Pazar, Haziran 27

Festivalin Dışında Kalmak


Teknik direktörlerin saha içindeki kararlarını eleştirmek tarzım değil. "O neden oynamadı?", "bu sistem neden tercih edildi?", "analiz yapıldı mı?" gibi soruları sormanın bir amacı yok. Zaten soru soranların cevapları öğrenmek gibi bir kaygısı da olmuyor genelde. Soruların vurgusundan, amacın soru sormak olmadığı bile çok net anlaşılıyor. Mesela, "O neden oynamadı?" cümlesi, sonunda bir soru işareti barındırsa da aslında "Onu oynatmak hataydı ve sen suçlusun" anlamını taşımaktadır.

Zaten basının görevi de sanıldığı gibi eleştirmek veya yargılamak olmamalı. Hem de Türkiye gibi tüm organizasyonların yarım yamalak olduğu bir ülkede, profesyonelleri bu yarım yamalak şartlar altında değerlendirmeye tabi tutmak esas görevinin tam tersi gibi duruyor. Önce bu bozuk alanın dikenlerini, ve çöplerini ortadan kaldırmak, çalışanlara huzurlu bir ortam sunulması için uğraşmak gerekiyor. Bu sağlandıktan sonra zaten sağlıklı bir değerlendirme ve ölçme, ardından da eleştiri ortamı sağlanabilir. Bu ortam sağlanana kadar da, iletişim bölümlerinden beslenen basının aslında bir köprü kimliğine bürünmesi ve saha ile tribün arasında bir iletişim sağlaması gerekiyor.

Tüm bunlara rağmen Şenol Güneş'e ve A Milli Takım'a da ufak bir eleştiri getirmek mümkün. Zaten ortada kötü olduğu tartışılmayacak bir sonuç var. Bunu inkar edemeyiz. Aynı zamanda bunları tekrar deşmeye de gerek yok. Sebepler ve sonuçlar sık sık tartışılıyor zaten. O topa girmek yersiz olur. Fakat ülkede bir hayal kırıklığı yaşandığı da gerçek.

İnsanların hayallerine ket vuramayız. Fakat beklentilerin yükselmesi normal değildi. Bu 'uçuş' hali engellenebilirdi. Bu noktada sanki biraz "Beklenti yüksek olsun, bu bir coşku yaratır. Biz fazla ilişmeyelim" havasına girilmiş olabilir. Biraz istemem sağ cebime koy tarzı... Kitleleri yönlendirmek de bu işin bir parçası sonuçta sonuçta. Belki de en önemli kısmı. Yine de bizim esas değinmek istediğimiz nokta burası değil.

Şenol Güneş; uzun yıllardır Süper Lig'de hücum futbolu oynatmasıyla tanındı. Bu konuda çok başarılı imzalar attı. Hatta gözden düşen futbolcuları baştan yaratmasıyla kendine has bir kimlik edindiğinde bile bu baştan yaratılan futbolcuların büyük kısmının hücum odaklı olması tesadüf değildi.

Fakat sanki onun için çoğu şey Napoli- Beşiktaş maçıyla değişti. 2016 yılında oynanan maçta topun arkasında bekleyen Beşiktaş, İtalya'dan 3-2'lik galibiyetle döndü. O günden sonra Güneş'i birçok 'büyük' maçta benzer bir anlayışı uygularken gördük. Ertesi sezon oynanan Monaco maçından, A Milli Takım'daki Fransa ve Hollanda maçlarına kadar... İşin ilginç kısmı Güneş, bu maçların büyük bir kısmından sonuç da aldı. Sonuç aldıkça daha da bağlandı.

Oysa biz Güneş'i pragmatik bir teknik direktör olarak bilmezdik. O hücumdan, daha doğrusu oynamaktan hiç vazgeçmezdi. Kariyerine dair hatırladığımız en eski sekans bile 1996'daki unutulmaz Fenerbahçe maçında skor 1-1'ken ve şampiyonluk için yeterliyken, oyuncularına 'ileri' işareti yapmasıydı.

Sadece hareketleri değil, demeçleri de bu yöndeydi. Her zaman oynamaktan, yapmaktan, keyif almaktan bahsetmiştir. Mesela Socrates'e verdiği röportajda şu ifadeleri kullanmıştı:

"Bizim de oyunu bozduğumuz maçlar oldu, Fransa maçı gibi. Olacak da zaten. Ama her maça da bozma ilkesiyle çıkılmaz. Kolay bir şey  çünkü bozmak. Oyunu, yaşayışı, ilişkileri... Yapmak, bozmaktan daha zordur. Oyun kurmak da... 

Amaçlarımızdan biri de Türkiye'de iyi oyuncuların, iyi bir oyunun olduğunu göstermek. Bir de gruptan çıkarsak daha da iyi futbol oynayacağımıza inanıyorum. Fakat gruptaki oyun, sonuçlardan çok, Fransa ve İzlanda maçlarında oynadığımız oyunlardan daha iyi olmalı."

Yapmak bozmaktan zordur gerçekten. Bozmak kolaydır. Ve sene boyunca çok az defa toplanan, oyuncuları farklı takımlarda ve hatta farklı ülkelerde olan milli takımlarda, oyun kurmayı sağlamak daha da zordur. Son yıllarda bunu başaran kaç takım oldu ki? Barcelona temelli İspanya ve Bayern temelli Almanya için işler daha kolaydı. Başka?

O yüzden bir milli takımın savunma temelli olması gayet anlaşılabilir. Fakat aynı zamanda burası da bir turnuva. Turnuva diyoruz ama daha çok bir festival. İki senede bir, tüm dünyanın uzlaştığı ve aynı yöne baktığı bir organizasyon. İki sene boyunca tek bir maç izlemeyen yaşlı teyze de, sezon boyunca sadece kendi takımının maçına bakan çocuk da yazın aynı anda oturup aynı maçı izliyor. Tüm kıtanın bu coşkuya katılmasını bir kenara bırakalım (ki bu da önemli bir detaydır), ülkelerin maçlarında tüm toplumun ekran başında olduğunu biliyoruz.

İşte bu noktada daha heyecanlı bir futbolu tercih etmek köprülerin sağlam atılmasına neden olabilirdi. Sadece hücum oynamak değil kastımız. Savunmak ve beklemek planların merkezinde olacaksa da, ekrana ve tribüne keyif vermeyi öncelik sıralamasının başına yazmaktan kaçınmamak gerekir.

Muhakkak herkes bunun olmasını ister. En başta da teknik direktörler. Fakat bu turnuvada bizim adımıza sanki kazanmak, beğeni yaratmanın önüne geçti.

Üç maçı kaybetmiş bir takımın ne kadar eleştirildiğini görünce, bir teknik heyete "kazanmayı önemsemeyin" demek de acımasızlık olur ve biraz da gerçeklerden kopukluktur. Fakat diyoruz ya, burası turnuva...Yani bir festival. Bu gösteriye ne kadar çok katkı sunarsanız, bıraktığınız iz de o kadar kalıcı olur. Ayrıca bu sayede yaşanan yenilgilerden sonra hiç olmazsa  arkanızda az da olsa bir destek bulabilirsiniz. Şimdi ise elde üç yenilgi var ama projeye güvenen ve istikrardan yana olan birkaç idealist dışında kimseden destek yok.

Şova katkı sunmak, günümüz futbol dünyasında çok değerli. Bilet paralarının bu kadar yüksek olduğu, yayın haklarının zirve yaptığı ve insanların zamanının değerli olduğu bir çağda bundan azade olamazsınız.  90 dakika insanlar için çok uzun bir süre. Sadece kazanmak, ateşli taraftarlarınızı memnun eder. Fakat 'bozucu' oyun, kazansanız bile beğeninin düşmesine neden olur. Alev alev yanan lig maçlarında beğeninin ikinci plana atılmasını anlayışla karşılayabilirim ama 80 milyonun ve kıtanın izlediği tek müsabakada öncelikler değişebilirdi.

Napoli maçıyla başladık, Bayern Münih karşılaşmasıyla devam edelim.

Beşiktaş, 2017-18 sezonunda Şenol Güneş yönetiminde çok başarılı bir Şampiyonlar Ligi sezonu geçirdi. Grubunu namağlup lider bitirdi. Beşiktaş taraftarı ve Vodafone Park, Avrupa'nın gözdesi oldu. Aralık ayında çekilen kurada rakip Bayern Münih olarak belirlendi. Avrupa, diğer tüm eşleşmeler gibi iki ay boyunca bu maçı bekledi. Beşiktaş ilk maçı deplasmanda 5-0 kaybedince turu geçme ihtimali mucizelere kaldı. Rakip Bayern olunca hiç sürpriz bir sonuç değildi.

Fakat 5-0'lık yenilgi rövanşa bir formalite maçı olarak bakmayı gerektirmezdi. Mucizeyi gerçekleştirmek için sahaya çıkmak kesinlikle beyhude bir çaba olurdu. Fakat şova katkı sunmak mümkündü. O sezonun Avrupa'da en çok dikkat çeken takımı Beşiktaş'tı. Avrupalılar, birbirlerine "Bu takım nasıl başarılı oldu?" diye soruyordu. Bayern Münih ile oynanacak rövanş maçı TSİ ile 20.00'de başlayacaktı. Yani o gün o saatte oynanacak tek maçtı. Barcelona - Chelsea maçı öncesi insanların göz atacağı bir karşılaşmaydı. Bu sayede hem Beşiktaş'ı, hem turnuvanın favorisi Bayern'i, hem de ateşli Beşiktaş taraftarını odaklanılmış bir şekilde izlemek mümkün olacaktı.

Fakat Beşiktaş, o maça rotasyon yaparak çıktı. Sakatlar, cezalılar vardı ama hem sahadaki oyun hem de sürülen kadro o sezonun Beşiktaş'ı değildi. Karşılaşmayı Bayern 3-1 kazandı ama sonuç önemli değildi. Ortaya sıkıcı ve 'Bitse de gitsek' havasında bir 90 dakika çıkmıştı. 

Beşiktaş'ın Avrupa'da yarattığı biraz otantik soslu merak duygusu, ortadan kaybolmuştu. Ne o eşleşme ne de o sezonun Beşiktaş'ı hak ettiği kadar hatırlanmıyor belki de. Zira nasıl biterse bitsin, bir romanı ve bir filmi vurucu yapan sonudur. Bu da sonu sönük kaldığı için arada kaybolan bir öyküydü.

Fransa ve Hollanda'yı yenen Türkiye'nin yarattığı da biraz bu oldu. Avrupa'yı es geçelim; yıllar sonra televizyon ekranına oturup maç izleyenler de bu 10 gün boyunca biraz sıkılmış olsa gerek. Seneye Katar'da oynanacak maçlar öncesinde aynı ilgiyi yakalamak çok zor olacak. Turnuvanın dışında kalmak için sadece üç maç kaybetmek veya rakiplerden az puan toplamak gerekmiyor. Bazen oradayken de sizi görmezden gelirler. Bazen de kazanmasanız bile, o coşkunun bir parçası olursunuz.

Aslında yazı bir teknik heyet eleştirisi olsa da, hangisinin daha değerli olduğunu tüm ülkenin ortak bakış açısı belirler. Kendiniz için faydalı olanın peşinden gitmek mi, yoksa festivali oluşturan tüm paydaşlara keyif vermek mi?

Hiç yorum yok: