Salı, Ağustos 29

Eyyamı Futbol Sıcakları

Bu hafta, Avrupa’da ülkemizi temsil eden dört takımın oynayacağı maçlar ertelendi. Çok ilginç bir şekilde, bu karar kamuoyundan büyük bir alkış aldı. Karar henüz açıklanmadan önce basına sızmıştı zaten. O esnada kendi aramızda, “Bu saçma kararı kim sundu” acaba diye tartışırken, Uğur Meleke gibi birkaç kişi Bu öneriyi haftalar önce ilk ben yazdım bile dedi. O kadar büyük bir sevinçle karşılandı ki yani, herkes kararın altında bir imzası olduğundan bahsetti.

Oysa bundan birkaç sene önce, Avrupa kupaları için maç ertelemeler büyük bir günah olarak sunuluyordu. Maçı ertelenen takımın kollandığı düşüncesi genel bir kabuldü. Sırf bu yüzden, uzun süre maç ertelenmesi olmadı.

Türkçe’yi yeni öğrenen yabancı arkadaşlarınıza veya konuşmaya başlayan çocuklarınıza “Eyyam” kelimesinin anlamını anlatmak çok zor olabilir. Neyse ki Türk futbolu bu konuda yardımınıza her zaman yetişir. Her defasında kelimenin hakkını veren güçlü örnekler çıkarıyor karşımıza. Böylece bu ay içinde de imdadımıza yetişti.

Bu tip ciddi kararların günlük alınması her zaman sıkıntıdır. Yıllardır bu alışkanlıktan vazgeçemedik. Kararın doğruluğu, faydası önceliğimiz olmuyor. Bir ilke üzerinden karar alınmıyor. Önce şartlara bakılır, şartlar uygunsa karar alınır. 

Yani ülkemizi Avrupa’da temsil eden dört takımın da mücadelesine devam etmesi, kararın alınmasında önemliydi. Bu takımlardan biri, önceki turlarda elenmiş olsaydı bu karar alınmazdı. Hatta lobisi daha zayıf Adana Demirspor da elenmiş olsaydı bu karar alınmazdı.

Oysa mesela sezon başında böyle bir karar alınabileceği vurgulansa, o zaman içimiz daha rahat olurdu. Fakat işlerin bu noktaya geleceğini kimse ön görmemiş demek ki?

Üstelik neden bu sezon böyle bir karar alındı ki? Ülke puanının çok değerli olduğu vurgusu yapılıyor da önceki sezonlarda değil miydi? Trabzonspor, geçen sezon son yılların ön eleme oynamak zorunda kalan ilk şampiyonu oldu. Yıllardır şampiyonumuz ön eleme oynamadan gruplara kalıyordu. Geçen sezon böyle bir durum varken neden Trabzonspor için aynı karar alınmadı? Geçen sezon ülke puanımız çok mu yüksekti de şimdi çok kıymetli hale geldi.

Trabzonspor, iki Kopenhag maçı arasında Antalyaspor deplasmanına gitti ve beş gol yedi. O beş golün yarattığı yıkımla çıktığı Kopenhag maçında bir gol atsa maçı uzatmaya götürecekti, ama 90 dakika 0-0 sona erdi. Üstelik bir de bu sezonun başında oynamayan Süper Kupa maçına çıkmışlardı. O maçta da Hamsik sakatlanmıştı. Şimdi o Trabzonspor – Kopenhag eşleşmesini, mesela bu seneki Fenerbahçe – Twente eşleşmesinden daha önemsiz kılan nedir?

Rakiplerimizin, Portekiz, Belçika, Norveç, Hollanda gibi ülkelerin bu tip kararlar alındığından bahsediliyor. Doğru da. Fakat zaten bu ülkeler bu ertelemeleri sık sık yapıyor. Hatta ne zaman yapacakları haftalar öncesinden belirleniyor. Biz ise kararı bir anda ve duruma göre bakarak alıyoruz. Sezon başında; fikstür çekildiğinde, “sezonun üçüncü haftasında Avrupa’da devam eden takımları maçları ertelenecek” denilebilirdi mesela. Ne beklendi ki? Cevap belli. Yukarıda bahsettik neyi beklediklerinden…

Türk futbolu, kendi ayaklarının altına dinamit koymayı çok seviyor. Gereksiz gündemlerle başını ağrıtmak, polemikler yaratmak ve onları çözememek en büyük hobimiz. Bu hafta da o hobiye alet olduk.

Gelen her yeni sezonda; bir zamanlar tüm vasatlığına rağmen katlanarak sevdiğimiz ligimizden uzaklaşıyoruz. Biz uzaklaşıyorsak, bu ligle yeni yeni tanışan genç kuşaklar nasıl bağlanacak merak ediyorum.


Pazartesi, Ağustos 28

Hırsızın Günlüğü


Uzun zamandır yeraltı edebiyatı okumuyordum. Önce bunun nedenini düşündüm. Zira zamanında çok fazla ilgim vardı ve her kitabı severek, her satırı heyecan duyarak okuyordum. Sonra o geç ergenlik de sona erince, hayat gailesi daha realist ve güvenlikçi olmayı mecbur kılınca rota değişti herhalde. Ya da yeraltı edebiyatındaki karakterler kadar sert ve cesur olamayacağımı fark ettiğim için o satırlardan bir arayış, bir yönlendirme bulamayacağıma ikna oldum.

Cevabı tam olarak bilmiyorum. Sonuç olarak aramıza bir mesafe girmişti. Fakat kütüphanede bir tane örneğine denk gelince, aklıma o eski günler geldi. 2023’ün de hepimiz için zor, hatta zordan da öte dibe vurduğumuz bir yıl olduğunu düşününce, belki bu ekolün yeniden bana bir rehber olabileceğini, uyuşukluğumu bir reddiye haline dönüştürebileceğini düşündüm.

Jean Genet ismini daha önce duymamıştım. Fakat hakkında söylenen sözler çok olumluydu. Çok güçlü referanslara sahipti. Mesela zamanında Sartre da çok fazla övmüş kendisi. Öyleyse, onun yazdığı bir romana zaman ayırabilirdim.

Fakat kendi hayat hikayesinden esinlenerek yazdığı Hırsızın Günlüğü bana hiç haz vermedi. Yaşlılık belirtisi mi acaba bu? Artık daha tutucu, daha muhafazakar biri mi oluyorum? Yoksa belki de gerçekten de yazar ve eseri zayıftır.

Yazar eşcinsel bir hırsızın (yani kendisinin) hikayesini anlatıyor. Eşcinsel olması benim için çok önemli değildi ama kitabın neredeyse tamamını aşkları, ilişkileri, tutkuları üzerine kurması beni biraz sıktı. Kitabın üçte ikilik bölümü bu şekilde ilerliyor. “Hırsızlık” veya toplum dışında kalma durumu çok az vurgulanıyor. O ilk üçte ikilik bölümde, Endülüs’e yaptığı ve kendisiyle yalnız kaldığı gezi en elle tutulur kısımdı. İspanya’nın güneyinde, sıcağın altında ve ıssızlığın ortasında kendisine bulma çabası, o esnada oradaki şehirleri, insanları anlatması çok hoştu. Fakat bu da 25-30 sayfadan fazlası değildi.

Kitabın son bölümü ise çok daha farklıydı. Orada biraz daha eleştirel, biraz daha sertti. Daha çok durumlardan bahsediyordu. Fakat o da yer altı edebiyatında aradığımız bir durum değildi. Fazlasıyla şiirseldi, ağır felsefi bir tavrı vardı. Yine de oraları okumak, romana vereceğimiz puanı sürpriz bir şekilde yukarıya çekti.

Oysa son bölüme kadar daha çok olayları anlatan, neler hissettiğinden çok neler yaşadığına vurgu yapan bir yazar vardı. Hatta biraz bodoslama anlatması bana yıllar sonra yazılacak Yolda’yı anımsattı. Belki de Sartre’ın bu kadar övmesi, Genet’nin birçok yerde övgüyle bahsedilmesi bundandır. Evet; 2023 yılında okuyunca bizi pek tatmine etmedi. Bu ekolün çok daha iyi örneklerine denk gelmiştik. Fakat diğer yandan, yazıldığı çağa göre (1948; yani savaş sonrası tüm değerleri yeniden sorgulayan Avrupa’nın yeniden doğmaya ve yeni şeyler aradığı bir yılda) oldukça riskli, tartışmalı, yaratıcı, yenilikçi bir romandı. Kendisinden sonra gelenlere ışık vermiş olabilirdi. Bu açıdan düşününce saygı duydum.

Yine de günün sonunda ben bir okuyucuyum. Edebiyat eleştirmeni veya külliyatı tasnifleyen biri değilim. Sabah mesaim var, akşam eve dönüyorum, yoruluyorum, zamanım kısıtlı, ama kısıtlı zamanımı değerlendirecek alternatiflerimin sayısı bol.  Bazen metrobüste ayakta işe giderken, bazen tuvallette, bazen sahil kenarında 10-15 dakikayı kitap okumaya ayırıyorum. İşte o esnada, birilerine öncü olmuş bir eserden ziyade, bana şimşek çaktıranı tercih etmek istiyorum. Maalesef Hırsızın Günlüğü o şimşeği çaktıramadı. “Bitse de gitsek” hissini uzun süredir herhangi bir kitapta yakalayamamıştım, buraya denk geldi.

Fakat Genet’nin hayat hikayesi halen ilgi çekici. Bu da yazarlığından bağımsız bir durum. Yetimhanelerde büyüyen, hırsızlık yapan, eşcinselliğin şimdikinden 100 kat daha tabu olduğu bir dönemde bunu ifade eden, Kara Panter’e destek veren, Filistin mücadelesinden bahseden (buradaki görüşleri Sartre ile çelişince ikilinin araları bozulmuş) öldüğünde (1986) oy kullanma hakkı olmayan, kitapları sayesinde idam cezasından kurtulan bir Fransız… Gayet ilgi çekici...

Otobiyografik öğelerle yazdığı romanı sevmedim ama biyografisi merak uyandırırdı. 

Perşembe, Ağustos 3

Süper Dergi



Son 30 yılda Türkiye'de çıkan spor dergilerinin büyük kısmını her sayısıyla satın almışımdır. Hatta bazılarında çalıştım bile. Hiçbiri hakkında kötü eleştiri yapmak istemem, zira okunacak bir şeyin bulmanın zor olduğu yıllarda ortaya bir ürün koyan herkes baş tacıydı. En azından baş ucuydu...

Fakat yine de aralarından bir tanesini ayırmam gerekiyor. Belki benim çocukluğuma denk geldiği için nostaljik subjektiflik söz konusu olabilir. Fakat yine de dönüp tekrar bakınca bile halen "Yapılmış en iyi dergi" diyorum buna. O nedenle de buraya taşıyalım kendisini.

Süper Futbol, Sabah grubunun çıkardığı bir dergiydi. Sabah grubu o zamanlar, şimdiki gibi kaliteyi düşürebildiği kadar düşürüp, sadece 'taraf' olmayı seçerek sırtını dayayan bir grup değildi. Çok daha iyiydi. Gerçi o haliyle bile bizim tercih ettiğimiz ilk grup olmazdı ama şimdiki haliyle kıyaslayınca hiç fena değildi.

İşte onlar, 1997-98 sezonunun başında bir karar aldılar ve haftalık bir spor dergisi çıkarmaya karar verdiler. Yukarıda fotoğrafa gördüğünüz derginin kapağında 1 yazsa da esas ilk sayı bu değil.

Önce haftalık ve daha ince çıkıyordu. Daha çok, o haftanın almanağı şeklindeydi. Yanlış hatırlamıyorsam salı günleri çıkıyordu. Çok güzel ve çok kısa bir şekilde haftayı özetliyordu. Zaten internetin olmadığı ve özellikle Avrupa futboluna biraz uzak kaldığımız dönemde çöldeki vaha gibiydi. Öte yandan içimizdeki Süper Lig sevgisini ateşe döndürmeyi de başarmıştı. 

Üstelik haftalık derginin tarzı da bugünlere çok uygundu. Tüm bilgilerin anında düştüğü ve hemen uçarak kaybolduğu bu zamanda, haftanın olaylarını toparlayan bir ürün çok değerli olabilirdi.

Tabi şimdilerde insanların okuma alışkanlığı iyice düştü. Zaten o zaman da pek yüksek değildi. Haliyle dergi de rağbet görmedi. Ardından dergi ekibi bir karar aldı. Şubat ayında, dergi haftalıktan aylığa döndü. Artık 1998 Dünya Kupası da yaklaşıyordu. İçerikler biraz daha Fransa 98 ağırlıklı olmaya başlamıştı.

İçeride hem çok güzel yazılar, hem de tartışma yaratan yazılar vardı. Mehmet Aktop'un yazdığı bir Liverpool yazısı beni Liverpool'a bağlamıştı mesela. Hıncal Uluç'un Terim'e "Şehir kırosu' dediği yazıyı da orada okumuştum ama Uluç belki önce Sabah'a da yazmış olabilir. Uğur Vardan'ın da "Artık Avrupa hedefi için Terim uygun değil" yazısı durur aklımda ve hatırladıkça tebessüm ederim.

Çok değişik araştırma konuları vardı. Futbolcularla yapılan röportajlar, şartların uygunluğu nedeniyle çok daha açık ve şeffaftı. Yani futbolcular bam güm konuşabiliyordu. Kapakları, sayfalardaki fotoğrafları da .çok güzel ve canlıydı. Aylığa geçtiği ilk sayısında verdiği Galatasaray deodorantının kokusu bile halen burnumdadır. 

Fakat aylık derginin ömrü de çok uzun süremedi. Sadece dört sayı çıkabildi. Kupaya hazırlanan dergi, Fransa 98'i göremedi. Yine de dergi ekibinde yer alan birçok kişi yıllar içinde daima karşımızda oldu.

Hatta aynı grup 2001-02 sezonun başında yine benzer bir haftalık çıkardı. Bu sefer biraz daha magazinden beslendi. Ümit Karan'ın Tuğba Özay ile poz verdiği, Rüştü Reçber'in eşi Işıl Reçber ile röportaj verdiği içerikleri vardı. Tabi, bu eklemelere rağmen o dergi de çok uzun sürmedi... Ama neyse ki aynı dönemde çıkan Radikal Futbol biraz daha uzun soluklu olabildi.

Süper Futbol'un genel yayın yönetmeni Alp Can'ın ise trajik bir hikayesi vardır. Onu da yad edelim. İstanbul Üniversitesi sosyoloji bölümü mezunu olduğunu öğrendiğimde, hiç tanımadığım bu adama yakınlık hissetmiştim. Zaten çok da güzel bir dergi çıkarmıştı. Fakat mesleki kariyeri istediği gibi gitmedi. 2000'lerin ortasından itibaren uzun süre işsiz kalınca, biraz derbeder bir hayata karışmış. Bunun sonucunda da 2010 yılında, henüz 49 yaşında kalp krizinden vefat etti.

Süper Futbol'un aylık olanlarını yıllarca, yani 25 sene boyunca saklamıştım. Artık onların da geri dönüşme gitme zamanı geldi. Ara ara açıp okuyordum ama artık belli başlı sayfaları, taranmış haliyle PC'den okunacak. Aynı tadı vermez tabi ama 25 yıllık dergiyi de; 10 farklı eve taşıdıktan sonra artık 11.'ye götürmek evlilikte zararlara yol açabilir.

Keşke ayrılık nedeni yenilere yer açmak olsaydı ama o konuda umudumuz yok...


Çarşamba, Ağustos 2

Sırça Köşk


Öykü kitabı okumak gerçekten çok işlevsel. Şimdilerde herkesin peşinden koştuğu "Hap içerik" kavramının en kaliteli hali. Tabi yazınsal olarak. Yoksa görsel açıdan kısa filmler de var. Metrobüste bir öykü, metroda bir öykü, yemek yerken iki öykü falan derken hop; iki günde kitap bitiyor. Romanı her yerde okuyabilmek, kaldığın yerden devam etmek bu kadar kolay olmuyor. "Şimdi bölünmesin" diye diye erteliyoruz devamlı.

Kalemini çok sevdiğim ve okuduğum ilk günden itibaren geleceğe (yani bu zamana) uygun bir dille yazmasına şaşırdığım Sabahattin Ali, bir kez daha yanıltmıyor.

Daha önce Değirmen'i de okumuştum. O biraz daha gençlik dönemi hikayelerinin toplandığı kitaptı. Açıkçası o, bana daha coşkulu gelmişti. Sırça Köşk ise biraz ağır ilerledi. O nedenle eğer mecbur kalırsam tercihim Değirmen olurdu. Fakat Ali'nin Değirmen'i çok sevmediğini ve Sırça Köşk'ü öldürülmesinin hemen öncesinde yazdığı (1944-1947 arası) öykülerden olduğunu biliyoruz. Yani daha içine sinerek yazmış. Aslında buradaki öykülerin daha akılda kalıcı olduğunu kabul etmeli....

Sırça Köşk kitabının içinde 17 tane öykü var. Yazı dilinin günümüze yakınlığı bir yana; işlenen konular bile bugünün geçerliliğine uygun.

Hastanede rehin kalan gebe kadınlar, tıp dünyası tarafından dolandırılanlar, köşklerde yaşayıp halkın huzurunu bozanlar, koyunlar, çobanlar, namı yürüsün diye katil olanlar, erkek zulmü nedeniyle pavyona düşen parlak öğrenciler... Bugün bu öyküler muhalif bir gazetede yayınlansa, Facebook'ta paylaşım rekorları kırardı.

Beni en çok şaşırtan ise Çirkince hikayesi oldu. Aslında hikaye de sayılmaz. Yani pek bir kurgu öne çıkmıyor. Yazarın İzmir'in bir kasabasına dair yorumları ve kıyaslarını okuyoruz. O kasabanın ise şimdilerde insanların peşinden koştuğu Şirince olduğunu öğrenince işin boyutu değişiyor. Keşke usta yaşasaydı da, 2000 sonrası Şirince üzerine bir değerlendirme daha yazaydı. Belki şu anki hali (bir de ülke geneli düşününce) onu biraz daha tatmin eder.