Cumartesi, Nisan 27

The Boy Downstairs


Konusundan ve tarzından dolayı umutlu olduğum film beni hayal kırıklığına uğrattı. Gerçi IMDB puanı ve internet yorumları (yok denecek kadar az) biraz işaret etmişti ama yine de "Her film iyi çıkabilir, şans vermek gerek" düşünceme sadık kalarak filmi izledim.

Yeni evine taşınan genç hanım Diana, alt katta eski sevgilisinin oturduğunu öğrenir ve sonrasında olaylar gelişir. Daha doğrusu gelişmez. Tempo çok yavaş. Geriye dönüşler ise çok fazla. Adeta zaman tünelinde kayboluyoruz. Filmin süresi 90 dakika ama bana çok daha uzun geldi. Aslında yönetmen ve senarist aynı; Sophie Brooks. Öyküye hakim olmasını beklerdim ama arada kalmış. Daha dramatik de olabilirdi, daha komik de. İkisini harmanlamaya çalışmak çok değerli ama onu yapabilmek de büyük meziyet. Burada yönetmen de öykünün kendisi de nereye gideceğini kestirememiş.

Filmde biraz Woody Allen, biraz Sarah Silvermann, biraz Eternal Sunshie of the Spotless Mind etkileri var ama en sonunda hiçbiri olamıyor. Kendisi de olamıyor. Kısa süre içinde zihinde unutulup gidiyor. Yine de benzerleri gibi olmasa da bizim sinemamızda türeyen Pucca filmlerine 10 basar. Yani onları severek izliyorsanız, bundan sıkılmazsınız. Üstelik ne kadar kötü bir deneyim olsa da yönetmenin diğer filmlerini de merak etmedim değil. 

Cuma, Nisan 26

İtibar


Aslında böyle bir yazı yazmak istemezdim. Hem tercihim hem tarzım değil. Fakat spor basının ucuna biraz girmiş biri olarak bazı düşüncelerimi aktarmak gerekiyor. Bu düşünceleri, daha önce yazı yazdığım yerlerde de yazabilirdim ama ister istemez eksik kalırdı. İçimden geçenleri dışa dökmek için en ideal yer burası. Hem yazmış oluyorum hem de mesela Twitter'a yazarak bir kargaşaya neden olmuyorum. Çoğu arkadaşım olan, en fazla 100 kişinin okuduğu bir bloga yazmak en sağlıklısıydı.

Aslında her şey 2009 gibi başladı. O dönem internette futbol blogları furyası başlamıştı. Birçok genç, kültürlü, bilgili, futbolu seven, takip eden insan bloglarda buluşmuştu. Blog tutanların büyük bir kısmı ya genç oldukları için ya da kariyerlerindeki talihsizlikler yüzünden ana akım medyada yer bulamıyordu. Fakat o dönemde öyle bir atmosfer oluştu ki, bir anda ana akım bloglar oldu.

Sonrasında 'mikroblog' denilen Twitter yaygınlaştı. Blog yazılarına aşina olduğumuz insanlar, Twitter ile beraber oraya geçti. Yazmak istediklerini daha çabuk bir şekilde daha çok insan ulaştırdılar. Tabi biraz daha kısa olarak, yani özet geçerek. Eski uzun ve dolu yazılar ortadan kayboldu. Artık okunmamaya başlanan bloglar da yazarlar tarafından boşlandı. Bir tercihti, kimseye laf söylenemez. Zaten işin bu noktasında herhangi bir sıkıntı yok.

Hem bloglarda uzun yazılar yazabildiklerini gösteren hem de Twitter'da 140 karakterin hakkını verebilenler yavaş yavaş ana akım medyaya geçtiler. Zaten bir yerden para kazanmaya başlamaları lazımdı. Sevindirici bir gelişmeydi. Kafalarda bir hayal ve ideal vardı. Artık köşe başlarını tutan ve ezberden konuşan ağalar yerlerini bırakmak zorunda kalacak ve bu genç insanlar halka ulaşacaktı. İlk başta da öyle oldu. Şu an birçok spor kanalında ve gazete gördüğünüz insanların bir kısmı o topluluktan, bu blogun sağ tarafındaki blog listesinden ve çok daha fazlasından geldi. 

Fakat geldiğimiz nokta, hiç de beklediğimiz gibi olmadı. Sorunun kimde olduğunu bulmak çok kolay değil. Halk, toplum, ahali, okuyucu, izleyici, patron, tiraj, hit gibi kavramlar mı onları dönüştürdü, yoksa onlar mı dönüşmek istedi bilemiyorum. Fakat  eskisinden daha da kötü bir ortam olduğu mevcut.

O yıllarda ben de gençtim. Ben de burada ilk yazılarımı yazdığım yıllarda, hem ergenlikten yeni yeni çıkıyordum hem de taraftarlık duygularım ağır basıyordu. Heyecanlıydım. Sonra sektöre girdim. İsteyerek girdim, çok da keyif aldım. Halen de alıyorum. Kolay bir iş değil, o yüzden sevmeyen insan yapamaz. Barınamaz. Ben seviyorum. Üstelik çok sevdiğim oyunun bir şekilde içine girebilme imkanı yakaladım. İşim sayesinde kendi bakış açılarımı geliştirmiş oldum. Birçok futbolcu ve teknik direktörle tanıştım, konuştum. Kulüplerde, basında, futbolun dokunduğu birçok yerde çalışan birçok emekçiyle, futbol topu sayesinde para kazanan profesyonelle tanıştım. Uzun uzun sohbetlerim oldu. Birçok kişi sektöre girdikten sonra "Artık bu oyunu sevmiyorum" itirafında bulunsa da ben o sohbetler sayesinde işimi de, futbolu da daha çok sevdim. Fakat bir yandan da çocukluğumdan beri ilgilendiğim, izlediğim, oynadığım, okuduğum oyunun ne kadar çetrefilli bir spor olduğunu fark ettim. İlerledikçe ve öğrendikçe aslında, senelerdir anladığımı sandığım oyun hakkında ne kadar çok şey bilmediğimi fark ettim. Bir zamanlar bilgiçlik yaparak çok çabuk salladığım insanların, aslında saygı duyulacak bir iş yaptığını fark ettim.

Zaten bu işi neden yapıyorduk ki? Gerçi herkesin derdi ve meselesi farklıdır ama ben oyunu seviyorum. Bu oyun sayesinde çok şey kazandım. Arkadaş kazandım, para kazandım, eğlence kazandım. Oyunun içinde olmak ve içinde olurken de bir değer üretmek güzel olabilirdi. İdealist duygular olmadan, çok büyük paralar kazanmanın zor olduğu yerde dirsek çürütemezsiniz. Bir şeyler üretmenin hazzını yakalamak zorundasınız. Çok şeyler aldığınız döngüye, bir şeyler vererek katkıda bulunmalı, hatta onun daha iyi hale gelmesine yardımcı olmalısınız.

Her çocuğun daha iyi şartlarda spor yapması ve spor yaparak sosyalleşmesini sağlayabilmek için basının da çok önemli bir yeri var. Aslında buralar uzun konular.

Bir de daha güncel, kısa vadeli bir görevimiz var. Sahada oynayan oyuncunun ve kenardaki teknik direktörün kendisini ifade edeceği, halka ulaşacağı bir araçtır spor medyası. Ayrıca izleyenlerin de bilgi alacağı bir yerdir. Yani bir köprüdür.

Tabi herkes bu ideallere sahip olmayabilir. Fakat bir de etik kısmı var; sahada mücadele eden insanların itibarını korumak gibi. Evet; onları eleştirmek en doğal hakkımız ama kelimeler doğru kullanılmalı, eleştiriler belli bir süzgeçten geçilerek yapılmalı. Bu "yıkıcı değil yapıcı eleştiri" ezberine benzese de aslında tam olarak değil. İsterseniz yıkabilirsiniz de. Fakat kullandığınız dil önemli. Yazı ile edebiyat ile iş yapan ve üreten insanların kullandığı dil önemli; zira toplum bile oradan şekillenecektir. Şu günlerde o dilin ıskalandığını çok net görebiliyoruz.

O 2009 zamanının en gözde isimlerinden biri Ali Ece'ydi. F Dergisi'nde severek okurduk. Sonra tanışma imkanımız da oldu. Futbolu sevdiği belliydi. Fakat zaman içinde bambaşka bir figüre dönüştü. Karius şovu, bir 'iş' diyelim ve geçelim. Fakat Fanatik'teki yazılarında yazdıkları gerçekten akıl alır gibi değil. Mesela Hasan Ali Kaldırım'ı eleştirmek yerine, "Onu yorumlarsam dava açabilir" minvalinde cümleler  kullanıyor. Nasıl yani? Hakaret davası mı? Yani kötü oynayan (bence kötü değil) bir sol beke hakaret edebilir miyiz? Üstelik bizi bundan alıkoyan sadece maddi tutar mıdır? Yani hakaretlerin yargıda cezası olmasa eder miydik? Kötü oynayan bir sporcuya kendimizi tutup hakaret etmememiz bir başarı mıdır? Bir sol bekin kötü oynaması ne kadar kötü ve sinirlendirici bir olaydır?

Veya Trabzonspor maçında kırmızı kart gören Belhanda için "Onunla aynı evde kalsaydım (ki kalmam da) elektrik faturasının parasını ona vermezdim" ne demek? Ucu ırkçılığa kadar gider ama Ali Ece'nin öyle bir adam olmadığını biliyoruz. Fakat onu okuyanların ne olduğunu bilmiyoruz. Ali Ece gibi biri böyle cümleler kullanıyorsa, öfkeli kalabalık Belhanda'yı veya Hasan Ali'yi görünce ne der? Sahada işin yapanları eleştirirken, onların en azından itibarını korumak gerekmez mi?

Uğur Karakullukçu tanıdığım sevdiğim bir arkadaşım. O blog jenerasyonunun en gözde gençlerinden biriydi. Altyapı maçlarını izler, ülke puanı hesaplardı. Araştıran bir adamdı. Hâlâ da öyledir. Çalışkandır. Tırmalar. A Spor'dan ülkeye seslenir. Tanıştığım ve işimi öğrenen insanlar bana direkt onu soruyor mesela. O kadar seviliyor.

Geçen sezon bir konuyla gündeme gelmişti. Yasin Öztekin'in kendisini tehdit ettiğini söylemişti. Haklı olabilir. Gerçekten de Yasin arayıp onu tehdit etmiştir, şaşırmam. Fakat Uğur, bu olayı canlı yayında açıklarken "Ben gazeteciyim, Yasin'i eleştiremeyecek miyim?" dedi. Bu cümlede de hata yok. Fakat Uğur'un Yasin için yazdığı tweet'leri biliyoruz. Mesela ona 'Eyşan' demişti. Eğer Ezel izlediyseniz Türkiye Twitter  literatüründe Eyşan'ın ne anlama geldiğini biliyorsunuzdur. Bir sporcuya, bir gazeteci buna diyebilir mi? Bu bir eleştiri midir? Gazeteci bunu derse, başkaları neler der?

Serdar Ali Çelikler yakın çevremizde çok sevilen bir isim. Hatta o yüzden, yani onu eleştirdiğimiz için bizi arkadaşlıktan çıkaran dostlarımız oldu. Onlara göre Serdar Ali dobra konuşan bir adamdır. Aslında dobra konuşmuyordu, sadece arkadaşlarımızın sevmediği Aykut Kocaman'ı yerden yere vuruyordu,  arkadaşlarımızın da hoşuna gidiyordu. Serdar Ali için değişen bir şey olmadı. Yeni sezonda başkalarını etiketliyor. Reyes'e 'kazma', Jailson'a 'çubuk kraker' diyor. Aslında bu sıfatlar da bire birde çok dert edilecek konular değil. Yıllarca Recep Çetin'e de 'takoz' dendi. Tekniği yetersizdi çünkü. Fakat diğer özellikleri, onun yıllarca Beşiktaş'ta tutunmasını sağladı ve herkes de bu özelliğine saygı duydu. Serdar Ali'nin ise Reyes ve Jailson'a saygı duyma gibi bir derdi yok. Onların itibarı umrunda değil. Haliyle Kocaman'a sallarken kral olan Çeliker, şimdi Ali Koç döneminde salladığı oyuncularla biraz tepki çekmeye başladı. Ekşi Sözlük'ten aldığı duyumlar ayrı mesele ama o mesele bu yazının, yani 'dil' konusunun derdi değil.

Uzak mesafeli olduğum insanları eleştirip yakınlarımı teğet geçmem adil olmaz. Bir dönem çalıştığım Socrates'te de benzer bir durum var. Youtube programlarının büyük bir kısmını severek dinliyorum. Fakat bazılarında küçük bir "Beyaz Futbol"a dönüşüyorlar. Oysa en çok eleştirdikleri kültürün simgesidir Beyaz Futbol. İki tarafı birbirinden sadece özneler, özel isimler ayırıyor. Beyaz Futbol'da, Sneijder, Kocaman, Şenol Güneş gibi isimlerden bahsedilirken burada Giroud, Mourinho gibi uluslararası ve bizden uzakta olan isimler değerlendiriliyor. Onlara çok rahat 'çöp' deniliyor. Programda ulanlar, herifler havada uçuşuyor. Madem böylesi komik ve sıcak; Abdülkerim Durmaz ile Ahmet Çakar'ın günahı ne? Ayrıca bir oyuncu bizi izlemiyorsa, bizim eleştirilerimizi duymayacaksa, İngiltere'de top oynayan bir Fransız ise ona hakarete yakın kelimelerle eleştiri düzmek makul mu?

İsim isim örnek vermeyi bırakalım. Konuyu tasvir ettik. Şimdi bu durumun nedenlerini tartışalım. Son dönemin yaygın tabiriyle, biz ne ara böyle olduk?

Spor medyasında ve hatta hayatın tüm alanlarında artık okuyucu ve izleyici talep ediyor. Onlar para harcıyor. Parayı da markalar veriyor. Sponsorların, reklam şirketlerinin sunduğu kadar var olabiliyorsunuz. Sponsorların önemsediği, ya da ölçtüğü, tek bir şey var; rakamlar. Bir projede sizinle çalışmak istiyorlarsa veya bir projeye para akıtmak istiyorlarsa bunun geri dönüşünü hesaplamak zorundalar. Bu geri dönüş de etkileşim sayesinde oluyor. Markalar için Twitter'da ve diğer sosyal medya mecralarında ne kadar etkileşim alındığı önemlidir. Haksız da sayılmazlar. Kendi sektörlerine göre tutarlı bir anlayışları var. Tabi ki en çok 'rating'i olana para harcamak istersiniz.

Şarkıcı, oyuncu buna göre hareket edebilir. Serenay Sarıkaya saç kesimini en çok nasıl beğeniliyorsa öyle yapabilir. Veya başka biri tweet'lerini ülke gündemin göre kutlama ve kınama mesajlarıyla şekillendirebilir. Ne de olsa onlar fikirleriyle değil yetenekleriyle ön planda. Çoğunluğa fikir sunmak zorunda değiller.

Fakat aynı durum basında yer alan 'üreticiler' için geçerli olmamalıydı. Maalesef öyle oldu!  Herkes bireysel bir medyaya dönüştü. Bu nedenle daha çok 'tık' almak zorundasınız. Bunun da en kolay yolu çoğunluğa göre şekil almaktır. Futbol okuyan ve izleyenlerin çoğunun durumunu ise biliyoruz. Belki siz de onlardan birisiniz. Tahammülsüz, saldırgan, öfkeli, kendi fikrinin kesin doğru olduğundan emin, araştırmaktan kaçınan, kendisini çürütecek bilgi ve verilere düşman bir kitleye sahibiz. O kitlenin hoşuna gidecek sözler söylediğiniz sürece "Adamsın", "Dobrasın", "Bunu ancak sen söylersin abi" gibi cümleleri duyarsınız veya okursunuz. 

Bu kitlenin en büyük düşmanı da futbolculardır. Özellikle de bazı yerli futbolcular ama genel olarak mimlenmiş futbolcular, teknik direktörler. O kitleyi ayrı bir yazıda irdeleriz ama konumuz basındakiler. İşte onlar da bu kitleye göre konuşmaya başladılar. Aykut Kocaman'ı, Hasan Ali Kaldırım'ı, Belhanda'yı eleştirmenin, hatta ona yaratıcı bir şekilde hakaret etmenin geri dönüşü var. Kimse bunu ıskalamak istemiyor.

Sadece yukarıda bahsettiğim isimler değil bunu yapan. Tüm sektöre yayılan bir durum. Hatta yorumculardan daha çok muhabirlerde böyle bir durum var. Mesela Galatasaraylı muhabirler, yaz ayında Tarık Çamdal'ı yerin dibine sokmak için adeta yarıştı. Tarık, muhakkak kötü bir transferdi. Verilen para da çoktu. Fakat silah zoruyla gelmemişti. Takımda kalmak da onun isteğiydi. Ben futbolcu olsam, oynayacağım takıma giderdim ama takımda kalıp, oynamadan para kazanmak da bir tercihti. Yanlış değildi. Yanlışı yapan onu takıma yüksek bedelle katanlardı. Fakat taraftarların tepkisi en çok Tarık'a olunca, muhabirler de en çok ona yürüdü. Çöp kutusu görseli paylaşıp, "Tarık idmana çıkıyor" diyen muhabir bile oldu. Kimse de "Beyler ne yapıyorsunuz?" demedi. Zaten onu diyen olsaydı da ya "Yerli oyuncu dostu" olurdu, ya da "Farklı olmaya çalışılıyor" denilerek marjinalleştirilirdi.

Son dönemin bir diğer revaçta sözüdür, hepimiz aynı gemideyiz. Hakikaten de öyledir. Biz bu toplumun bir parçasıyız. Ve herkes yaşadığı toplumdan rahatsız. Spor medyasındaki isimler, sosyal hayatlarında toplumun yaşadığı dönüşümden, toplumdaki öfkeden rahatsız olduklarını söylerler. O öfkeyi söndürebilecek güçleri yoktur muhakkak. Sonuçta sadece 90 dakikalık bir maçı yorumluyorlar. Onlardan bir toplum mühendisiliği beklemek haksızlık olur. Fakat rahatsız oldukları şeylere dönüşmeleri de iç acıtıyor. Bu alevi körüklemeleri üzüntü verici. Hatta bazen de sinirlendirici.

Sahada emek veren insanların işlerini bu kadar küçümsemek, emeklerini yok saymak, kimliklerini itibarsızlaştırmak hoş bir durum değil. Sonuçta gazeteci de sponsor da, ürettiğini futbolu seven insanlara satıyor. Eğer seyirciye/müşteriye sahadakilerin kazma, çöp, karaktersiz, tembel olduğunu söylerseniz, bir yerden sonra ürünü satamazsınız. Kim onları sevecek? Kim onları izleyecek?

Türkiye futbolundaki kalite muhakkak düştü. 10 yıl önceki gibi değil. Fakat yine de sahada bir oyun var. İzlenmeye değer bir oyun. Birileri orada mücadele ediyor. Kötü veya yetersiz olabilirler ama kısa vadede onlardan çok daha iyisi gelmeyecek. Seviyemiz bu. Bunu yükseltmek için çalışmalar olabilir ama çalışan herkesi küçük düşürerek bir yere gelinemez. Üstelik seviye ne kadar düşük olsa da oyunu izlemek için bir neden bulunabilir. Basının bir görevi de o nedenleri göstermektir (Ligin reklamını yapmaktan bahsetmiyorum).

Bu toplumsal olayın heyecanını yaşatmak gerek. 1980'lerde ve 1990'ların başında da Türkiye futbolunun seviyesi çok üst düzey değildi. Fakat spor sayfaları okunur, maçlarda tribünler dolardı. Çünkü insanlar Takoz Recep'i de, İmparator Oğuz'u da, Kral Tanju'yu da görmek isterdi. Herhalde Tanju Çolak şimdi oynasaydı, aynı maç sonu röportajlarıyla kimseyi tatmin edemezdi. Attığı gollere de bir kulp bulunurdu.

Sonuç olarak, bu itibarsızlaştırma, bu kötü dil, bu öfke beni üzüyor ve sinirlendiriyor. İnsanların emeğinin böylesine göz ardı edilmesine içim el vermiyor. Bu dil daha ne kadar devam edecek onu da bilmiyorum. Herhalde en sonunda gazeteler iflas edip, insanlar futbol izlemekten vazgeçince herkes yaptığı kötülüğün farkına varacak. Ya da yine suçlanacak başka birileri bulunacak.

Spor medyası son 10 yılda doping alana, şike yapana, kulüplerin kasalarını boşaltanlara, kötü orta yapan bir sol beke kızdığı kadar kızmadı.

Bir orta saha, kırmızı kart gördüğü için ne kadar suçlu olabilir ki? Bu ülkede en büyük suçlu o oluyor.


Pazar, Nisan 21

Nika: Oyundan Öte



Eksikleri olsa da, süresi kısa olsa da, biraz fazla dar çevre de kalsa da izlenmeyi hak ediyor... Futbola ve tribüne dair çok az görsel içerik var. Emeğe sahip çıkmak gerek.

Cumartesi, Nisan 20

Oy Değil Gol


Eski futbolcular son dönemde bir furyaya kapıldı. Röportaj veriyorlar, röportajlarında takım içinden bilinmeyen anıları komik bir dille anlatıyorlar. Serhat Akın'ın Twitch'i ile başladı, Atakan Kurt'un programıyla hızlanarak devam ediyor. Biz de gülerek dinliyoruz. Takım içinde olan bitenler onları bağlar ama tribünlerde yaşananları, ya da tribünlerin tepkilerini biraz yanlış anlamış olabilirler.

Geçtiğimiz  günlerde de gündeme bir açıklama düştü. Beşiktaş'ın eski futbolcusu Ahmet Dursun verdiği bir röportajda "Beşiktaş'ta estiğim zamanlar 'MHP'ye sempatim var' dedim. Bunu diyince taraftarlar bana karşı cephe aldı. Sürekli yuhalandım. Gol attığım bir maçta da yuhaladılar. Tayfur Havutçu taraftara 'yapmayın' dedi. Ona da, 'Ahmet'i alana Tayfur bedava' diye bağırdılar" ifadelerini kullandı. Ahmet'in açıklaması bayağı dikkat çekti. Beğenenler, gülenler, "Ulan Çarşı!" diyenler oldu. İyi, güzel ama gerçekten olaylar böyle mi gelişti?

Esasında Ahmet Dursun böyle bir açıklama yapıyor. 2001 yılının Ocak ayında Sabah gazetesine bir röportaj veriyor. Tabi Sabah o zamanlar, şimdiki gibi bir siyasi partinin yayın organı değil. Magazine de çok fazla kayıyor. Röportajın havasında da magazin esintileri var. Zaten Ahmet de magazinel bir futbolcuydu. O dönemde de hem gol atıyor hem de tartışılıyordu. Mesela takım içinde Mehmet Özdilek ve Erman Güraçar ile kavgaları manşet olmuştu. Özellikle efsane kaptan Şifo ile kavga etmesi yüzünden tribün onun plakasını almıştı bile. Sonrasında Sabah röportajı geliyor. MHP'li olmasından ziyade daha ilgi çekici cümleler var. O dönemde tabu olan konulara giriyor. "Seksi zamanında yaparım" diyor mesela. Özel hayatı o günlerde zaten gündemdeyken böyle bir açıklama yapma ihtiyacı hissediyor. Hatta röportajda formsuz olduğunu kabul ediyor ama bunun özel hayatıyla ilgili olmadığının altını çiziyor. MHP konusuna ise "Tokatlıyız, doğuştan MHP'liyim. Ama programını bilmem" cevabını veriyor.

Beşiktaş tribünün sadece bu cümle yüzünden, program bilmeyen Ahmet'e tepki göstereceğini sanmıyorum. Üstelik o sezonun (2000-2001) ikinci yarısı boyunca Ahmet Dursun protesto ediliyordu. Bir cümle yüzünden beş ay gidilmezdi. Başka sebepler olmalıydı. O dönem Beşiktaş'ın maçlarına giden arkadaşlarıma da konuyu sordum. Hepsi Ahmet'in yuhalandığını hatırlıyor ama hiçbiri MHP açıklamasını bilmiyor.

Öyleyse arşivlerde biraz daha gezelim. Ahmet Dursun, 1999-2006 arasında altı sezon Siyah-Beyazlı takımın formasını giydi. Son üç sezonunda gol sayıları da ilk 11'de oynadığı maç sayısı çok düşük. İlk üç sezonunda ise gerçekten estiriyor.  Resmi maçlarda sırasıyla toplam 21,  16 ve 14 gol atıyor. İlk sezonunda o dönemin meşhur "Ahmet dursun, Seba gitsin" tezahüratı yapılıyor.

İkinci sezonunda, yani 2000-2001'de Ahmet Dursun ligde 12 gol atıyor. Fena rakam değil. Sezonun ilk yarısında çok daha iyi günler geçiriyor. Devre boyunca 7 gol atıyor. Galatasaray maçında attığı iki golle derbiye damga vuruyor. Bir de unutulmaz Barcelona maçı var. Gerçekten esiyor! Fakat sezonun ikinci yarısında aynı gitmiyor. Zaten Beşiktaş da iyi başladığı sezonda giderek formdan düşüyor. Nevio Scala gönderiliyor, Daum geliyor. Tribünler huzursuzlaşıyor. Tüm oyunculara tepki oluyor. Bazı maçlarda Kapalı, eski futbolcuların isimlerini bağırarak sahadakilere nispet yapıyor. Sevilen, protestolardan muaf tutulan tek bir isim var; o da Pascal Nouma.

Nisan ayında bir Samsunspor maçı oynanıyor. 0-0 sona eriyor. Forvetler saç baş yolduruyor. Mehmet Özdilek penaltı kaçırıyor. En çok tepkiyi Ahmet Dursun çekiyor. Siyasi bir tepki yok. Ahmet o sıralar formsuz. Bilal Meşe bile ertesi günkü köşe yazısında "Biz Ahmet'i eleştirmekten bıktık, o kötü oynamaktan bıkmadı" yazıyor. O maçı çok iyi hatırlıyorum. Çünkü bir gün sonrasında Bağdat Caddesi'nde Ahmet Dursun'u görmüştüm. Orada bile denk gelen Beşiktaşlı taraftarlar kendisine laf atıyordu. Beşiktaş için şampiyonluk hayalinin sonraki sezonlara ertelendiği gündü. Sezon resmen değil ama fiilen bitmişti ve taraftarların odağında gol atamayan Ahmet Dursun vardı.

İki hafa sonra Beşiktaş, İstanbulspor ile karşılaştı. Galibiyete, hatta erken gollere rağmen 90 dakika bütün takıma protesto yapıldı. Maç 30 dakikada 2-0 oldu. 36. dakikada ise Beşiktaş bir penaltı kazandı. Taraftarlar penaltıyı Nouma'nın atmasını istese de topu eline alan Ahmet Dursun'du. Taraftarın isteğine karşı gelerek penaltı noktasına giderken, stadyumdan uğultular yükseliyordu. Golü atsa belki her şey düzelebilirdi ama penaltıyı kaçırdı. Sonrası çılgınlık... "Ahmet dışarı" sesleri İnönü'yü inletiyor.

Sezonun son iç saha maçında (Siirt Jet Pa) ise Ahmet Dursun sadece 45 dakika sahada kalabiliyor. 

Yine de zaman her şeyin ilacı. Futbolda yeni sezon yeni umutlar demektir. Nouma gidiyor, Ahmet kalıyor, takım değişiyor, transferler geliyor. Yazın düzenlenen sezon açılışı töreninde tribünler doluyor. Taraftarlar en çok desteği Ahmet Dursun'a veriyor. Küsler barışıyor. Belki Ahmet Dursun yine MHPli olmaya devam ediyor ama zaten o konu pek de tribünün umurunda değil gibi duruyor. Onlar sadece Ahmet'in sahada toparlanmasını bekliyor. Yeni sezon öncesi beyaz bir sayfa açıyorlar. Ahmet Dursun 14 golle sezonu tamamlıyor ama Beşiktaş yine üçüncü oluyor!

Konuyu nereye bağlamak lazım bilmiyorum. Aradan 18 sene geçmiş. Belki bizim bilmediğimiz, arşivlere girmeyen, 30.000 taraftarın büyük bir kısmının bilmediği mevzular vardır. Olabilir. Fakat sanki biraz abartı da hakim. Bu tip açıklamalar son dönemde çok arttı. Futbolcuların hafızaları da, tribünü anlama konusundaki düzeyleri de pek yeterli değil gibi. Neyse ki arşiv var...