Çarşamba, Mayıs 21

Match Point



Woody Allen filmlerini sevme ihtimalim hiç yok. Hürriyet Pazar eki okuyan, televizyonda Oylum Talu izleyen, Ertuğrul Özkök okumadan güne başlamayan, evde taze sıkılmış portakl suyunu içtikten sonra Starbucks'a uğrayan, yanlarında Scarlett gibi kadınlar görmek için çabalayan adamların yönetmeni...

Entellektüel birikimleri kitapçıların rafları ve Ömür Gedik'in gazete yazılarına göre şekilleniyor. Kitapları yazın yanlarında taşıyıp şenzlonglarına koyuyorlar, gösterişli, lüks koltuklu sinema salonlarına gittiklerinde check-in yapıyorlar.

Bu kitle analizinin, filmle ne alakası var? Yok. Hatta belki Woody Allen ile de alakası yok. Ama var işte bence. Onlar izliyor bu filmleri. Bayılıyorlar, bitiyorlar. Muhteşem diyorlar. Oysa, sadece Suç ve Ceza göndermeleriyle süslenmiş basit bir film. Bu sayede kültürel birikimlerini öne koyabilecekleri bir fırsat...

Karamazov Kardeşler'i okumayan adamın Show Tv'de Karadağlar izleyip, "Abi hikaye çok iyi" demesini yadırgamam. Adam görmemiş, okumamış, okuduğunu iddia da etmemiş, benzer bir hikayeyle karşılaşınca hoşuna gidiyor.

Fakat en üstte yazdığım grup, riyanın entellektüel ortamdaki görünümü. Dostoyevski'yi yalayıp yuttuk derler, Match Point'i de "Ah işte Rus edebiyatı, Dostoyevski, üstat nasıl görmüş, vallahi bravo" diyerek yorumlarlar. Oysa filmin, okudukları kitabın asıl anlatmak istediğiyle alakası yoktur. Filmin zaten hiçbir şeyle alakası yok.  Ortamlarda "Biz Dostoyevski okuduk" demek için bundan daha iyi fırsat olamaz. Kim bilecek?

Daha fazla da sallardım da üşendim. Neyse ki Scarlett Johansson filme bağladı. O da ilk yarısına kadar. Sonra o da kayboldu. 

En iyi özgün senaryo için aday gösterilmesi de şaka olmalıydı. Hayatımda gördüğüm en özgün olmayan senaryo... Bunlar baya standart hayatların standart filmleri. Bize göre hiç değil.

Hiç yorum yok: