Pazartesi, Kasım 20

The Bridge on the River Kwai



The Bridge on the River Kwai bir nesil için çok önemli bir filmmiş. Türkiye'de en çok sevilen filmlerden biri olabilir. Annem, babam, arkadaşları... Hepsi filmin hastasıydı. Islık; zaten kült kavramının tam karşılığıdır. Öyle ki; 1957 yapımı bu filmden çıkan ıslık, 2000 yılında Kopenhag'a kadar uzanmış.

Haksız da değiller. Oscar almış bir filmden bahsediyoruz. Kötü film olması mümkün değil. Oscar'ın Oscar olduğu zamanlar... 12 Angry Men ve Witness for the Prosecution gibi efsaneleri geride bırakan bir filmden bahsediyoruz. Yine de jüri ben olsaydım, tercihim 12 Angry Men olurdu.

The Bridge on the River Kwai iyi ama eksikleri ve hatta yanlışları var. Muhteşem bir film tabi; ama Oscar kazanmasına gönlüm razı değil. Ne de olsa bir Doğuluyum. Lucescu söylediğinde ülkede tepkiler yükselse de kabul ederim; biz oranın insanıyız. Ve bu film de her şeyiyle Batılı.

1957; Hollywood'un en aktif ve güçlü olduğu dönemin yıllarındandır. Savaş sonrası inanılmaz işler çıktı oradan. Yedinci sanat baştan yazıldı. Ve tam o günlerde dünya yeniden kuruldu. Yeni değerler, yeni kavramlar, yeni hayat tarzı. Komünist ülkeler kendi içine kapanınca (üstelik o da Batı'dır esasında), bu kültür ve hayat tarzı yayma işinin öncülüğünü ABD ve İngiltere üstlendi. Bu filmde de bunu çok net görebiliyoruz. İngiliz ve ABD'liler çok iyi, Japonlar çok kötü. İngiliz komutan gerçek bir centilmen, Japon komutan kalpsiz. Japonlar beceriksiz, Batılılar vatansever ve yetenekli. Esasında 1957'de Batı'nın kendisini ve diğerlerini nasıl gördüğünü anlatan güzel bir film. Onların gözünden hepimiz oradaki Japonlarız. Türk, Arap, Vietnamlı ve diğerleri...

Bir başka açıdan bu filmin savaş karşıtı olduğu vurgulanır. Son sahne, bu imajı güçlendirse de filmde bunu görmek pek mümkün değil. Daha doğrusu militarist bir film de değil savaş karşıtı da değil. Ve aslında filmin unutulmaz bir efsaneye dönüşmesi benim nazarımda tam olarak burada başlıyor.

Bugüne kadar birçok savaş filmi izledim. Çoğu da 1957'den sonra çekilmiş filmlerdi. Bu filmler arasında savaş karşıtı mesajını çok net verenler de, savaş yanlısı olanlar da, milliyetçiliği göze sokanlar da, ajitasyon yapanlar da vardı. Burada ise; karakterler savaşın önüne geçmiş. Her ne kadar bir taraf kötü, diğer taraf iyi gösterilmişse de... 

O siyasi alt metinleri bir kenara bırakırsak; yani ülke düşünmezsek; hakem hocalarının pozisyon yorumlama tarzı ile "Kırmızı çoraplı ile beyaz çoraplı oyuncu" gibi bakarsak acayip bir film çıkar karşımıza.

Filmdeki tüm önemli karakterler aslında izleyene şu soruyu sordurur; "Ben olsam ne yapardım"

Savaştan kaçar mıyım, cepheye geri dönerim, düşmana nasıl davranırım, esire nasıl davranırım, sıkışınca ne yaparım? Her karakter devamlı bir karar verir, bir ikileme düşer. Zaten esasında bir savaş filmi değildir, çünkü cephede değilizdir. Çatışma görmeyiz. Son anlara kadar silah patlamaz. İşin askeri değil, psikolojik kısmı vardır. İnsana ait durumlar söz konusudur.

Bu anlamda son sahne çok önemlidir. Filmin en önemli karakteri son anında "What Have I Done" der ve kararlarıyla yüzleşmeye o anda bile devam eder. Diğer filmler gibi "Savaş kötüdür" veya "Savaşların nedeni vardır" demez. sadece "Savaşta insan/asker ne yapar?" diye sorar.

Güzel ve güçlü bir filmdir, niyeti kötüdür, Oscar adayı olması doğrudır ama kazanması haksızdır. Her şeye rağmen efsanedir.

Hiç yorum yok: