1980, tüm Türkiye'de olduğu gibi sinemada da dev bir kırılma yarattı. O dönemin sertliğini, yıkımlarını, kayıplarını ve zorluklarını es geçmek doğru olmayacak belki ama bu kırılımın sinemada bir öze dönüş yarattığını da inkar etmemek olmaz.
Öze dönmek ne demek, onu bir açalım. Yani 1970'lerin Yeşılçam'ının sadece gişe kaygısı güden, birbirinin kopyası, hatta oyuncu kadrosu bile ayni olan filmlerine ve en iyi (popüler) oyunculara senede 15 film çektiren, bu sayede de niceliğin çok, niteliğin düşük kaldığı dönemine veda edilmişti.
Artık şartlar daha ağırdı ve film çekmek zordu. Belki film izlemek bile zordu. Dönemi yaşamadık o neden hâkim değilim ama aslında bu da güzel bir konu olur. O donemde insanların sinemaya gitmek gibi bir derdi veya eğlencesi var mıydı? Böyle dönemlerde sinema bazen sığınaktır. Mesela 1929 krizi Hollywood'u büyütmüştür. Ama bizim toplumsal yaşamımızda gözlem yapmadan ezbere bakışlarla gördüğümüz,sinema salonların git gide kan kaybettiği, hatta Eşkiya'ya kadar kapısına kilit vurduğu bir dönem olduğuydu.
Yani aslında sinema, sinemafillere kalmıştı. Bir de erotik film sevdalılarına... En azından darbe etkisi sona erip biraz daha normalleşme başlayana kadar bir süre böyle ilerlemiş.
İşte o senelerde, döneme göre oldukça cesur filmler çıkmış. Gazap Rüzgarı, onlardan biri. Cesurluğu sadece darbe döneminde çekilmiş olmasından kaynaklanmıyor. Zaten politik bir film de değil. O görevi daha çok Şerif Gören ve Zeki Ökten filmleri üstlenmiş zaten. Orhan Aksoy'un yönettiği ve Gülşah Film'den çıkan bir film ne kadar politik olabilir ki? Fakat 70'lerin Yesilçam eserleriyle kıyaslanınca oldukça cesur bir metin görmek mümkün.
İlk başta Hülya Koçyigit'in canlandırdığı Selma karakteri, o döneme kadar alışılmış kadın figürünün çok uzağında. Kendisi bir avukat. Şarkıcı veya konsomatris değil. Kendi ayakları üzerinde durmaya çalışıyor, üstelik evli bir adama aşık oluyor. Onunla sevişebiliyor ve bundan bir utanma duymuyor. Hatta evli olduğunu öğrenince bile sevişiyor. Buna rağmen seyirciye bir 'kötü kadın' olarak da gösterilmiyor. Sonra bir mafya liderinin avukatlığını yapıyor, onunla da beraber oluyor. Ona, onu sevmediğini ve sadece bir kadın olarak arzuladığını söyleyebiliyor. Bu sırada yasak aşkından bir oğlu oluyor ve onu tek başına büyütmeye çalışıyor.
1980 öncesinde çekilen bir film olsaydı, Erol Tas'i dövmeye çalışanlar gibi bir kitle de bu kadını toplumdan aforoz etmeye çalışırdı. Belki de medyada öyle yazılar da yer almıştır; ama sinemanın kitlesel bir boyutta olmadığı günlerde fazla yankısı duyulmamıştır diye tahmin ediyorum.
Bir de erkeklerimiz var...
Mahmut Cevher, yardımcı erkek oyuncu. Bir mafyayı oymuyor. Fakat o da alıştığımız mafya değil. Daha doğrusu, büyük ihtimalle öyledir ama biz onu 'işi'yle görmüyoruz. Sadece mafya olduğunu biliyoruz. Sert ve karizmatik olduğunu görüyoruz. Soygun, çatışma, cinayet, eroin gibi şeyler yok. Ne mafyaya özendirme var ne de mesaj kaygısı güdülerek 'kötü şeyler'den bahsedilme... Direkt adamın kendisine odaklanıyoruz. Bireye... Cevher'in karakteri Ömer Atalay filme geç giriyor ve tasviri biraz çala kalemle yazılıyor ama Cevher'in oyunculuğu ve karizması büyük bir ilgi çekiyor.
Cihan Ünal ise başrolde. Kendisi beğenmediğim bir oyuncu olsa da burada çok etkileyici oynuyor. Ama karakteri Fikret de de pek sevimsiz, pek itici. Ünal, başrol olmasına rağmen 70'lerin güçlü, kahraman jönlerinden değil. Koltuk sevdalısı, karısını aldatıyor, sevgilisine duyduğu sevdaya da sahip çıkamıyor. Gayet zayıf bir karakter. 70'lerde salonları dolduran seyircilerin sevmeyeceği tipten.
Aslında 70'lere de gitmeye gerek yok. Bugün birçok sinema sitesinde, film hakkındaki yorumlarda 2000'lerin kadınları ve erkekleri Selma'yı ve Fikret'i yerden yere vurmaya devam ediyor. Örf ve adetlere uygun olmayan filme düşük puan verenler çok fazla. Belki iktidarın kalelerinden Hülya Koçyigit'in kendisi bile şu an bu filmi anıp hatırlatmak istemiyordur. Fakat yine de teknik açıdan tüm yetersizliklerine rağmen, bir öncü film olarak gösterebiliriz. Türk sinemasında; politik filmler dışında toplumsal devrimin adımları için taş atmış filmlerden. Son dönemde izlediğim filmler arasında olan Uzun Bir Gece de bu açıdan çok değerli benim için.
Tabi Uzun Bir Gece çok daha bizim filmimiz. Zira bir Necati Cumali romanından uyarlanıyor. Gazap Rüzgarı ise bir ABD romanından uyarlanmış. İlginçtir; romanın yayınlanma tarihi 1980. Türkiye'de sinemaya aktarılması, ABD'den bile daha önce oluyor. Kim okumuş da, yabancıdan önce risk alıp fikir olarak sunmuş merak ettim. Senaryo Orhan Aksoy olarak geçiyor; bunu da ekleyelim. Fakat sanki Selim Soydan'ın ABD'de yaşayan bir arkadaşı bu kitabi okumuş ve Gülşah Film'e "Baba bu romanı film yapsaniza" demiş gibi bir havası var.
Detayları bilemeyiz. Zaten internette filmin kendisi hakkında da çok fazla içeriğimiz yok. Fakat filmde güzel şeyler arasında Cahit Berkay ve müzikleri de var. Onu da atlamamak lazım. Bir önceki postta yine bir Türk filminden bahsetmiştik ve orada da müziklerin kalitesini öne çıkarmıştık. Bu film de geri kalmıyor. Üstelik bir sahnede Tanju Okan'ı da (Filmdeki rolü ile ufak bir Frank Sinatra havası veriyor) mini konser verirken görüyoruz. Yani, müzikal açıdan doyurucu bir film.
İzledikten sonra hayatınızın filmi olmayacaktır. O dönemin en güçlü filmleri arasına bile girmeyecektir. Fakat izlemekle bir şey kaybetmeyeceksiniz. Bir de Türk sinemasının geçtiği aşamaları gözlemlemek gibi bir ilgi alanınız varsa, bu filmin önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum.
Bazı filmler çok iyidir ama kendisinden sonra gelenlere sadece gişe ümidi ve ilhamı verir. Bazı filmler ise çok iyi değildir ama kendisinden sonra gelenlere, hikayesini anlatma cesareti verir.
Gazap Rüzgarı yabancı bir elden uyarlansa da ikinci gruba giriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder