor firmaların dayatması yüzünden böyle saçmalıklar her zaman yaşanacak. Sürekli buna benzer olayları tartışacağız. O yüzden en kısa çözüm, ifade özgürlüğünün futbolcular için de serbest bırakılması. Gerçi FIFA ve diğer kurumlar bu tür fikir ve sesleri dikkate almadığı için, bizim için suya yazı yazmak gibi bir durum söz konusu.
O yüzden ikinci aşamaya geçelim. Bir kural var. Bunu değiştirmek mümkün değilse bu kuralla yaşamak ve bu kuralı adil bir şekilde uygulamak lazım. Haliyle ben kurallar gereği Drogba'nın (Eboue'nin değil) ceza almasına karşı çıkmayacağım.
Mandela dünyanın en iyi adamı olabilir. Onu anmak, ondan ilham aldığını söyleyen Drogba'nın en büyük hakkı. Ama bunun standartını tutturmak mümkün değil. Başka bir futbolcu benzer bir tişörtü başka figürler için hazırlayabilir mi? Bir yerde Usame Bin Ladin yazılmış, çok uç olmaya gerek yok Türkiye'den gidelim...
Deniz Gezmiş, Sedat Peker, Abdullah Çatlı, Erdal Eren, Salih Mirzabeyoğlu,
Bu isimlerden hangisine tişört basmak ceza gerektirmez? Bazı arkadaşlarıma sordum; "Deniz Gezmiş ve Erdal Eren için ceza gerekmez diğerleri için ceza gerekir" dediler. Somut bir neden yok. Hepsi hapis yattı, hepsi yasalar önünde suçlu bulundu. Önemli olan toplum vicdanı mı, yoksa sizin idolleriniz mi? Mandela tişörtüne yaptırım uygulanmasına karşı çıkanların çoğu aynı şeyi Salih Mirzabeyoğlu için dile getirmeyecektir. O nedenle bir standart uygulanması lazım. Bu da kökten yasak demektir. İster yeni doğan çocuğun olsun ister siyasi bir lider. Formanın içinde kim varsa cezasını görmek zorundasın. Tabi bunun cezası sadece sarı kart olmalı. PFDK'nın maç oynamama cezası vermesi büyük saçmalık olurdu.
Hassas konuların başınızı ağrıtmaması için tel bir seçenek var: Kuralların eşit olarak uygulanması... "Anayasayı bir kere delmekten bir şey olmaz" diyenleri izleyerek büyüyen bir toplumun tolerans isteğine de anlam vermiyor değiliz..
Yeri gelmişken "Yüce Atatürk" olayından da bahsetmek lazım. Benzer şeyleri düşünüyorumç Maçın gözlemcisi veya yetkilisi her kimse ondan izin alınması gerekiyor. Tişörtlerde yazanın pek bir önemi yok. İşin o kısmı teferruat. Yasalar, kurallar; teferruatlara takılmamız için konulmuştur. Verilecek veya verilmeyecek cezaları olaylar yaşandıktan sonra tartışacaksak zaten kural koymaya gerek yoktur.
Ote yandan bu iki olayda da beni en çok Suat Kılıç şaşırttı. İki sefer TFF'yı resmen taca attı. TFF ise bundan kendine pay çıkarıp biat ettiği yere hizmet etmeye devam etti. Yani aslında; ortada kural yok. Olay var, toplum tepkisi var, iktidarın mesajı var, ardından da uygulama var. Yani hiç bir şey yok...
Sene 2005, 2006... Fildişi'nde iç savaş vardır. Milli takım Dünya Kupası vizesi alır. Sudan'ı 5-0 yenerler. Soyunma odasında Drogba takımı toplar ve şu tarihi konuşmayı yapar:
Fildişi halkı. Kuzeyden güneye, doğudan batıya. Bugün bütün Fildişi halkına bir hedef için beraber yaşayabileceğimizi gösterdiğimiz için gururluyuz. Tek bir hedef: Dünya Kupası. Kutlamanın halkımızı tekrar bir araya getirmesini umuyoruz. Şimdi dizlerimizin üzerine çöküyoruz. Böylesine zengin bir ülke bu şekilde düşemez. Herkes silahını bıraksın. Seçim yapılsın. Her şey çok daha güzel olsun.
Silahlar bırakılır. Muhaliflerin şehrinde Bouake'de milli maç oynanır. Drogba, 2006'da kazandığı bir ödülle bu şehre gider. Tarafları birleştirir.
Fildişi Spor Bakanı Geoffrey Baillet:
Biz politikacılar en iyi üniversitelere gittik. İyi eğitimler aldık ama konu barışa gelince çuvalladık. Didier Drogba bilinmeyen bir yerden geldi. Şimdi o bizim dünyaca ünlü kahramanımız. O ülkesi için büyük bir iş yaptı.
Melo şükürler olsun, mart ayının ortasında takıma katıldı. En önemli maçta sahadaydı. Gerçek anlamdı. Drogba ise 40 yıllık Galatasaraylı gibi. İnanılmaz bir şey. İkisinin de ortak özelliği, her topa koşmaları, zıplamaları, atlamaları. Muhteşem oynadılar dememiz için gereken topla varyeteleri pek sunmadılar ama muhteşem mücadele ettiler.
Drogba'nın adı ilk olarak 2011 yazında anılmıştı. O günden bugüne kadar sürekli transfer gündemindeydi. O arada hem Chelsea ile Şampiyonlar Ligi'ni kazandı, hem de Çin'de futbol oynadı. Haliyle insanlar, onun hakkında özellikle son süreçte yeterli bilgiye sahip değildi. Transfer olduktan sonra; "acaba eskisi gibi mi", "acaba sakatlığı var, fiziksel olarak nasıl" gibi sorular herkesin aklındaydı.
Onun dışında bir de lisans problemi vardı. "Çin'den geldi mi", "izin aldı mı", "FIFA onayladı mı?"
Böyle büyük transferlerin gerçekleşmesi esnasında "illa bir sıkıntı olur" korkusu, zaten her taraftarın içinde yer alır.
Ama sonunda ne oldu? Akhisar maçında "oynayacak mı", "sakat mı", "yorgun mu", "ilk 11 mi", "Schalke mi"; derken adam oyuna girdi. 5 dakika sonra iki kişi arasından kafayı vurdu. O iki kişiden biri nerede olduğunu şaşırdı, diğeri yere düştü, top kalecinin uzanamayacağı yere gitti, kalecinin atlayışı gole renk kattı. Golden sonra korner bayrağına koştu, tam bir Premier Lig sevinci yaşadı. Zaten oyuna girerken bile ellerini havaya kaldırarak çok ilginç pozlar vermişti.
Biz bu gole; Mondragon'un Ümit Karan'a attığı gole verdiği tepkinin aynısını verirken adam bu sefer topu aldı orta sahadan, verkaça girdi, pasını verdi, golü attırdı. Skor bir anda değişti. Ona doğru sevinmeyen gelen Burak, ona çarparak neredeyse kendini sakatlıyordu.
Kısacası, adam son 2 senede oluşan bütün soru işaretlerini 5 dakikada ortadan kaldırdı. İster istemez akla Bursa deplasmanındaki Revivo geliyor ama şimdilik o kenarda kalsın. Cumartesi akşamı ve pazar akşamı oynanacak maçlarını izleyip, Schalke maçını bekleyelim.