Pazartesi, Temmuz 17

Müslüm


Ayvalık'tan Bodrum'a giderken Tolga Çevik'in orta düzey Sen Ben Her Şeyimsin filmine denk gelmiştim.

Aynı rotadaki dönüş yolculuğumda ise seçenekler arasında Müslüm vardı. Müslüm filmine ilk çıkış yılından itibaren (2018) oldukça mesafeliydim. Daha doğrusu; filmin yapımcısı Mustafa Uslu çıkardığı ürünlerle ve sonrasında dünyayı kurtarmış gibi davranmasıyla bizi bu tip hikayelerden soğutmayı  başarmıştı. O nedenle Müslüm'e doğal bir mesafe koymamız kolay oldu. Fakat her şeye rağmen bir otobüs yolculuğunda izlemek için hiç fena bir seçenek sayılmazdı.

Hatta filmin girişindeki isimleri okuyunca "Acaba haksızlık mı ettim?" diye kendime sormadan edemedim. Senaryo kısmında Hakan Günday'ın olduğunu beş yıldır bilmiyordum, bu bilgiyi filme başladıktan hemen sonra öğrendim. Bu da düşük beklentilerimi bir anda yukarıya çekti.

Fakat yine de karşımda iyi bir film bulamadım. Aslında benim yıllardır düşündüğüm kadar da kötü değildi. Ben tam bir ajitasyon ve drama bekliyordum. Popüler bir isme sırtını dayayarak üretilmiş, tiraj kaygılı bir 'reklam ürünü' çıksa şaşırmazdım. Aslında bu düşüncelerimiz belli noktalarda kendini gösteriyor. Fakat en azından oyunculuk, zaman zaman görüntü yönetmenliği ve tabi güçlü bir öykü bizi bir şekilde filmde tutuyor.

Yine de Müslüm Gürses gibi, uzun yıllara damga vurmuş, kitleleri harekete geçirmiş, bunun yanına da tam anlamıyla "tam filmlik" bir hayat hikayesi eklemiş bir karakterin biyografik filmi çok daha derinlikli olabilirdi. Hatta film genel olarak, standart bir sinema filmi kadar derin değil. Kompakt da değil.

Sinematografik kısımda pek sıkıntımız yok. Zaten çok iyi oyuncular var. Teknik anlamda da masraftan pek kaçılmamış. Filmin iki yönetmenli olması ise büyük sıkıntı. Hangi sahneler Ketche hangi sahneler Can Ülkay'a ait bilemedim. Buna rağmen filmin konusunda bir kopukluk var. Filme başlar başlamaz ve sonrasında iyi bir süre boyunca Müslüm Gürses'e farklı bir açıdan bakacağımızı zannediyoruz. Fakat sonrasında paket paket bilgiler doğru yanlış olduğu düşünülmeden önümüze atılıyor.

Oysa biz Müslüm Gürses'i biliyorduk. Bize bu bilgiler pek lazım değildi. Daha önemlisi, Müslüm Gürses'in külliyatında iddialı olmasak da onun bu ülkedeki etkisini biliyorduk. Ve onu farklı kılan da oydu.

Üstelik benim gibi çok büyük Müslüm Gürses hayranı olmayan birinin bile bildiği basit bilgiler, tarihsel gerçekliğinden kopartılmış. Filmi daha ilgi çekici hale getirmek için mi denenmiş bunlar? Oysa hikayenin özü zaten ilgi çekici olmaya yetiyor. Sanırım iki saatlik bir filme bilinen her detayı sıkıştırmak için çalakalem bir şeyler yazılmış. İster istemez burada oklar Hakan Günday'a dönüyor ama projenin arka planında olan biteni bilmediğimiz için günah almayalım.

Bir iki örnek verelim. Gürses'in Gülhane konseri dillere destandır, efsanedir. Başlı başına bir olaydır. Bir de jiletçi hayranları ile kurduğu ilişki ve devamında bıçaklandığı bir Bursa konseri vardır. Bu da Müslüm Gürses olgusunun en sert örneklerinden biridir. İki konser de farklı anlamlar ifade eder ve kendi sınırlarında yeterince güçlüdür. Oysa biz bu iki konserin birleştiğini görüyoruz filmde. Müslüm Gürses Gülhane konserinde bıçaklanıyor güya... Neden? Ya da Müslüm Gürses ile Burhan Bayar'ın tanışması çok eskilere, 15-16 yaşlarına dayanıyor. Burada ise çok daha sonrası. Üstelik Bayar filmin müzik yönetmeni. Öyleyse neden? Böyle olunca hikaye daha bir peri masalına mı dönüşüyor? Bir başarı hikayesi mi? Peki Müslüm Gürses'in yarattığı sihir bir başarı hikayesi olması mı? Tam tersi değil mi?

Bu tarz sahte dokunuşlar, beni biyografik filmlerden uzaklaştırıyor. Vasat sinema seyircisini aldatmak ve etkilemek kolay, onların parasını alıp gişe yapmak kolay, devamında her işi vasata hizmet edecek şekilde yapmak daha da kolay... Maalesef toplu bir kalite düşüklüğünü işte bu tip alışkanlıklar doğruyor. Kim daha fazlası için uğraşsın ki?

Üstelik bilinen her detayın anlatılmasından daha fazlasına ihtiyacımız var bu tip işlerde. Yani tıka basa dolu bir Gülhane konseri görmek istemiyoruz filmde; Halfeti'den çıkan, babası annesini öldüren, bir müddet şöhreti de yakalayamayan adamın o konser alanını nasıl doldurduğunu gösteren gelişmelere ihtiyacımız var. Sadece türkü söyleterek olmazdı bu! Türkü söyleyen yüzlerce sanatçı var zaten. Müslüm Akbaş'ın bir farkı olmalıydı. O fark ise filmde yoktu. Hatta zaten bir "müzik" filmi olarak baktığımızda bile Müslüm Gürses sadece türkü söylemezdi ya... Onu farklı kılan sesler de yoktu...

Müslüm Gürses'te dramatik bir hayat hikayesinden daha fazlası var. Film bize hiç çocuğu olmamış "Baba"nın hayat hikayesini anlatıyor ama onun nasıl "Müslüm Baba" mertebesine yükseldiğinden bahsetmiyor. Hatta adını Müslüm koyarak da kısa yola saptığını itiraf ediyor. Müslüm Akbaş'ı mı, Müslüm Gürses'i mi Müslüm Baba'yı mı anlatıyor? Hepsinden biraz, ortaya karışık. Kesişim kümeleri Müslüm işte...

Biz burada, onun İstanbul'un varoşların da varoşlarında nasıl sevildiğini, yoksul halkın değil yoksul halkın bile ittiği Müslümcülerin gönlünde nasıl taht kazandığını görmüyoruz. Sanki o şarkı söyledi, herkes sevdi, bir de sonsuz bir aşka sahip oldu... Filmin bize verdikleri bunlardan ibaret. Hatta Batılı tarzda şarkı söylediği 2000'ler bile çok kolay geçilmiş. 'Yüksek kesimin" Müslüm'ü sahiplenmesi o kadar kolay mıydı peki? Ya da onun evlatları, babalarının Harbiye'de caz söylemesini olgunlukla kabullenmiş miydi?

Cevapları biz biliyoruz. Hatta tek bir cevap bile veremiyoruz. Zira çok fazla cevabı var. Müslüm Gürses'i, diğerlerinden farklı kılan da buydu biraz. O Ferdi ve Orhan gibi zirvede değildi. Biraz kenardaydı. Kenarda olmasının da sebepleri vardı, çünkü çemberin dışını temsil ediyordu. Gülhane'de de öyleydi, Harbiye'de de... Fakat filmimiz bunlara girmemiş. Eh kabul edelim; zor konular... Sigara, alkol, uyuşturucu az, varoşlar yok, 1980 darbesi yok, 1980 sonrası yok, işçiler, yoksullar yok, İstanbul yok, kasetçiler yok, Orhan ve Ferdi de yok... E peki ne var o zaman? Geriye kalanlarla nasıl bir Müslüm Gürses atmosferi iddia edilebilir? Filmin başındaki ıssız Urfa ve kaotik Adana da olmasa yanmıştık...

Hakan Günday'ın varlığı bizi sırf bu yüzden rahatlatmıştı ama beklediğimiz katkı gelmedi.

Onlar Müslüm'ü anlatmış. Wikipedia'da okuyabildiğimiz Müslüm satırlarının görsele aktarılmış hali. Etkileyici bir hayat hikayesine, başarılı bir sinema uyarlaması. Fakat, ansiklopedik bilgilerden daha fazlası vardı Müslüm'de. Onu Müslüm Baba yapan bir şey olmalıydı. Arabeski herkes dinledi ama bir tek onun hayranları kendilerini jiletledi. Bunun bir nedeni olmalıydı. O nedenler filmde yoktu. 

Oyuncularımız gerçekten çok iyiydi. Timuçin Esen'e tek eleştirim Müslüm Gürses'in şarkı söylerken kendinden geçtiği halleri biraz fazla abartması ve aslında sanki Levent Kırca'nın Müslüm Gürses taklidine dönüşmesiydi.

Şahin Kendirci'yi yıllar önce filmin fragmanında gördüğümde onu Taner Ölmez sanmıştım. Ölmez olmadığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Oysa ikisi de filmdeymiş. Biri genç Müslüm'ü, diğeri de Müslüm'ün kardeşi Ahmet Akbaş'ı oynuyorlar. Başarılılar. Zerrin Tekindor sanki fazla kasmadan işin altından kalmasına yetmiş. Muhterem Nur bizim kuşağın gözünün öne pek çıkmadığı için, ona bir can vermek, kendinden bir şeyler katmak daha kolay olmuştur diye tahmin ediyorum. Bir de zaten onun karakterinden istenen 'paket' de çok basitti. İlginçtir en beğendiğim oyuncu, lümpen, milliyetçi Türk dizilerinin vasat oyuncusu Turgut Tunçalp oldu. Müslüm'ün babası rolünde bence filmin en iyisiydi.

Yine de oyuncularımız da ne yapabilir ki en fazla?

Eğer Şanlıurfa'nın ücra bir köyünde doğan, hatta bir ara ölen, sıfırın da altından gelen ve buna rağmen Türkiye'de kitleleri peşinden sürükleyen bir fenomenin ülkeye, popüler kültüre ve sosyolojik fay hatlarına yaptığı dokunuşları merak ediyorsanız; üzgünüm koca bir hayal kırıklığı sizi bekler... Hatta bu anı görmeye en çok yaklaştığımız Gülhane Konseri' sahnesinde bile, bir anda jiletlerle ortaya çıkan "Baba" fanları öyle bir karikatürize edilmiş ki, Kolay Para filmindeki Cevher (Özcan Deniz) hayranı Arıza'dan (Erkan Taşdöğen) farkı yoktu.

Tahminim;  Gürses'in Cihangir sokaklarına taşınması ile hayal kırıklığına uğrayan 'eski' kitlesi, bir kez daha hayal kırıklığına uğradı, hatta bu sefer onunla yeni tanışan (veya barışan) Cihangir bile bu hayal kırıklığına ortak oldu.

Bugünlerdeki vasat Türkiye'nin ekonomik anlamda hem aşağıdan hem yukarıdan kimliksiz kalmış yığınları için ise oldukça yeterli ve hatta spektaküler bir film belki de... 

Bir internet sitesinde bir yorum şöyle diyordu mesela; "Gerçek olaylardan aktarılmış başarılı bir film"

Yani, elde kalan sinema seyircisi için bir biyografinin gerçek olaylardan aktarılması onlara yetiyor. Bir de üstüne bu gerçek olaylar sahiden etkileyici olaylarsa; fazlasına gerek kalmıyor...

O nedenle de Müslüm filmi ve benzer şifrelerle çekilen ardılları uzun süre daha (beş sene oldu bile) konuşulmaya ve izlenmeye devam edecektir.



Cuma, Temmuz 7

Hayallerin Kaosundan Sert Real'e

Arda Güler'in damgasını vurduğu son bir ay her haliyle çok ilginçti. Aslında onun sahada olduğu önceki dönem de çok ilginçti. Sahada müthiş işler yapan olağanüstü bir yetenek vardı ve üstelik zaman zaman sahada da değildi'

Fakat yine de bizler, çoğu zaman sahada parlayan genç bir yıldız adayı görürüz ve onu tartışırız. Bu kısa alışığız. Fakat Real Madrid ile Barcelona'yı peşinden koşturan bir oyuncuyu her zaman görmüyoruz. Haliyle hem futbolsever olarak bizler, hem Fenerbahçe yönetimi, hem Fenerbahçe taraftarı hem de basınımız fena çuvalladı. Hatta bana kalırsa Arda Güler'in ekibi de peki sağlıklı iş yapamadı. 

İstanbul depremi gibi bir süreçti. Bağıra bağıra gelen bir yıldız vardı ama kimse onun ortaya çıkışına hazırlanmamıştı!

Çok uzun bir yazı olacak; bakalım sonu nereye varacak?

Aslında sonu kadar, nereden başlayacağımı da bilmiyorum. Fakat ilk olarak, yakın çevreme söylediğim bir cümleden bahsetmek istiyorum. Arda Güler, Galler'e enfes golü attığında Fenerbahçeli taraftarlar gururlanmış ve her yerde bu golü paylaşmıştı. Gayet doğaldı. Ertesi sezon takımı üzerine kurmayı düşündükleri yıldızları, onları bir kez daha mahcup etmemişti. Ben de o maça kadar Arda'nın 2023-24 sezonunda Fenerbahçe'de kalacağını düşünüyordum. Fakat golü gördükten sonra fikrim değişmişti. Fenerbahçeli arkadaşlarıma "Bu gole ileride çok üzüleceksiniz" demiştim.

Çünkü o gün dünya Arda Güler gerçeği ile tanıştı. Tanıştı kelimesi belki biraz anlamsız durabilir, zira scout'lar, hocalar, menajerler zaten onun farkındaydı. Fakat o gün daha fazla insanın gündemine Arda Güler girdi. 

Yurtdışındaki gazeteleri takip ettiğimde zaten ufak tefek Arda haberlerini görüyordum. Gol ise daha büyük haber oldu. Bu da doğaldı. Futbolun duraklamaya geçtiği Haziran ayında, sıkıcı milli maçların arasında, 'tık' aldıracak bir kaliteydi o an. Tüm Avrupa, çölde vaha bulmuş gibi o golü paylaşıyordu. İşte o gol sayesinde Avrupa'daki bir çok 'okuyucu' ve ' futbolsever' de Arda ile tanıştı. İşin şekli de ondan sonra değişti.

İşin bu noktasında birkaç tane paydaş var. Hepsi birbiriyle alakalı, bir o kadar da birbirinden bağımsız. Yazıyı karmaşık hale getirme riski de burada yatıyor. Fakat Arda, artık Real Madrid'e transfer olduğuna göre bir parçayı diğerlerinden ayırmak mümkün olabilir. Fenerbahçelilerin büyük hayalini; Arda ile bir sene daha beraber geçirme isteklerini...

Fenerbahçeli Arda

Tabi ki her taraftarın isteği, arzusu, hayali yetenekli futbolcuların kendi takımında oynamasıdır. Bazıları biraz daha gerçekçi yaklaşır. O tip oyuncuları yakalasa bile, onların uzun süre takımda kalamayacağını fark eder ama en azından süreyi uzatmanın düşünü kurar. Buraya kadar beklentilerin oluşması normal. Fakat bu beklentilerin çok kısa bir zamanda baskıya dönüşmesi (Arda bundan ne kadar etkilenmiştir ayrı konu) çok acımasızdı.

Arda, Fenerbahçe'de çok uzun süre oynamadı. Bahsettiğimiz süre 1.5 sezonun ta kendisi değil. Evet 1.5 sezon da uzun değildi ama esas olarak o 1.5 sezonu da doya doya yaşayamadı. Oysa kalitesi vardı. Önce İsmail Kartal onu "korumak" istedi, ardından Jorge Jesus görmezden geldi. İş artık koptuğunda, dakika doldurmak zorunda kalınan noktada Arda'yı sahada görmek başladık. Buna rağmen sezon sonunda, en çok süre alan 17. oyuncu olabildi. Ondan daha iyi 16 oyuncu varmış yani!  Burada suçlu Arda mıydı?

Galatasaray TV spikerinin bile yıllar önce canlı yayında övdüğü bir oyuncuyu Fenerbahçe camiası uzun zaman görmezden geldi. Değerini bulduğunda ise ona "takımın efsanesi" rolünü verdi. Üstelik efsane olmanın güzelliklerini yaşamadan, sadece sorumluluklarını yükleyerek.

"Bizi şampiyon yapıp öyle gitmelisin"

Son bir ayda Twitter'da  çok defa okuduğum cümlelerden biriydi. Fecaat bir bakış açısı aslında. Arda gibi bir oyuncunun, bu isteğe "önce bana şans verin de sonra sizi şampiyon yapayım" demesi isabet olurdu. Tabi ki kendisi böyle bir polemiğe girmedi. Onun yerine biz kullanalım o cümleleri. Fenerbahçe taraftarı bir hülya kurdu ve oyuncunun bu romantik isteğe kayıtsız kalmayacağını sandı. Esas hülya ise şuydu; Fenerbahçe'nin seneye şampiyonluk şansının düşük olmasının görmezden gelinmesi...

Tabi ki sezon içinde işler değişir, ligler uzun maratonlardır ve Fenerbahçe de her zaman zirveye oynar. Fakat şu anki kaotik ortamda Arda Güler'i Fenerbahçe'ye çekebilecek, ona şampiyonluk hayalini kurduracak ne var? Mesela, Arda sezonu Fenerbahçe ile benzer noktada bitiren Beşiktaş'ta oynasa daha farklı cümleler kurabilirdik. Arda da başka düşünceler geliştirebilirdi. Çok iyi bir ikinci yarı geçirmiş, iyi bir hoca ile altı ay çalışmış, biraz daha oturmuş bir takımın parçasına dönüşmüş olabilirdi. Ve o zaman kendi kendine, "Sezonun ikinci yarısı çok güzel geçti. Yanımda Gedson, önümde Cenk-Abuş... İyi kadro olduk. Alıştık da birbirimize. Derbiler kazandık. Şenol Hoca da bana değer veriyor. Tamam ya; bir sene daha beraber olalım." diyebilirdi. Peki Fenerbahçe ona benzer bir alan sağlıyor muydu?


Haziran ayının sonuna kadar hocası belli olmayan, en sonunda ise Arda'nın en rahat oynayabileceği sezonda (şampiyonluk yarışından kopulmuş, baskısız ortamda) ona forma vermeyen hocayı açıklayan bir kulüp, sahanın neresinde oynayacağı bile belli olmayan bir yıldız oyuncuya nasıl "Kal da şampiyon olalım" deme cüretini gösterebilir?

"Eda Erdem, Instagram'dan kal demiş" de falan filan... Pardon da Eda Erdem kim? Tabi ki büyük bir voleybolcu ve Fenerbahçe'nin kaptanıdır. Saygımız sonsuzdur. Fakat 17 yaşındaki Arda'nın kararlarında nasıl bir etkisi olabilir, nasıl bir gücü olabilir? Ferdi veya Altay gibi akranı sayılabileceği, hayata beraber baktıkları arkadaşları "Kal be abi" dese daha etkili olur da, büyük ihtimalle onlar da çıkışın yolunu arıyorlar zaten. 

Eda Erdem'in Instagram mesajından daha güçlü iletişimler de kuruyor üstelik bu çocuk. Mesela Luka Modric ve Carlo Ancelotti ile konuşuyor. Siz futbolcu olsanız hangisi sizi daha çok etkiler? Dünyanın en iyi futbolcularından biri mi, yoksa kulübünüzün voleybol şubesinin kaptanı mı? 

Daha acımasız ve gerçeklikten kopuk olan ise "voleybolcu sana böyle diyorken, sen nasıl kalmak istemezsin" bakışıydı...

Tüm bu saçmalığa tuz biber eken de Ali Koç oldu. Başkan, İsmail Kartal'ı açıkladığı son basın toplantısında Arda konusunu "Fenerbahçe'de kalmak istemedi" olarak yorumlamadı. Tam bir Türk melodramı, romantik soslu mağduriyeti. Hayır! Arda Fenerbahçe'de kalmak istemedi değil; Arda dünya devlerine gitmek istedi. Arda Fenerbahçe'de kalmak istemese; mesela Galatasaray'a, Olympiakos'a, Wisla Krakow'a gitmek isterdi. Neresi olursa olsun... "Ben bu iş yerinde kalmak istemiyorum" diyorsanız, her seçeneği düşünürsünüz. Fakat Arda Fenerbahçe'de kalıp kalmamayı düşünmedi. O Real Madrid ve Barcelona'dan gelen teklifleri gördü ve oralara gitmek istedi. Arda bu seviyede kalmak istemedi. O sıçrama yapmak istedi. Fenerbahçe (ve Süper Lig) ona aynı imkanı tanımayacaktı. 

Gidiyor ama nereye?

Şu an cevabını bildiğimiz soru son bir ayda çok seçenekliydi. Bu tip savaşları kazanan da genelde (eğer savaşın tarafıysa) Real Madrid olur. Gelenek değişmedi. Fakat açıkçası benim düşünceme göre bu tercih biraz soru işaretleri barındırıyor.

Zaten Real Madrid ve Barcelona, transfer sayfaların en önce düşen takımlardan değillerdi. Benfica, Ajax, Bayern, Sevilla ile Milan; adı daha önceden ve daha sık anılan takımlardı. Benim kafamdan geçen plan; geliştirmeye yatkın, Arda'yı oynatacak ve şampiyonluk baskısını yaşayacağı bir kulübe gidilmeseydi. Yani Benfica ve Ajax ilk adaylarımdı. Sevilla'da kafaya oynayamaz, Milan'da gelişemez, Bayern'de süre alamazdı. Zaten Benfica ve Ajax etiketini alınca da değeri otomatikman artacaktı. Belki bu iki takımdan birinde iki sezon geçirse, 100 milyonluk bir transfer yapması işten bile değildi.

Zaten diğer devlerinin ağzının sulanması da tam olarak buradan doğdu. 17.5 milyon, günümüzde devler için sakız parasından hallice. Arda'nın yeteneği tartışılmaz. Eksikleri de var ama 17.5 milyon o eksikleri görmezden gelmeye değecek kadar düşük bir miktar. Üstelik rakiplerinizin bu oyuncuyu kapma ihtimali de korkutucu.

Haliyle Real Madrid de yokladı. Tabi Barcelona da. İşin bundan sonrası biraz benim komplo teorilerim, biraz da satır aralarını okumamla alakalı. Sanırım Arda'nın ekibi, onu Real Madrid'e götürmeyi kafasına çok önceden (yani bir ay öncesinde) koymuştu. Fakat Real ilk başlarda çok hevesli değildi. İşte tam o anlarda Barcelona devreye girdi. Nasıl girdi bilmiyorum ama benim aklımda iki senaryo var. Düşük ihtimal şu; Barcelona ile ufak bir ittifak yapıldı Real Madrid'in daha çok para ödemesi için "devredeymiş" gibi davranılması sağlandı. Bu da Real'in elini çabuk ve bonkör tutmasına neden oldu.

Fakat vurguladığım gibi; düşük ihtimal. Zira Arda'nın menajeri aynı zamanda Courtois'nın da menajeri ve Real Madrid ile papaz olmak istemeyeceği gibi, Barcelona'yı da böyle bir iş için kullanması kolay olmazdı. Ayrıca Barcelona olarak böyle bir gündeme dahil olup, "Real Madrid'e topçu kaptırmanın" maliyeti, rakibinizin ödeyeceği ekstra ücretten daha büyük kayıp olabilir.

O zaman ikinci senaryom devreye giriyor. Arda'nın menajerinin İspanya bağlantıları, medyada çok fazla haber üretilmesini sağladı. Bu da Barcelona'nın bir yoklama çekmesine neden oldu. Fakat tüm o haberler esnasında Barcelona'nın Arda'yı transfer edemeyeceğini hepimizi biliyorduk. Zira kulüp değil bonservis ödediği oyuncuyu; bedavaya aldığı İlkay'ı bile listeye yazdıramama tehlikesini yaşıyor. Yani bu operasyonu bitirebilecek maddi gücü yoktu. Gerçi burada da yedek alternatif, Fenerbahçe'de bir sene kiralık oynama düşüncesi, devreye girebilirdi. Fakat bu da Arda ve ekibi için seçenek olmaktan çoktan çıkmış gibiydi.

Şurada konuyla ilgili bir teori daha var, meraklısına onu da bırakıp yola devam edelim.

Yani Real Madrid ve Arda'nın kaderi çoktan yazılmıştı. Ya da yazdırılmıştı. Peki bu iyi bir sonuç verir mi? Bekleyip göreceğiz.

Yine de bu yazdıklarımızdan "Arda, menajer şişirmesi" gibi bir anlam çıkmasın. Fakat onlar açısından başarılı bir operasyon olduğu da gerçek. Sonuçta Süper Lig'deki oyuncuyu, doğrudan Real'e götürmek, bitmiş bir kariyeri (menajeri için) yeniden canlandırabilir. Arda da; son dönemde Bellingham, Rodrygo, Endrick, Vinicius, Camavinga, Valverde gibi oyuncuları transfer eden ve gelecek 10 yıla damga vuracak bir takım yaratmaya çalışan Real Madrid'in politikasına daha çok uyuyor. Hatta Pedri ve Gavi gibi evlatlarına takım kuran Barcelona'dan daha çok uyuyor. 

Fakat yine de oyuncu için en doğru adres orası mı emin değilim. Tam da bu noktada Arda'nın eksiklerinden bahsetmek gerek. Aslında amaç onu eleştirmek değil. Fakat şu an Türk spor içeriklerini okuyunca - dinleyince, elimizde kusursuz bir futbolcu var gibi gözüküyor. Oysa Arda'nın bazı eksikleri Süper Lig'de bile ortaya çıktı. Temposu düşüktü, bazı büyük maçlarda söndü, fiziği de halen çok yetersiz. Bunlar büyük sorunlar değil elbet. Hallolmayacak işler de değil. Öylesine kusursuz bir tekniği bulmak her şeyden daha zor zaten. Tempo yüklenir, fizik gelişir, mental güç artar. Fakat insanın aklına şu soru geliyor. Bu çocuk, Real Madrid'de ilk etapta forma bulamazsa ülkede yaşanan hayal kırıklığı ve çocukta oluşacak üzüntü kolay tamir edilir mi?

Hele hele acımasız sosyal medya terörü kapıda beklerken. Arda'nın Real'de üst üste üç maç oynamaması onu Türkiye'nin internet platformlarında "yerli Messi"den "çöp"e taşımaya yetecek. Peki bu Arda'nın umrunda olur mu? Bilmiyoruz.

Tabi bir yandan bu tip eleştirileri, kötü günleri, zaman zaman çöküşleri görmesi de iyi bir eğitim süreci olabilir. Tam da bu noktada Türkiye'de kalmasının ne kadar kötü olacağını bir kez daha hatırlıyoruz. Hatırlayın Galatasaray ile oynadıkları son maçı. Dünya derbisinde, Fenerbahçe'nin en iyi oyuncusu olan Arda ıslıklandı, rakip stoper ona omuz attı, sert bir atmosferle tanıştı. Ertesi gün Fenerbahçeli taraftarlar, bunların ne kadar kötü olduğundan bahsediyordu. Oysa tam tersiydi. Camp Nou deplasmanına çıkınca da kimse ona iyi davranmayacak (Belki daha çok saygı duyulur o ayrı). Fakat dünyada kimse ona, kendini yere attığı maçtan sonra "Olur böyle şeyler" diyen Cenk Tosun ve Mert Günok abileri gibi davranmayacak.

Yani her türlü Arda'nın buradan çıkması iyi bir tercih. Devamını kestirmek ise çok zor. Tahmin yapmak imkansız. 18 yaşındaki bir çocuktan bahsediyoruz. Bu çocuk İspanya'da bir kıza aşık olabilir ve her şey ters gidebilir. Ya da tam zıttı; takım içinde çok iyi bir rol modeli bulur ve o rol modeli ona hayatı ve futbolu öğretir. Ya da fiziği gelişir, ya da gelişmez. Arda'nın üç sene sonra hangi pozisyonda ustalaşacağı bile belirsiz.

Zaten bizi heyecanlandıran kısım da burası. Bir karakter yola çıktı ve hep beraber onun yolunu izleyeceğiz. İyi de olabilir kötü de bitebilir. Fakat en azından buranın artık klişeleşmiş hikayelerinden biri daha çıkmayacak önümüze. Bütün sonlar, alıştıklarımızdan farklı olacak.

Perşembe, Temmuz 6

Sen Benim Her Şeyimsin

 


Film izlemeyi seviyorum. Zaten bu blog'da az biraz zaman geçiren herkes bunu fark etmiştir. Sinefil olduğumu iddia edemem ama diğer yandan hiç seçici olmadığımı da kabul edebilirim. Çok defa kötü filmler izledim. Bazen bilmeyerek denk geldim, bazen de zaman geçirmek için bile isteye...

Tolga Çevik'in 2016'da oynadığı ve sanırım şu ana kadar son filmi olarak gözüken Sen Benim Her Şeyimsin ikinci kategoriden. Ayvalık-Bodrum arası bir otobüs yolculuğunda ön koltukta otururken biraz Ege manzarasına biraz da filme baktım. Başka alternatifim yoktu, önümde uzun bir yol vardı ve hiç rahatsız olmadan izledim.

O şartlar altında zamanı değerlendirmenin iyi yollarından biriydi. Zaten kaliteli bir filmin de otobüs yolculuğuna denk gelmesini istemezdim. Şimdi mesela bir Ahlat Ağacı, Söke otogarına girerken izlenmezdi zaten.

Bu arada yerli sinemada bazı figürler benim için otobüslerle eşleşmiştir. Çakallarla Dans serisinin ilk iki filmin yolculuklarda izlemiştim mesela. Tolga Çevik'in bir diğer filmi Patron Mutlu Son İstiyor da otobüste karşıma gelmişti. Hatta ben buraya onun hakkında da bir yazı yazdığımı hatırlıyordum ama yazıyı bulamadım.

Neyse; Sen Benim Her Şeyimsin hakkında kurulacak cümleler az çok bunlardan ibaret. Zira yukarıda adı geçenlerin standartına bile yaklaşamıyor. Filmi izlemekten rahatsız olmadım ama başka zamanda çok sıkılırdım. Tolga Çevik o kadar güldürmüyor. Cengiz Bozkurt yandan bir omuz atıyor ama yetmiyor. Çevik'in kızı ve Cem Yılmaz'ın yeğeni Tuna Çevik'i de ilk kez izledik. Kendisinden Maradona'nın damadı Agüero performansı bekliyoruz ilerleyen senelerde ama henüz değil.

İzlerken tam bir "Kore filmi uyarlaması" tadı aldım. Zaten Meksika uyarlamasıymış. Uyarlama olması bizim izin önemli değil. Mesela benzer konulu Garip de Chaplin'den uyarlanmıştı ama hepimiz çok sevmiştik. Fakat Sen Benim Her Şeyimsin'i o kadar sevemedik...


Çarşamba, Temmuz 5

Kapat Siteyi Artık Be Adam



Hafta sonu gündemine bomba gibi düşen Twitter limit konusu ne oldu şimdi?

Gerçekten bilmiyorum. Çok da detaylara girmek istemedim. Önce görüntülenme kotası geldi denildi, ardından o kotanın arttığı söylendi. Şimdi de tamamen kalktığı konuşuluyor. Açıkçası çok da ilgilenmedim. Bayram tatilinde telefonu sadece Whatsapp ağırlıklı kullanınca tartışmalara da çok hakim değildim. Bayram dönüşünde de kota konusunda bir sorun yaşamadım. Fakat arkadaş sohbetlerinde sık konuşulan bir konu olmaya devam ediyor.

Ben bir problemle karşılaşmadım ama bir yandan da keşke karşılaşsaydım!

Zira Twitter, artık bizim 2009-2010'larda adım attığımız yer olmaktan çok uzaklaştı. Bir alışkanlık olarak kullanıyoruz ve ne yazık ki sevmesek de bu alışkanlıktan kurtulamıyoruz. Tabi artık kullanım ezberlerimiz değişti. O eskiden her haltı yazdığımız, herkesin tweet'ine salça olduğumuz, siteyi ahkam kesip had bildirmekten ziyade forum gibi kullanıp sohbet ettiğimiz, güldüğümüz, eğlendiğimiz günler çok uzaklarda kaldı. 

Artık daha çok kızıyoruz, daha çok kavga ediyoruz. Haliyle; gün içinde okunan daha az saçma cümle; iyi olabilir. Günün belli bir saatinden sonra sitenin hiç güncellenmemesi işimize yarayabilir. 

Fakat insan yine de hayret ediyor. Elon Musk gibi, yıllardır "dahi" olarak pazarlanan bu adam nasıl böyle saçma kararlar alıyor anlamıyorum. Twitter'ın daha kaliteli bir yer olacağını mı zannediyor? Kendisini forum admini olarak mı görüyor? Zira eskiden forumlarda böyle uygulamalar getirilirdi. Daha nitelikli yazılar için kısıtlamalar olurdu. Mesela, "aynen, tabi, katılıyorum renktaş" gibi kısa cümleler yasaklanırdı. Fakat Musk'ın düşüncesi böyle bir nitelik havuzu yaratmak olmasa gerek. Eğer öyle olsaydı; görüntüleme kotası değil, yazma kotası getirirdi.

Fakat tabi dolaylı yoldan biz o kotayı sağlayabiliriz. Yani artık bomboş tweet atanları takipten çıkarmak kolaylaşır.

Mesela bir dönem; arkadaşlarımızı takipten çıkaramazdık. Alınırlardı unfollow etmeye.... Sonradan mute özelliği gelince, insanları kandırmayı başardık. Fakat içimiz, vicdanımız bu yalanın parçası olmaya zor katlandı. "Kardeşim tabi takipteyim ya, yazıyorsun yine çok sert" diyerek selamlar verdik eşe dosta. Şimdi ise bu sayede takipten çıkarıp, "Kankam kota doluyor be, kusura bakma. Ulan Musk, yaptı yine yapacağını" diyerek sıvışabiliriz.

Bir avantaj daha; maruz kaldığımız AKP trollerinden kurtulmak da olabilir. Biliyorsunuz bu trollerin tweet'leri en çok muhalif cenah tarafından dolaşıma sokuluyor. Zaten tweet'lerin tonları da kendi taraflarından alkış almak üzerine şekillenmiyor, tam tersi "muhalifleri nasıl kızdırırım?" politikası üzerinden kuruyor boş beleş cümlelerini. Bizimkiler de hemen oltaya düşüyor. Otobüste cümle kursa, anında kulaklık takacak bizler de o tweet'leri devamlı paylaşıyoruz birbirimizle. "Bak bak, ne demiş gerizekalı" diye önümüze düşüyor o cümleler. Sanırım şimdi kota nedeniyle; günde 200 tweet atan bu boşçular da piyasadan, ya da en azından gözümüzün önünden silinir.

Bir de son yıllarda çok rahatsız olduğum bir kesim var. Uzun makalelerini Twitter'da zincir haline getirenler. 20, 30 tweet'lik zincirler... Oku oku bitmiyor. 2-3 dakika nefes almak için girdiğimiz yerde, Bilim Teknik yazısı yazdığını sananlar... Zaten onları pek okumuyordum ama en azından böyle bir kota sayesinde önümüze de düşmez diye tahmin ediyorum. 

Hocam bu kadar uzun uzun yazıyorsan; aç bir blog sayfası okut insanlara. İlla takipçi kasmakla uğraşma. Bak biz yazıyoruz, başımıza bir iş gelmedi. Hem bu sayede daha okunaklı, daha bütünlüklü bir yazı yazmış olursun, biz de boş vaktimizde seve seve senden istifade ederiz. Şimdi 600'lük kotanın yüzde 10'unu sana harcamayalım. Dünyayı kurtarmıyorsun zaten, sal bizi...

Tabi tüm bu düşünceler sanırım şimdilik rafa kalktı. Musk kararını güncellemiş. Fakat yeniden olmayacağının bir garantisi yok. Olursa da üzülecek değiliz.

Yine de anlamıyorum. 3-5 lira daha fazla kazanacağını zannederek; elindeki ürününün daha az tüketilmesini göze almak nasıl bir ticari anlayıştır? Bana biraz Türk esnafını hatırlatıyor.

Özellikle yazlık yerlerde hem turizmi baltalayan hem kendini yakan muhteşem esnafımız... Ne olur mesela? Cennet vatanımıza turistler gelir. Bu turistler para harcamaktan korkmaz. Bunu gören esnaf, ertesi yaz malını biraz daha pahalıya satar. Sonra bakar bu adamlar para veriyor, ertesi yaz biraz daha pahalıya satar. Sonra biraz daha... En sonunda turist şunu der: "Ulan ben zenginim de salak değilim! Neden sana daha fazla para vereyim? Gidiyorum Yunanistan'a, İspanya'ya, Hırvatistan'a..."

Sonra ana haber bülteninde, üzüntülü bir müzik eşliğinde "Esnaf kan ağlıyor" haberleri...

Pandemide de benzer bir durum olmuştu. Çin'de üretim yapmak imkansız hale gelince, Türkiye merkez olmuştu. Çin'de 1 liraya maliyet varken, Türkiye'nin 1.5-2 liralık maliyetleri daha cazip gelmişti Batı'ya. Zira Türkiye'de sıkıntı yoktu. Çin'de üretim yoktu, Türkiye'de daha maliyetli de olsa en azından ürerim vardı. Fakat bu mecburiyeti gören Türkler; "Ulan bu salaklar bize muhtaç oldu, hadi 3 lira 4 lira yapalım" dediler. Bir dönem öyle iş de yaptılar. Fakat Çin tekrar açılınca, hatta dünya komple rahatlayınca müşteri yine Çin'e ve başka yerlere geri döndü. Oysa "Ben işimi Çin'den daha iyi yapıyorum, fiyatım da o kadar uçuk değil. Gel benle devam et" politikası benimsenseydi, uzun vadede daha çok kâr edilirdi.

Nereden nereye atladık?! Boşuna değil, Musk'ın son dönemde özellikle Twitter üzerinde yaptığı işler bana bunu hatırlatıyor. Kendisi de zaten Şoray Uzun'a çok benziyor. Bir Türklük çıkabilir bunda...

Umarım bu sayede Twitter'ı da zarardan zarara sokar da kafamızı rahatlatır. O potansiyel var kendisinde.... 

Salı, Temmuz 4

Boşuna mı Okuduk

Hocalarımızın (Tanıl Bora, Aksu Bora, İlknur Üstün, Necmi Erdoğan) sözüne söz söylemek bize yakışmaz. Biz de eleştiride pek bulunmayacağız, böyle bir çalışmaya katkıda bulundukları için teşekkür edeceğiz öncelikle.

2011'de hazırladıkları çalışma, halen güncelliğini koruyor. Hatta son döneme damga vuran "orta sınıf bitiyor" tartışmasının şiddetini arttırdığı günlerde sorunun belki de kaynağına iniyoruz.

İşsizlik Türkiye'de her daim bir problemdi. Yani tek bir grubun diğerlerinden ayrılan işsizliği pek şaşırtıcı değildi. Ayrıca beyaz yaka da çok kısa sayılabilecek bir dönemde geniş bir taban bulmuştu kendine. Yani aslında Cumhuriyet tarihine uzun uzun baktığımızda "beyaz yaka işsizliği" problemi büyük bir yer kaplamayacaktır belki de. Fakat sorun giderek büyüyor.

Muhtemelen 2011'de de çok büyük bir problemdi ama sanki görmezden gelindi. Daha doğrusu bir şekilde Türkiye şartlarında, bunun da "hallolacağına" ve kendi akışını bulacağına inanıldı. Fakat bugünlerde bunun ideolojik bir politika olduğunu daha net anlıyoruz.

Aslında 2011'de de benzer sinyaller veriliyordu. Kitabın başlangıcı da buna dikkat çekiyor. "Gençler iş beğenmiyor" söyleminin nasıl ve ne amaçla sosyal hayata yerleştiğini daha net idrak ediyoruz. Ayrıca üniversite sayısının (dolayısıyla mezun sayısının) artması ile aslında iktidarın bir sorun üretmediğini, tam tersine kendi politikasına bir çözüm ürettiğini görüyoruz.

Belki de 2011 yılında biraz istisna, biraz marjinal görünen bir gruptu işsiz beyaz yakalılar. Ya da "burada" çok uzun kalmadıklarına inanılıyordu. Sanki aralarında bir nöbet değişimi vardı. Veya biz de o dönemlerde çok genç ve iş hayatında yeni olduğumuz için ve önümüzde uzun yıllar olduğunu düşündüğümüzden bir şekilde raya oturacağımıza inanıyor ve kendimizi o sınıfın kalıcı bir temsilcisi olarak görmüyorduk.

Zaten kalıcı olmadık da. Fakat zamanla o çembere sadece bir adım uzakta olduğumuzu fark ettik. Üstelik zaman acımasızdı, Türkiye ise zamandan daha da acımasızdı. O çembere düşenlerin ve çıkamayanların sayısı giderek artıyor. 

Haliyle kitapta görüşüne başvurulan kişilerin (10'u üniversite öğrencisi, toplam 57 kişi) söylediği ve bazı internet sitelerinde yer alan yorumlarda cümleler bize bir yakınlık hissettiriyor. Yine de hocalarımızın bu çembere düşenleri biraz küçümsediğini kabul etmem gerek. Bir ayrımcılığa uğramamış (başörtüsü, cinsel tercih, Kürt, yoksulluk vs) beyaz yakalı işsizlerin, bu durumu kabullenmeleri, çaresizliklerini kendi başlarına atlatmaya çalışmaları sol gelenekten gelen hocalarımızın biraz tadını kaçırmış gibi. Esasında haksız da değiller. Fakat yine de kişilerle alakalı bir durum olmadığını düşünüyorum. Bu konuyla paralel bir 'örgütlenme' yazısı da aklımda var.

Ayrıca Tanıl Bora'nın bir filmden bahsetmesi ve sonrasında filmle ilgili yorumları eleştirmesi beni çok korkuttu. Film George Clooney'nin oynadığı Up in the Air filmiydi. Ben izlemediğim için yorum yapamıyorum. Fakat yorum yapanlara çok sert giydirmiş Tanıl Bora. Burada sık sık film yorumu yapan beni de korkuttu bu durum. Acaba 2011'de yaptığım film analizlerine denk gelse ne derdi? İnşallah gelmez!

Yine de futbol camiasında yazılarıyla küçümsenen, oysa futbola eğildiği için müteşekkir olmamız gereken sosyal bilimci Tanıl Bora'ya saygımız büyük. Kalemi de akademi standartlarının üzerinde zaten. Son kitabı Demirel'i merak ediyoruz ama sayfa sayısından doğan ücreti şimdilik yedeğe itiyor onu.

Son tahlilde; aradan geçen 12 yıla rağmen "Boşuna mı Okuduk Türkiye'de Beyaz Yaka İşsizliği", kesinlikle okunması gereken bir çalışma olmaya devam ediyor. Boşuna okumazsınız.... 

Cuma, Haziran 23

Takımların Kralları # 2023

Geçen sezon benzerini yaptığımız içeriğin, benzerini bir kez daha listeleyelim. Bakalım bu sezon kendi takımlarında en golcü oyuncular kimler olmuş?

Galatasaray / Mauro Icardi: Zaten çok fazla konuşmaya gerek yok. Mauro Icardi, sezona damga vurdu. 22 gol, çok iyi bir rakam. Asıl ilginç olan, ona en yakın isimlerin 10 golü bile bulamaması. Kerem 9; Gomis 8'de kaldı. An itibariyle kağıt üzerinde; geçen sezon 83 golün 35'ine (yüzde 42) imza atan üç oyuncu (Icardi, Gomis, Milot) Galatasaray oyuncusu değil. 

Fenerbahçe / Enner Valencia: Enner Valencia gol kralı oldu ama bana pek tat vermedi. "Penaltı kralı", sanırım Fenerbahçe taraftarının görmek istediği esas santrfor tipi değildi. Yine de katkısı es geçilecek gibi değil. Onun attığı 29 golün, önümüzdeki sezona takıma dağıtılması gerekecek. Bu arada Batshuayı'nin 19 lig maçındaki 12 golü, bence çok daha iyi bir istatistik.

Beşiktaş / Cenk Tosun: Sezonun son maçında sakatlanan Cenk Tosun'a yazık oldu. Futbol kariyeri noktalandığında kendisinden 'Mustafa Pektemek'in golcü hali' şeklinde bahsedeceğiz herhalde. Eğer bir kez daha sakatlıktan dönüp 15 gol civarlarını yakalarsa, saygıyla eğileceğiz, şapkaları çıkaracağız.

Adana Demirspor / Younes Belhanda: Santrfor konusunda sıkıntı çeken Adana Demirspor'un '9' problemini, 8.5 Belhanda çözdü! Kariyerinin en skorer sezonlarından birini geçirdi. 12 gol attı. Galatasaray değerini bilemedi ama Adana'da kendini buldu. Gerçi Fransa'ya geri dönme vakti de geldi gibi! Öte yandan 12 maça sekiz gol sığdıran Cherif Ndiaye'yi de anmak lazım. Sarı-kırmızılıların sevemediği adamlar, Adana çok iyi sezon geçirdi...

Başakşehir / Danijel Alkesic: Ligin beşincisi olan takımın en golcüsü sekiz gol atar mı? Başakşehir'de yaşandı bu. Ne demeli peki, nasıl yorumlanmalı? İyi tarafından bakarsak; herkes skor katkısı sağlamış, goller dengeli paylaşılmış diyebiliriz. Fakat pek de öyle değil gibi. Birçok oyuncu, daha az maça çıktığı Avrupa kupalarında da ligdekinden daha çok gol attı. İlginç bir sezon oldu Başakşehir için...

Trabzonspor / Trezeguet: Listede en çok şaşırdığım yer burası oldu. Kadrosunda Maxi Gomez, Umut Bozok, hatta Bakasetas olan Trabzonspor'un en golcüsü 11 golle Trezeguet'ydi. Aslında Trezeguer'nin 11 gol atması çok şaşırtıcı değil. Kasımpaşa sezonlarında da 9 ve 13 atmıştı. Yani ortalaması burası. Fakat bir önceki sezonun şampiyonunun en golcüsü bu kadar düşmemeliydi, ayrıca bir kenar oyuncusu olmamalıydı. Santrforlardan hiç katkı alamamak, kötü sezonun net göstergelerinden biri.

Fatih Karagümrük / Mbaye Diagne: Bu ligin gol şifresi Mbaye Diagne galiba. Zira kendisi yine kaşla göz arası 20 golü geçti. Yanına da Fabio Borini'yi aldı. İtalyan da gollerin yanına asistleri ekledi. Seneye ne yapacağı merak konusu bir Karagümrük bıraktılar...

Konyaspor / Mame Diouf: Konyaspor sezon başında az gol atıyordu ama yeniyordu da. O sayede yukarıya tırmandı. Sonra teknik direktör değişimi oldu. Bu sefer hiç gol atamamaya başladı. Böyle bir sezonda, böyle kısır bir takımda dokuz gol atmak başarı sayılabilir. 'Dede' Mame Diouf, yine yaptı işini. 

Kayserispor / Mame Thiam: Transfer yasaklısı Kayserispor, bana göre çok iyi bir sezon geçirdi. Hatta sezonun takımı olarak bile adlandırılabilir. Sadece yokluklar içinde puan toplamadılar, ayrıca bir oyun ortaya koydular. Fakat sonuç alamasalardı daha farklı konuşmalar olabilirdi. İşte o yüzden başarıda aslan paylarından biri Mame Thiam'a ait. Attığı fokuz gol belki az gözüktü ama kritikti.

Kasımpaşa / Mamadou Fall: Kasımpaşa, çoğu sezonda çok gol atan ama çok gol yiyen bir takım olurdu. Hatta Diagne, Muleka, Umut Bozok gibi enteresan isimleri bulup getirirdi. Bu sezon, o kimliğinden uzaklaştı. Az gol attı. En çok gol atan oyuncusu Mamadou Fall oldu. O da sekiz golde kaldı.

Ankaragücü / Ali Sowe: Bu sezonun Anadolu'daki en etkili transferlerinden. Tutulamıyor adam. Önceki sezon Rostov'da oynarken izlemiştim ama bu kadar göze çarpmamıştı. Aslında Süper Lig'e de iyi gitmedi. Dünya Kupası'na kadar üç golü vardı. 2023 yılında Türkiye Kupası'nı da dahil edersek Beşiktaş ve Trabzonspor'a iki, Fenerbahçe ve Başakşehir'e birer gol attı. 2023 yılında Ankaragücü ile iki maç yapan Galatasaray ucuz yırtmış...

İstanbulspor / Valon Ethemi: Hakkı verilmeyen takım, hakkı verilmeyen teknik direktör, hakkı verilmeyen oyuncular. İstanbulspor maçlarını ne zaman izlesem keyif aldım. Buna önceki sezonlardaki 1.Lig maçları da dahil. Yıllardır aynı oyunu oynuyorlar. Teknik direktörler değişse de felsefe aynı kalıyor. Üstelik lige çıktıktan sonra hemen hemen oyuncular da aynı kaldı. Geçen sezon iyi maçlar çıkaran Valon Ethemi, bu sezona da 12 gol sığdırdı. 

Antalyaspor / Haci Wright: İyi bir sezon, bunun tesadüf olmadığını kanıtlayan yeni bir sezon başlangıcı, ardından Dünya Kupası seyehati... Haci Wright geçen sezonki 14 golü, bir adım daha aştı. Üstelik bunu daha az maçla başardı. Peki ödülü neydi? Sezonun son maçlarında ıslıklanmak! Türkiye'ye asıl şimdi hoş geldiniz Mr.Wright...

Sivasspor / Max Gradel: Listede en az golle kendine yer bulan isim Max Gradel. Sivasspor için garip bir sezon oldu. Avrupa'da marta kadar yürüdü, ligde az kalsın küme düşüyordu. Ligin en golcüsü de sol kenarın oyuncusu Max Gradel oldu. Fakat diğer resmi maçları katınca da bu sefer Yatabare en skorer isim oldu. Biri 35, diğeri 36 yaşında iki ihtiyar sayesinde tutundular sezona.. Zaten geri kalan isimler de çok genç değildi...

Alanyaspor / Ahmed Hassan: Listenin bir diğer Mısırlısı... Alanyaspor her zaman iyi yabancılar getirdi ve onlara çok fazla gol attırdı. Ahmed Hassan ilk kısmı sağlıyor ama ikinciyi sağlayabilmesi için fazla yardım alamadı. Yine de 10 gol kaydetti. Ona en yakın isim 5 gol atan Efecan Karaca.. Sıkıcı bir sezon olduğunu buradan anlayabiliriz.

Giresunspor: / Rijad Bajic: Bosnalı oyuncu Konyaspor'da geçirdiği çok iyi bir sezonun ardından çok gezdi ama bir daha o rakamlara (32 maç 17 gol) ulaşamadı. Şimdi yeniden kendini hatırlattı. Giresunspor onun 14 golüne rağmen küme düştü. Bakalım Bajic ligde kalacak mı? Bajic'in her sezonu böyle olmuyor ama kabul edelim, ilginç bir aurası var...

Ümraniyespor / Umut Nayir: Küme düşen takımda 17 gol. Muhteşem bir iş. Burak Yılmaz'dan sonra ligde bunu başaran ilk Türkiye doğumlu santrfor. 30'una yaklaşan Umut Nayir için kariyer sezonu diyebiliriz. Ligde kalacağı kesin ama İstanbul içinde transfer yaparsa hiç şaşırtıcı olmaz.

Çarşamba, Haziran 21

İmzayı Görmeden İnanma


"Bir gün Ergun (Gürsoy) bana telefon etti. 'Ağabey yazıhaneme bir uğrayabilir misin? Hem bir çay içeriz' dedi. Gittim baktım Rıdvan orada. Ergun, 'Rıdvan'ı Galatasaray'a alıyoruz' dedi.  Hadi hayırlısı olsun dedim. Rıdvan kalktı, elimi öptü. 'Ben Galatasaray'ı çok seviyorum' dedi. 'Aferin oğlum. Gel bir öpeyim seni' dedim. Ergun, 50 milyon avans vermişti yanlış hatırlamıyorsam. Aradan bir süre geçtikten sonra Rıdvan'ın Fenerbahçe'ye geçtiğini öğrendik. O zaman Ergun'a dedim ki: 'Parayı geri aldın mı?'"

Ali Tanrıyar / Galatasaray'ın eski başkanı 


Salı, Haziran 20

Barcelona - Sofya Uçuşu

Hiç akla gelmeyecek insanların, onlarla hiç yan yana gelmeyecek yerlere gitmesini seviyorum. Transfer dönemlerine dair en büyük beklentim de bu tip hikayeleri duymak.

Şu an henüz yazın başı. Çok fazla imza düşmedi önümüzde, düşenler de az çok tahmin edilebilir olanlardı. Joselu'nun 33 yaşında küme düşen Espanyol'dan Real Madrid'e dönmesi kesinlikle çok iyi hikaye. Fakat o hikayenin taçlanması için sezonun başlamasını bekleyeceğiz ve Joselu'yu sahada izleyeceğiz.

Şu anda ise benim favorim bir teknik direktör hamlesi. Aslında teknik direktör de sayılmaz. Barcelona'nın 90'lardaki kaptanı Jose Mari Bakero, yaklaşık 10 yıldan beri kulübün scout bölümündeydi. Bu yaz radikal bir karar aldı ve teknik direktörlüğe döndü. Üstelik daha radikali, tercihini Bulgaristan'dan yana kullandı. Oysa bir-iki sene önce adı Lokomotiv Moskova gibi biraz daha ciddi takımlarla anılıyordu. Oraları tercih etmedi, üç sene sonra Avrupa futbolunun en formsuz ülkelerinden birinin en başarıdan uzak başkent takımına adım atacak.

Aslında Bakero, bir dönem teknik direktörlük yapmış ve o zamanlar da farklı ülkelere gitmişti. Lech Poznan (Polonya) bunlardan biriydi. Fakat Polonya'da İspanyol bir teknk direktörün olması çok abes değil. Sonrasında bir de Peru yaptı. İspanyolca'dan dolayı o da bir nebze kurtarıyordu.

Tabi ki ikisi de ilginç tercihlerdi. Fakat Slavia Sofia daha da şaşırtıcı oldu. Bakero ve Bulgaristan dediğimizde aklımıza ilk olarak Bulgar kulüpleri gelmezdi herhalde. Stoichkov daha çok öne çıkabilirdi. Acaba işi de o mu bağladı eski takım arkadaşına?

Tabi ki değil. Ya da şöyle belirtelim; Bakero'nun Slavia ile tek bağlantısı eski takım arkadaşı değil. Jose Mari'nin 1999 doğumlu oğlu Jon; 2022 yılında Slavia'da oynamıştı. Babadan oğula nesil bunlar yani..,

Öte yandan Bakero'nun futbolculuğunu hatırlamayanlar olabilir. Bizim çocukluk dönemimizin en iyi 2-3 takımından biriydi Barcelona. Bakoer da o takımın kaptanıydı. Üstelik bir Basklı olarak bandı koluna takıyordu. Galatasaray'ın ilk Şampiyonlar Ligi sezonlarında karşımızdaydı. Karizmatik, olgun ve çok temiz ayaklıydı. İspanyol orta sahalarına karşı sempatimi başlatan isim olabilir.



Salı, Haziran 13

Başarı ve Başarısızlık

Fenerbahçe'de son dokuz senenin birikimi had safhada. O nedenle tribünlerden gelen tepkilerin şiddeti gayet anlaşılabilir. Fakat spor basını tabloyu aynı şekilde okumak zorunda mı? Eve pencerenin dışından bakıp, ona göre bir değerlendirmek zor mu? Gerçi bu seçenek biraz zor olabilir ama iletişim araçlarının esas misyonu bu değil mi peki?

Gerçi biz de kimden neyi bekliyoruz?!

Zaten bu sezon Fenerbahçe taraftarının yaşadığı hayal kırıklığının en büyük sebebi spor basını ve kendi basınıdır. Kendi basınını açalım; kanaat önderi olarak kitleleri peşinden sürükleyen, taraftar kisvesi altında cukka yapanlar.

Neden bunlar sebep oldu? Zira takım o kadar iyi değilken bile son 60 yılın en iyi takımı olduğunu iddia etmişlerdi. Türkiye her zaman sonuç odaklı yorumların merkezi olmuştur ama artık iş o raddeyi geçti. Artık Türkiye, kitlelerin sonuçlara verdiği tepkiler odaklı yorumların merkezi... Futboldan siyasete her alanda böyle. Çünkü satış önemli, satış için de satın alacak kitlenin istekleri ve duyguları göz önünde bulunmalı. Aksini söylerseniz, kim sizi tüketir ki?!

Süper Lig'de ikincilik, Türkiye Kupası'nda şampiyonluk, Avrupa'da son 16 turunda şampiyona elenme. Hiç fena bir karne değil. Tabi bunu önemli bir başarı olarak sunacak değiliz. Fakat tam da son maçın üzerinden 24 saat geçmemişken hocasız kalmış ve ilk transferini yapmış bir takımın dikkat etmesi, sırtını çevirmemesi gereken bir karne. Belli ki yine yeniden yeni bir yapılanmaya gidilecek. O zaman, o yeni yapılanmadan istenen de bundan daha iyisi olacak. Oysa eskisinin üzerine gidilse daha iyisini yapma ihtimali daha çok olmaz mıydı?

Fenerbahçe 80 puanla ikinci oldu. Bu puan ve ortalaması, birçok eski sezonda Fenerbahçe'yi şampiyon yapardı. Fakat Galatasaray 88'e çıkınca sarı-lacivertliler geride kaldı. Galatasaray'ın sezon ortasındaki muhteşem galibiyet serisi bize bir şeyler anlatıyor. Mesela ligin kalitesinin ve rekabet seviyesinin ne kadar düşük olduğunu.. Biraz gaza basınca lig tarihinin en uzun serisini yaşıyorsunuz. Gordon Milne'in Beşiktaş'ının, Karadeniz fırtınası Trabzonspor'un ve 96-2000 Galatasaray'ın dahi başaramadığı bir seri var ortada. Bu seneki Galatasaray onlardan çok daha iyi değildi. Fakat rakipler çok daha yumuşaktı.

İşin ironik tarafı Fenerbahçe ve hatta Beşiktaş da benzer seriler yakaladılar. Fenerbahçe son 21 maçında sadece üç kere yenildi. Bu üçü de derbilerdi.

Yani aslında ligin kaderini derbiler tayin etti. Lig bir daha oynansa ve bütün maçlar aynı şekilde sonuçlansa ama sadece üç takımın kendi arasında oynadığı maçları ev sahipleri kazansa; Fenerbahçe şampiyon olur. Yani en azından ikili averaja kalırdı ama en azından genel averajda Fenerbahçe üstün olurdu.

Üstelik bahsettiğimiz senaryo hiç de ütopik değil. Sonuçta her derbinin doğal favorisi kendi sahasında oynayan takımlardır.

Fenerbahçe'nin küme düşen iki takıma yedi puan kaybetmesi ise bir başka mevzu...

Tabi ki tam bu noktada "Fenerbahçe aslında çok iyiydi" demeyeceğiz. Fakat Katar dönüşünün ardındaki dönemde bahsedildiği kadar da kötü değildi. O kadar yıkım yaratan derbinin ardından toparlanıp lige bir şekilde devam etmeyi de başardılar. Esas sıkıntı; Katar öncesi de bahsedildiği kadar muhteşem değillerdi.

Fenerbahçeliler, Kadıköy'de 4-5 gol atarak maçları kazanınca ligi tamamladıklarını düşünüyorlardı. Buna medya da buna çanak tutuyordu. Gol rekorunun kırılacağından bahsediliyordu. Oysa İstanbul dışına ilk çıktığında (ki onda da rakip Konyaspor deplasmandaydı; maç Eskişehir'deydi) Fenerbahçe yenilmişti. Katar öncesi oynanan 13 maçta İstanbul dışına sadece iki kere çıkmışlardı.

Belki de o zamanlarda daha dikkatli olsalardı, öz güven laubaliliğe dönüşmeseydi (birçok futbolcuda gözlemledik bunları) daha farklı sonuçlar çıkabilirdi. Ya da en azından bu günkü hayal kırıklığı daha yumuşak olurdu.

Jorge Jesus'un isteksiz tavırlarını ve saçma açıklamalarını bir kenara bırakırsak, hocayı ve taraftarı uzun vadeli bir projeye inandırmak o zamanlar daha kolay olabilir ve bugün taşların üzerine taşlar ekleyerek yola devam edilebilirdi. 2018'den bu yana kazanılan tek kupanın, başından itibaren tek hocayla geçirilmiş sezonun sonunda gelmesi de bir şeyler anlatmıyor mu?

Başarı ve başarısızlık kavramları; sportif alanlarda hem nettir hem de aldatıcıdır. Saha içi çok nettir. Zira rakamlar, skor tabelası, puan durumu, kupalar çok fazla göz önündedir. Başarı elde edeni hemen görürsünüz.

Fakat profesyonel futbol 11'er kişinin çarpışmasından ibaret değildir. Daha fazlasına ihtiyaç duyarsınız. Bir yapı inşa etmek zorundasınız ve aslında başarınızı da bu hedeflere uygunluk belirler. Puan durumuna bakmak yetmez, dönüp sezon başında hedefleri yazdığınız kağıda bakmanız gerekir. 

Yolun sonuna ne kadar sürede gitmeyi düşünüyorsunuz, molalarda geriye dönüp baktığınızda hedefe ne kadar yaklaştınız? Bunları ölçmek o kadar kolay değil. Bunun için işin uzmanlarına ihtiyaç var. Hele kitleler peşinizdeyse sabırsızlık daha da artar. Yani o hedefleri bir de kitlelere önceden anlatma sorumluluğu var.

Fakat siz planlar, hedefler, uzmanlar, takvimler yerine YouTube'da bomboş sıkanlara kulak verirseniz işiniz kolay olmaz.

Zaten onların kavramlarını baz alacaksanız, yine onları dinlemeye gerek kalmaz. Sonuç zaten ortada, onların dediği kadarını okuma yazma bilen herhangi bir çocuk bile söyler:

Onun yerine de ben söyleyeyim; ikinci oldunuz; o zaman başarısızsınız! Diğer 18 takım gibi...

 

Pazartesi, Haziran 12

Kalite, Heyecan ve Duygular

Bir futbol maçının heyecanını ve dramasını adı belirlemez. Yani en üst seviyede oynanan maçlar, size bol kalite vadedebilir belki ama bu, bol dramanın, yüksek tansiyonun ve duygusal gelgitlerin garantisi değildir.

Cumartesi gecesi izlediğimiz Şampiyonlar Ligi finali mesela. Tarihin en iyi takımlarından biri, tarihin en ciddi ekollerinden biri ile karşılaştı. Heyecan beklentimiz vardı ama finallerin adresi olarak gösterebileceğimiz İstanbul bile kurtaramadı. 1-0'a tatmin olmaya çalıştık.

Son yıllarda üst düzey futbolda drama ve heyecan bulmak eskisi kadar kolay olmuyor. Oysa aşağılar öyle değil. Avrupa'nın orta sınıf ligleri ve alt ligler sıklıkla futbolun eski saf halini anımsatan maçlara sahne oluyor.

Cumartesinin sıkıcı finalinden pazar gününe uzanıyoruz.

İspanya'nın üçüncü liginde bir play-off maçı. Final bile değil; çeyrek final. Üstelik ilk maç da öyle heyecan fırtınası içinde geçmemiş.

Bir zamanların La Liga şampiyonu SuperDepor, pandemi senesinde (2020) averajla ve biraz da katakulliyle veda ettiği Segunda'ya dönmek için sahaya çıkıyor. Rakibi yan gruptan Castellon.

Deportivo La Coruna sezona, gruptan direkt çıkma; yani liderlik, hedefiyle başlamıştı. Fakat türlü sakatlıklar, şanssız iç saha maçları (kayıplar) ve tabi ki kader maçlarındaki yetersiz oyunuyla bu şansını kaybetti. Play-off'tan şansını zorlayacaktı.

Castellon ile oynanan ilk maç öncesinde, şehrin ne kadar inandığını gösteren videolar sosyal medyadan önümüze düştü. O inancın sonucunu sadece 1-0'la alabildiler.

Rövanş deplasmandaydı. Ve maç nefes kesti.

Önce statüyü anlatalım. Bizim 2.Lig'de de iki grup var ve play-off'a katılan takımlar kendi gruplarındaki rakipleriyle karşılaşır. Ondan sonra da grupların kazananları final maçında kozlarını paylaşır.

İspanya'da ise yan gruptaki takımla oynuyorsunuz. Öte yandan ikili eşleşmelerde deplasman golü kuralı artık geçersiz ve uzatmalar sonunda maç penaltılara gitmiyor. Oysa ben tam tersini tercih ederdim; uzatma olacağına penaltılar olsun. Zira yarım saatlik uzatmaların çoğu, dünkü maçın aksine aynı tadı vermiyor.

Sonuç olarak zurnanın "zırt" dediği yer de burası. Peki uzatmada eşitlik bozulmasa ve penaltılar da yoksa kazanan nasıl belirleniyor? Sezon içinde sıralamada daha üstte yer alan takım tur atlıyor.

Castellon - Deportivo maçına ev sahibi çok hızlı başladı. 31. dakikada 2-0'ı buldu. Bu da turu geçmesine yarayacak sonuçtu. Fakat Depor, her iki yarıda birer gol bularak skoru 2-2'ye getirdi.

Gollerden birini atan, diğerinin de asistni yapan solak Lucas Perez'e ayrı bir parantez açalım. Adı tanıdık gelebilir. Zira kendisi Arsenal, West Ham United gibi takımları görmüş Lucas Perez'in ta kendisi. Bu sezonun ilk yarısında da Cadiz formasıyla La Liga'daydı. Fakat Coruna doğumlu santrfor, doğduğu şehrin takımının kendisine ihtiyaç duyduğunu hissederek devre arasında şehrine döndü. 19 maçta sekiz gol atarak da önemli bir katkı verdi.

2-2'lik skor Coruna'ya yarıyordu. Fakat maçın son anlarında işler değişti. Castellon 90'da golü buldu. Daha da kötüsü yedi dakikalık uzatma bölümünün beşinci dakikasında Coruna kalecisi Juan Mackay (Roy Makaay ile bir alakası yok), ceza sahası içinde topa sahip olduğu bir anda rakip oyuncuyu yere devirmeyi tercih etti. Bu da bir penaltı ve kırmızı kart demekti.

Castellon işi bitirmeye çok yaklaşmıştı. Zaten işi o noktaya getiren de yine Mackay'dı, zira yenilen ilk iki golde de fahiş hataları vardı (Real Madrid alt yapısından çıkan Jaime Snchez de ona eşlik eti). Fakat Castellon, bu sefer ikramı geri çevirdi ve penaltı vuruşunda topu auta atmayı başardı. Deportivo'nun şansı devam ediyordu ama kalan yarım saati Mackay'ın gereksiz hareketi yüzünden 10 kişi oynamaya devam edeceklerdi. (Mackay maçın ardından sosyal medya hesaplarını kapatmak zorunda kaldı).

Buna rağmen mavi-beyazlılar golü buldu. Kuki skoru 3-3'e getirdi. Yarı final bileti bir kez daha Depor'a geçti.

Fakat Castellon 10 kişi kalan rakibine bir gol atmayı başardı. Skor 4-3 olmuştu. 120 dakika da böyle sona erdi. Peki turu kim atladı?

Deportivo kendi grubunu dördüncü sırada bitirmişti. Castellon ise üçüncüydü. Bu da yola devam edenin Castellon olduğunu gösteriyordu. Fakat bir diğer açıdan bakınca haksızlık iddiasında bulunabilirdik. Zira Deportivo sezon boyunca 67, Castellon ise 62 puan toplamıştı. Üstelik Deportivo'nn grubu daha zordu. Madem böyle bir mantık vardı, daha çok puan toplayanı ilerletmek gerekirdi.

Olan oldu. İspanya futbolunun kurallarını tam da şu anda değiştirecek değiliz zaten. Draması dolu bir maçın sonunda SuperDepor, yine süper günlerinden uzak kalmaya devam etti. Ezeli rakibi Celta Vigo'nun ikinci takımı ile aynı ligde kalmaya devam etti.

Oysa şehir tıpkı ilk maçtaki gibi çok inançlıydı hem tura hem Segunda'ya dönmeye. Riazor'da ve şehir meydanlarında dev ekranlar kurulmuştu. Çocuk, genç, yaşlı, 7'den 70'e herkes maçı takip etti. Olmadı. Valencia yakınlarında küçük bir şehir olan ve ambleminde yarasa olan Castellon yola devam ederken Galiçya'nın en önemli şehrinin takımı aşağıda kalmaya devam etti. Bize de; onlarca maç izlediğimiz sezonda aradığımız heyecanı bulduğumuz bir alt lig müsabakası anısı kaldı.

Bu dramaların sonunda kazananlar yola devam eder ama kaybedeneler de bizim desteğimizi kazanır. Haliyle Los Turcos ile aramdaki bağ biraz daha güçlendi. 

Önümüzdeki sene her şey daha farklı olacak. 



Pazar, Haziran 11

Sezonun 11'i

Ara ara yaptığımız sezon 11'ini bu sezon bir kez daha oluşturalım. Ama uyaralım; ağır bir Galatasaray hakimiyeti olacak.

Öncelikle geçen sezonun 11'i için TIKS

İlk olarak Galatasaray'ın ideal 11'ini yazalım. Zira eksik parçaları bu 11'e göre şekillendireceğiz. Burada bir sol bek eksiğimiz olduğu aşikar. Öyleyse 10 futbolcu yazalım.

Fernando Muslera, Sacha Boey, Abdülkerim, Nelsson, Torreira, Sergio, Mertens, Milot, Kerem, Icardi...

Bu 10 futbolcudan daha iyilerinin çıkıp çıkmayacağına bakacağız. Öncelikle tartışmasız olanların yerini ayıralım.

Boey, Nelsson, Torreira, Kerem ve Icardi beşlisine karşı çıkacak herhangi biri olduğunu sanmıyorum. Bu beşlinin tamamı önümüzdeki sezon Avrupa'nın en iyi beş liginde oynarsa şaşırmayız zaten.

O zaman kaleye geçelim. Fernando Muslera; en iyi sezonlarından birini geçirmedi belki ama son yıllardaki en iyi sezonunu yaşadı. Özellikle sezon başında, daha takımın atanı yokken, takımın tutanı olarak takımı yarışta tuttu. Sezon sonu talihsiz bir Beşiktaş maçı oynadı ama zaten Dolmabahçe onun geleneği oldu artık. Nazar boncuğu diyelim.

Muslera bir referans noktası. Ondan daha iyi bir kaleci var mı bu sezon? Mert Günok belki zorlardı ama son maçtaki hatalarıyla şansını kaybetti. Uğurcan kötü değildi ama Muslera kadar da iyi değildi. Ve tabi biraz şanssızdı. Muslera'nın televizyon kadrajına girmediği maçlar olurken, Uğurcan'ı devamlı sağa sola uçarken gördük. Trabzonspor bu sezon 54 gol yedi. Bu Uğurcan'ın değil, takım savunmasının zaafı. Fakat bu kadar gol yemiş bir kaleciyi de ilk 11'e yazamayız. Fenerbahçe zaten kendi kalecilerinden memnun değildi. Başakşehir, Volkan Babacan'a fazla güvendiği için yarışta geri düştü. İstanbul dışına bakınca Ertaç ve Sehiç bu sezon iyi işler çıkardılar ama bir Muslera değillerdi. Yani; yine Muslera... Döndük dolaştık ve 1 numarayı ona verdik.

Sol stoperde de ben Abdülkerim'den vazgeçmeyeceğim. Ona alternatif olabilecek tek oyuncu Saiss'ti ama ben tercihimi Marcao'yu unutturan, sezona da talihsiz bir hatayla başlayan ama buna rağmen kısa sürede toparlayarak mental açıdan da gücünü gösteren Abdülkerim'den yana kullanıyorum.

Sergio'nun ve Mertens'in temposu zaman zaman sorunlar çıkardı. Merkez orta sahada bu iki oyuncudan daha iyisini arayabiliriz. Çıkar mı? Bu arada Sergio'nun 34, Mertens'in 33 maç oynadığını ekleyelim. Yani maç içinde tempo sorunları yaşamış olsalar da sezonun neredeyse tamamında sahadalardı.

Yani taraftarın ittire ittire oynattığı ve sadece 11 maçta ilk 11'de sahaya çıkan Arda Güler, buraya girme şansını pek kullanamaz gibi.

Öte yandan Sergio'ya bu kadroda yer vermek adil olmaz. Gümüş 11 yapan olursa, orayı doldurur. Biz buraya yine bir Portekizli yazacağız ve aslında her Galatasaray taraftarının bitmek tükenmek bilmeyen hayalini yeniden kurgulayacağız. Yani Torreira'nın yanına Gedson'u ekleyeceğiz.

Karagümrük bu sezon sıklıkla 4-3-3 oynadı. Bizim kadromuz ise 4-2-3-1. Yani bir tane 10 numara özellikli orta sahaya ihtiyacımız var. Borini, Diagne'nin iki kenarında gezen bir oyuncuydu. O formasyonda yeri orasıydı. Birçok sezon 11'inde de onun ismini gördüm ama 4-2-3-1'in ve 4-4-2'nin sağ ve sol kenarlara konmuştu. Bence 4-2-3-1'te, forvetin arkasında, bu sezon oynadığı role daha benzer bir konumda olur. 19 gol - 8 asist yapmış bir oyuncuyu da rakip kaleden fazla uzaklaştırmamak lazım. O nedenle Borini de kadromuzda... Bu arada o bölge için bir diğer alternatifim de Younes Belhanda. Fakat onun da devamlılıkla ilgili kalıtsal problemleri "en iyi" olmasını biraz zorlaştırdı. Yine de bu sezon çok iyi bir Belhanda izlediğimizin altını çizmek gerek.

Geldik Milot'un yeri olan sağ kenara...  Burada Milot'a alternatif tek isim Redmond. İki oyuncu da birbirine hem benziyor hem biraz farklı. İstatistikler denk. Aslında daha fazla üretseler fena olmaz. Milot'un savunma katkısı çok değerli. Redmond ise hücumda daha ciddi tehdit. İkisi de sezonun ikinci yarısı başlarken takımlarının ilk 11'lerine yerleştiler ve onlar 11'e girdikten sonra takımları yükselmeye başladı. Karar vermek zor. Fakat Kadıköy'deki Fenerbahçe derbisi, burun farkıyla Redmond'ı öne çıkaracak gibi. Zira istatistikleri yetersiz olan bu iki oyuncudan en azından bir büyük maç damgası beklemek hakkımız. Onu da sağlayan Redmond oldu.

Geldik sol beke. Geçen sezon yer verdiğimiz Guilherme, bu sezon buranın daha bir hakimi gibiydi. Alternatifi pek yoktu. Bir yandan da sağ bek oynayan Ferdi'nin hakkını verebilmek adına, onu sol beke mi yerleştirmeyi düşündüm. Hatta geçen sezon da aynı ikileme düşmüştüm. Fakat Ferdi bu sezon daha az sol bekte oynadı. Sezon boyunca sol bekte oynamış Guilherme'^ye haksızlık olacaktı. Bir de bek olarak dokuz asist yapmış bir oyuncuya (özellikle Konyaspor gibi bir takımda) yer vermek gerekirdi.

Yani özetle kadromuz budur. Ligin gol kralı Enner Valencia'nın kadroda olmaması ise benim ayıbım değil gibi!





Cumartesi, Haziran 10

28 Şubat ve Demokrasi

Öncelikle isme kanıp bu kitabın 28 Şubat sürecini değerlendirdiğini düşünmemek gerek. Hatta neden kitabın ismi bu şekilde konulmuş anlamadım. Ticari bir kaygı mı? Zira 28 Şubat, kendi döneminden daha çok son 10 yılda konuşulur/tartışılır oldu ve ona dair bir içerik bulma hevesi okuyucuda daha da arttı.

Gerçi önsözde içerikle ilgi bilgiler veriliyor; tamamen bir aldatmadan dem vuramayız. Emre Kongar'ın 1999 yılında yazdığı köşe yazılarının derlemesinden ibaret kitap. Fakat yazıların tamamı da 28 Şubat ile alakalı değil. Zaten 28 Şubat da 1997 yılında yaşanmıştı.

Aslında, toplanan yazılarla okuduğumuz 200 küsür sayfa kötü bir çalışma değil. İnternetin yaygınlaşmasıyla her şeyin elimizin altında ama dağınık şekilde bulunması, inanılmaz bir kirlilik yaratıyor. Sadece bilgi kirliliğinden ibaret değil bu; artık geçmişe dahil hatıralarımız, kronolojik bilgimiz, neden-sonuç ilişkilerimiz kaybolmuş ve birbirine karışmış durumda. Haliyle bu tip kitapların bazen soluklanmamız, bazen deüzerimize yağan bilgi bombasından kurtulup sağlıklı düşünmeyi sağlaması açıdan değerli buluyorum.

Hatta internet medyasının hızı ve hızından doğan karmaşıklığı bence gazeteleri yeniden değerli kılacak ve kılmak zorunda ama bu başka bir yazının konusu olsun.

Buna rağmen; yine de 28 Şubat ve Demokrasi kötü bir isim. Mesela "1999 berbat bir yıldı" gibi bir isim çok daha güzel olabilirdi. Kongar'ın yazılarını arka arkaya okurken 1999 gündemini yeniden yaşıyorsunuz. Zaten bir insan neden seneler sonra sadece 1999 yılına ait yazılarını toplar kı? Belli bir konuya, belli bir içeriğe ait değil; tamamen zamana odaklı bir çalışma. Çünkü, 1999'un önemi; 2009'da, 2015'te vs daha net anlaşılıyor. Hatta 2023'de bu kitabı okurken, o kötü yıllarda bile nasıl güzel fırsatların eşiğinde olduğumuzu ve zamanla bu fırsatları nasıl yok ettiğimizi daha net anlıyoruz.

28 Şubat 1997'nin yankılarının halen devam ettiği o yılda Öcalan yakalandı, Nisan ayında genel seçimler oldu, 17 Ağustos depremi yaşandı, Hizbullah operasyonları ve onların infazları göz önüne çıkartıldı, Ahmet Taner Kışlalı öldürüldü, 12 Kasım'da bir deprem daha oldu... Ve tabi ki irili ufaklı birçok olay daha yaşandı.

1999; bir sosyal bilimci için müthiş bir çalışma sahası yaratırken, bir yurttaşın psikolojisini bozan olayları da arka arkaya sıralıyordu. Bugünlerde 90'ları övenlerin okuması gereken bir yıl.

Tabi son cümle, son yıllarda "AKP övgüsü" argümanı olarak kullanılıyor. Biz o açıdan bakmıyoruz ama bir gerçeği de inkar edemeyiz. AKP gökten zembille inmedi, biz de bugünlere de bir günde veya bir seçimle (2002) gelmedik. 2023; bizlere 1990'ların, hatta 1980'in hediyesidir!

Kitabı tekrar okurken o günleri bir daha yaşıyoruz. Fakat zaten tarihsel bir döneme ışık tutan bir kitap değil. Güncel yazılmış yazıların toplanması... Bu noktada Emre Kongar'ın o günkü sıcağı sıcağına tespitlerini okumak önemliydi benim açımdan, daha fazlasını aramak hata olur.

Kongar, fikren çok uyuştuğum bir yazar değildir. Bu kitapta da bazı tutucu değerlere çok fazla sarıldığını görüyoruz. En basitinden 28 Şubat'tan büyük övgülerle bahsetmiş. Haklı olduğu noktalar bulunsa da (bu da onun değerlerine bağlılığından kaynaklanıyor) bir sosyal bilimci olarak yaşananların dip dalgasını o günlerden sezmesi ve anlatması gerekirdi. Üstelik bunu başarabilecek bir birikime sahip olduğunu, başka konularda gösterebiliyor.

Ona göre 28 Şubat sayesinde siyasal islamın önü tıkanmıştı. Bundan sonra (1999) biraz sıkı çalışmayla bu sorun bertaraf edilebilir, Güneydoğu'da Kürt milliyetçiliği ve onu besleyen Türk milliyetçiliği sorunları çözülürse demokrasi kurmaya başlanabilirdi.

Oysa ne Güneydoğu'daki sorun lümpen bir milliyetçilikten ibaretti ne de siyasal islamın önü tıkanmıştı. Hatta çok daha güçlü bir şekilde geldi. Üstelik Kongar, o günlerdeki yazılarında Adnan Menderes döneminden de sıklıkla bahsediyor. Yani bir "mağduriyet"in bazı çevrelerce nasıl kullanıldığına hakim olduğunu da biliyoruz.

Tabi içerik dışında biçim de önemli. O noktada Kongar'ın hakkını vermem lazım. Yaşanan nemli olayları, hatta tarihin kırılma anlarını, 1-2 gün içinde bir gazete köşesinde kısa, akıcı ve derin yazabilmek kolay iş değil. Şimdi ana akımdaki köşe yazarların yazılarına bakıyorum da; arada çok büyük kalite farkı var.

Yine de öncelikli okunması gereken kitaplardan biri değil. Evde bu ara geniş bir temizlik yapacağız. Bazı kitapları elden çıkabiliriz. O nedenle bir süre sonra elimizde tutmaya gerek kalmayacak zayıf kitapları, elden çıkarmadan önce okumaya çalışıyorum. Bu da onlardan biriydi....

Cuma, Haziran 9

Kolay Şampiyonluk Yok


Bir klişe gibi görünen yukarıdaki söz, bir kez daha doğruluğunu ispatladı. Fakat bu söz de genellikle Galatasaray'ın şampiyonluk sezonlarında ortaya çıkıyor.

Bu sezon Galatasaray çok iyiydi. Süper Lig'deki birçok rekorunu kıracak işlere imza attı. Galibiyet serisi inanılmazdı özellikle. Sezonun sonunda 88 puan toplamış oldu. Fakat böyle bir sezonda bile son haftalara kadar şampiyonluk yarışı devam etti.

Yani geçen sezonki Trabzonspor veya 2014'teki Fenerbahçe gibi olamadı. Oysa ortaya çıkan istatistiklerin şampiyonu erken belirlemesi gerekirdi.

Açıkçası zaten Galatasaray'ın son 35 yılda kolay veya rahat; en azından erken şampiyonluğu hiç olmadı.

1987, 1993, 1994, 2006, 2008, 2012, 2018 şampiyonlukları son haftaya kaldı.

Tarihe geçen hanedanlık dönemi 1996-2000'de bile şampiyonluklar erken gelmedi. 1997'de sondan bir önceki hafta garantilendi. 1998'de yine aynı haftada şampiyonluk geldi, üstelik o gün Fenerbahçe Ankara'da Şekerspor'u yenseydi son haftaya kalacaktı. 1999'da sondan bir önceki hafta garantilendiğini düşünülmesinin nedeni Beşiktaş'a 20 averaj fark atılmasıydı. Yoksa puanlar eşitlenebilirdi. 2000'de ise sondan bir önceki maçını oynayan Galatasaray henüz şampiyonluğu garantilememişti. Neyse ki iki gün sonra Fenerbahçe, Beşiktaş'ı yendi de iş bir hata daha uzamadı. Belki o stresle UEFA finali de aynı konsantrasyonla geçmeyecekti.

2105'te de 2000'dekine benzer bir şampiyonluk çıktı ortaya. Rakipten gelen müjdeli haber işin son haftaya kalmasını engelledi.

2019'da da Başakşehir ile sondan bir önceki hafta final oynandı. Zaten o maç da 2012'deki Süper Final'den sonra, Süper Lig'in gördüğü en 'karar maçı' kimliğindeki 90 dakikaydı.

Belki de bu anlamda en rahat şampiyonluk 2013 gözükebilir. 32. haftada şampiyonluk garantilenmişti. Matematik rahat olduğunu gösteriyor Galatasaray'ın. Fakat o sezonu yaşayanlar bilir. Orduspor, Mersin İdman Yurdu, Gaziantepspor maçları ligin ve sezonun ne kadar zor olduğunun kanıtı gibiydi.

Tabi bir de 1987-88 sezonu var. Süper Lig tarihinin en yüksek puan farkıyla gelen şampiyonluğu halen Galatasaray'a ve o sezona ait. Galatasaray, Beşiktaş'a 12 puan fark atmıştı. Üç puanlı sisteme geçilen ilk sezondu. Fakat orada da yarış uzun süre puan puana gitti. Beşiktaş son 6 haftada 12 puan kaybedince (sadece bir maç kazanınca) oluştu o puan farkı.

Bu sezon da iki maç kala şampiyonluk garantilendi. Fakat mesela Hatayspor ligden çekilmeseydi, yine Fenerbahçe maçına kalacaktı.

Aslında saha içine bakınca Galatasaray oldukça rahat şampiyon oldu. Yani Fenerbahçe maçına kalsa bile sonucun değişmeyeceği aşikar. Fakat sonuç olarak reel bir bilim olan puan durumu aynı şeyi söylemedi.

Ya da biz taraftar duygusuyla çok gereksiz stres yapıyoruz. Dışarıdan bir göz için, sonun nasıl gerçekleşeceği daha net belli olabilir. Öte yandan Fenerbahçe'nin 2006 ve 2010 travmalarının benzerini yaşama korkusu; şampiyonluğun olabildiğince erken garantilemeyi zorunlu kılıyor. Uzadıkça insanın içi ürperiyor. Bu kadar sene boyunca geçilen dalgaların acısı bir şekilde, bir zamanda, bir yerde çıkacaktır. Her taraftar bunu bilir ve aklının bir köşesinde tutar.

Yine de sonuç olarak Galatasaray, yine zor şampiyon oldu.

Çarşamba, Haziran 7

Derin



1993-94 sezonu...

İspanya La Liga'da Barcelona ve Deportivo la Coruna şampiyonluğa çekişiyor. Sezonun son haftasına lider giren Depor, Valencia'yı yenerse şampiyon olacak. Barcelona ise kazanması halinde rakibinin puan kaybını bekleyecek.

Maçlar aynı saatte başladı. Barcelona iki kere yenik duruma düşmesine ve ilk yarıyı geride kapamasına rağmen son 20 dakikadaki üç golüyle maçı kazanmasını bildi. Deportivo için ise işler iyi gitmiyordu. Valencia kilidini bir türlü açamadılar. Karşılaşma 0-0'a kilitlendi. Buna rağmen son dakikada bir penaltı kazandılar. Fakat penaltıyı kullanan Miroslav Djukic, topu filelere gönderemedi. İspanya futbol tarihinin en büyük trajedilerinden biri o gün gerçekleşti. Günlerden 14 Mayıs'tı.

Bir gün sonra Bursaspor'u 2-0 yenen Galatasaray, Süper Lig şampiyonu oldu.

2001-02 sezonu...

Bundesliga'da Borussia Dortmund, Bayer Leverkusen ve Bayern Münih şampiyonluğa çekişiyor. 

Sezonun muhteşem takımı Bayer Leverkusen üç kulvarda yoluna devam ediyordu. Almanya Kupası ve Şampiyonlar Ligi'nde finale çıkmıştı. Ligde de sondan bir önceki haftaya lider girmişti. Önündeki Nürnberg (küme düşme hattındaydı) ve Hertha Berlin maçlarını kazanması ona yeterdi.

Fakat planlar tutmadı. Nürnberg'e 1-0 yenilip liderliği kaptırdılar. Ertesi hafta da herkes kazandı, yani Leverkusen kaybetti. Bir daha da şampiyonluğa hiç o kadar yaklaşamadılar. Hatta o maçın ardından Şampiyonlar Ligi finalini ve Almanya Kupası'nı da kaybettiler. Her şeyin başladığı gün o gündü. Günlerden 27 Nisan'dı.

Bir gün sonra Kocaelispor'u 2-0 yenen Galatasaray, Süper Lig şampiyonu oldu.

2011-12 sezonu...

Diğer hikayelerden biraz daha farklı ama kalbi zayıf olanların zorlandığı bir gün.

Manchester City, 44 senedir hasret kaldığı şampiyonluğa 90 dakika uzaklıkta. Kazanmak için sahaya çıkıyor. Premier Lig'de sezonun son haftası, rakip vasat QPR. Puan durumunda City ve Manchester United aynı puanda ama averaj City'den yana. QPR karşısında kayıp yaşamazsa şampiyon City, tökezlemesi durumunda United kazanacak kupayı.

İşler iyi de başlıyor. City öne geçiyor. Fakat ikinci yarının başınca QPR beraberliği yakalıyor, ardından da öne geçiyor. Üstelik United da 1-0 önde Sunderland deplasmanında. Etihad'da 90 dakika halen 2-1 devam ediyor. Uzatma tabelası 5 dakikayı gösteriyor. City'nin talihi de bundan sonra dönüyor. Beraberliğin bile yetmeyeceği maçta beş dakikaya iki gol sığdırıyor ve şampiyon oluyor. Manchester City için tarihi bir gündü ama aynı zamanda Premier Lig'de unutulmaz bir 90 dakikaydı. Günlerden 13 Mayıs'tı...

Bir gün önce Fenerbahçe ile 0-0 berabere kalan Galatasaray, Süper Lig şampiyonu olmuştu.


2022-23...

Yine Almanya'dayız. 21 sene önce şampiyonluğu son anda kazanan Borussia Dortmund bu sefer senaryoyu tersten yaşıyor. 33. haftada Bayern'in puan kaybıyla liderliği eline geçiriyor. Son hafta maçını kazansa şampiyon olacak. Fakat olmuyor. Bayern de son dakikada kazanıyor. Ligin düğümü bir 27 Mayıs günü çözülüyor. Borussia Dortmund son hafta şampiyonluğu veriyor.

Üç gün sonra (seçim olmasa bir gün sonraydı) Ankaragücü'nü 4-1 yenen Galatasaray Süper Lig şampiyonu oldu.