Perşembe, Kasım 26

Pazar, Kasım 22

Çok Benziyor


Aslında normalde benzemiyor da burada benzemiş.

Benzemese daha iyiydi ama bu şarkıda benzemesi daha iyi olmuş.

Veya bu aralar sıkıntı var....


ıt's like a pain in the chest
we disappoint and let down
and though ı'm trying my best
we're not so different from convicts on the run
freedom could kill us but we'd rather go on

Salı, Kasım 17

Nota Gerek Yok



Devlet duvara imzasını atmış zaten, boşuna sprey tüketip yazmasına gerek yoktu.

Pazartesi, Kasım 16

Kötü Anılar Biriktirdik




Babam bana devamlı "Büyüyünce beni anlayacaksın'' derdi. Ben de ilerleyen zamanlarda; en azından onun yaşına geldiğim zaman onu anlayacağımı biliyordum. Dünya tarihi büyüyünce babalarını anlayan çocuklar sayesinde yazılıyordu. Bunun farkındaydım. Bütün kitaplarda öyle yazıyordu zaten. Fakat o günlerde sinirlendiğim bir nokta vardı; ben zaten büyümüştüm. Babamın bunu bana en çok söylediği dönemde ben 17, 18, 19 yaşlarındaydım. Çok büyüktüm, gerçekten!

Ama o laftaki 'büyümek' kısmını yeni yeni anlıyorum. Çok klişe gelebilir ama öyle. Zaten sinir bozucu olan da bu. Nasıl yetiştirildiysek, ya da biz dünyaya nasıl baktıysak, o gün söylenen her şey ve bu gün gördüğümüz çoğu şey bizi şaşırtmaya devam ediyor. O zaman da insan ister istemez isyan ediyor geçmişindekilere, 'Ulan o zaman, en azından biz 7-20 yaş arasındayken, bize ne bok öğrettiniz''

İnsan yaşayarak öğreniyor, yaşayarak büyüyor. Artık eminim ki, babamın istediği kadar büyüdüm. Hele bu sene, çok büyüdüm. Babamı yine de tam anlamıyla anlıyor muyum emin değilim. Tahminim, babamı babam bile zor anlamıştır. Ama birçok şeyi yaparken kendimi babam gibi yaparken buluyorum. En basit, gündelik şeylerde bile.. Evde yanan lambayı söndürürken veya markette alışveriş yaparken...

Şimdi burada size babamı falan anlatmayacağım tabi. Konu o değil. Bu akşamın meselesi; yaşamak zorunda olduğunu bilmek, hayatta kalmak zorunda olmak ve bunun için bedel ödemekle ilgili... Babam da bunu yapmıştı zamanında. O nedenle bu yazıda adı sıkça geçiyor. Başka birini gözlemlemiş olsaydım ondan bahsederdim. Yani, babalar ve oğullar yazısı değil. Sadece ortak bir kaygının ürünü olmamız bizi buluşturdu. Aslında Türkiye'deki çoğu erkek aynıdır. Hele belli bir standartın altında sıkışmışsa...

Neyse ki babam bir dönem sonra kendini biraz kurtardı. Şu anda mutlu, en azından huzurlu... Öyle söylüyor. Ama hiç değilse, yalan söylüyor bile olsa, eskisinden daha yumuşak bir hayat yaşadığını tahmin ediyorum. Bunda benim de payım olduğunu bilmek güzel. Zaten tek güzel şey de bu. Gerisi hayatla mücadele etmenin zorluğu. Bazen yıldığımı hissediyorum. 'Olmuyor' sancısı gelip saplanıyor. Babamı anladığım nokta da burası; o sancı geldiğinde ayakta durmak. Belki de balonun havalanması için bazı yükleri aşağıya atmak.

Kısır döngü. Aşağıya attığın bütün yükler, senin hareket etmeni sağlıyor ama onlardan kurtulamıyorsun. Baktığın her yerde onları görüyorsun. Anılar ve insanlar... İnsanın bu kadar anı biriktirip, bu kadar olayı geride bırakıp, bir gün ölecek olması çok fena.

İnsan, günün sonunda o günü değil, geçmişindeki anılarını anlatacağı birilerini yanında istiyor. Ben de öyle en azından. Belki de sırf bu yüzden evleniyor. Evlendiği kişiye anlattıkları bitince bu sefer çocuklara sıra geliyor. En sonunda hafızası yeterse torunlara... Bencillik diz boyu ama başka türlü de çıkış yolu bulamazsın. Yoksa kendine hapsoluyorsun. Hedefsiz ve amaçsız.

Cuma, Kasım 13

Tek El



İyi foto...

Buradan daha iyi anlaşılıyor; adam biraz fazla büyük.... Buna rağmen baya iyi uçuyor.



Perşembe, Kasım 12

Çocukluk




Arafilboyu, limanın üst kısmı, Boztepe'nin altıdır. Sotka’da fuar vardı. Ben orada büyüdüm. Şimdi oradan yol geçiyor. Hem de iki yol birden. O yollar denizdi eskiden. Kumsal vardı, artık yok. Biz orada oynardık. Evimiz kilisenin yanındaydı. İki kızkardeşten kalma Rum eviydi. Şimdi yıkıldı. Midye yerdik, denize girerdik, öyle büyüdük... Fakir bir aileydik ama mahallede zenginler de vardı. Gelir bizde kalırlardı. Kapılar açıktı o zaman. Hafta sonları biz Görele’ye, Tirebolu’ya pikniğe giderdik. Aileler, anneler, babalar, kızlar... Deplasmana gitmek gibi bir şeydi aslında. Tanıdıklar vardı oralarda, ‘’Geliyoruz, sizde kalacağız top oynayacağız’ diyorduk. Farklı bir dünya vardı. Şimdi yok bunlar.

15 yaşında lisansım çıktı. Küçük bir kaleciydim. Kendi grubumda forvetim ama büyüklerin yanında kaleye geçiyorum. İkisinin de bakışı farklı. Hayata bakışın da değişiyor; büyüklerle ilişkin farklı, gençlerle farklı. Yönetenle ve yönetilenle ilişkilerini geliştiriyorsun. Kaba da olsa bir şeyler öğreniyorsun. 


Amatör takımdaydım, 50 lira prim verdiler. Ben de gidip babama verdim. O günden sonra eve para veren kişiydim artık. Aile reisi gibi oldum. Mahalle arasında takım yapan da bendim. O nedenle liderlik kendiliğinden geldi, takım kaptanı oldum. Sorumluluk alınca öne çıkıyorsun. Öne çıkınca da kendine göre hayat çiziyorsun. Bunu okulu yok ama hayatın kendisi sana dersler veriyor. Futbolun bana en büyük katkısı bu oldu. Yoksa oynuyorsun, zaman geçirip, enerjini atıyorsun.


Şenol Güneş 

Çarşamba, Kasım 11

Burdan Çeşmeye Kadar


Beşiktaş'ın altyapısında oynayan futbolcu

Cep telefonu

Akşam vakti mahallede toplanma

Kanka

Futbol topu

Çeşme

"Youtube'a atacağım ha"

Eşorfman altı

"O zaman bozalım..."

"Yap şu hareketi"

Kafasında top sektirdiği iddia edilen başka bir çocuk...


Kısacası; semti gibi semt

Salı, Kasım 10

Kürk Mantolu Madonna


Kürk Mantolu Madonna, ben bu kitabı hem sevdim, hem kızdım. Evvela niçin kızdığımı söyleyeyim. Kitabın birinci kısmı bir harikadır. Bu kısmın kendi yolunda inkişafı yani bir küçük burjuva ailesinin içyüzünü tahlili öyle bir haşmetle genişlemek istidadında ki, insan buradan ikinci kısma geçerken, elinde olmayarak, yazık olmuş, bu çok orijinal, çok mükemmel başlangıç ve imkân boşuna harcanmış, keşke bu başlangıç harcanmasaydı, diyor. Ben başlangıcı okurken yani Berlin’e kadar olan pasajı, senin benim anladığım manadaki realizmine hayran oldum. Beni dinlersen o başlangıcı almak ve kahramanın ölümünü kısaca tekrarlamak suretiyle o ailenin efradı ve eşhasının hayatları etrafında bir ikinci cilt, ayrı bir roman yapabilirsin, böylelikle de dinlemeye başladığımız harika musiki birdenbire kesilmiş olmaz. Gelelim ikinci kısmına, o kısım, başlı başına bir büyük hikâye olarak güzeldir ve böyle bir tecrübe gerek senin için gerekse Türk edebiyatı için lazımdı. Sen bu tecrübeyi başarıyla yaptın.


Nazım Hikmet böyle yazmış Sabahattin Ali'ye. Ali, öyküyü Büyükdere'de askerlik yaparken yazıyor. Naızm Hikmet ise bu mektubu Bursa'dan cezaevinden gönderiyor. 1930'ların sonu ve devamında 1940'lar çok entresan dönemler. O dönemin insanları da çok farklı, aydınları da... Dünyada savaş var ama buraya pek uğramıyor. Etkisinden kaçamıyorsun. Cumhuriyet köklerini salmış artık. Aydınlanma da var. Batı ile temaslar daha sağlam ama bir yandan da Anadolu'ya yöneliş var. Memleketimden İnsan Manzaraları da çıkıyor, Kuyucaklı Yusuf da. Öyle bir dönem, her şey yeni, her şey ilk...

Kürk Mantolu Madonna'da tasvir edilen Raif Efendi mesela, Türk edebiyatı için yeni bir karakter. Hayalleri olan, toplumdan ayrılan, resme ilgi duyan, sanatla ilgilenen, Almanya'ya giden bir Anadolu çocuğu. Genelde bu tip karakterler daha önceki yıllarda ''değerlerini kaybeden'' portrelerle yazılırken, Sabahattin Ali bunu kırıyor.

Belki de Nazım Hikmet'in ilk bölümü daha çok sevmesinin nedeni de budur. İlk bölümde daha Anadolu kaygıları vardır. İkinci bölüm ise Batılı yaşam tarzına uygun, dramatik olsa alışık olunmayan bir aşk hikayesi. Sadece Nazım Hikmet de değil... O dönem pek ilgi görmemiş yazılanlar. Daha sonra zamanla değer kazanan bir eser. Bugünlerde otobüste, instagramda, cafede bu kitabı görmeniz boşuna değil. Şaşılacak veya eleştirilecek bir konu da değil. Bugünün insanı bu kitapla daha çok bağ kuruyor. Çünkü Raif Efendi gibi hepsi. Sanata, estetiğe ilgisi olan, hayalleri olan, Avrupa görmüş, ufak aşk kaçamakları yaşamış ve sonra ülkeye dönmüş çocuklar çok fazla burada. 

Açıkçası aradan 70 sene geçse de ben Nazım Hikmet ile aynı düşüncedeyim. Biraz eski kafalıyım zaten ama yaşamadığım dönemin kafasını yaşamış olmam da benim bok yemem. Kitabın ikinci bölümü çok iyi cümlelerle yazılmış. İnsanın negatif yorumda bulunması haksızlık. Hatta insan düşünmeden edemiyor; üçüncü ve son kitabı böyle olan bir yazar (41 yaşında öldürüldüğünü de hesaba katarsak), yaşasaydı bir yirmi yıl içinde neler çıkarırdı acaba? Türkiye böyle bir ülke, ve kitabı okumayı bitirdikten sonra -ki oldukça çabuk ve kısa sürede bitiyor- akla hemen bu gerçek geliyor. Türkiye, aydınlarını, yeteneklerini, özel isimlerini harcamayı gelenek haline getirmiş bir coğrafyadır.

İlk bölümün kısa kalması bir daha üzüyor. Ben bu aşk olaylarına giremiyorum. Kendi hayatında insan buna bezer şeyler yaşıyor ve devamlı da bunu düşünüyor. Her gece yattığınızda eski sevgilinizi düşünür, geçmişte verdiğiniz kararları sorgularsınız. Bu bir rutindir ve bunu yaparken zaten bir sürü analizler yapar, bir sürü hikayeler kurarsınız. 

Fakat ilk bölüm; insanı daha çok sarsar, sarsmalı da... Yaşadığın yerde, yaşadığın toplulukta görmediğin, ihmal ettiğin, üzerine düşünmediğin gerçekler. İnsan gece yatarken, kendini Almanya sokaklarında Maria'nın peşinden koşan Raif gibi düşünebilir ama muhasebeci Raif'in ailesiyle ilişkisini gündelik hayatın içinde pek sorgulamaz. Oysa o Raif daha çok burada. O nedenle okuduğum ve izlediğim şeylerden beklediğim biraz da bu. Benim düşünmediğim, eksik kaldığım yeri tamamların.

Bu adam daha uzun yaşasaydı, tüm ülkenin eksik kaldığı yerleri biraz olsun tamamlayabilirdi...

Cumartesi, Kasım 7

Seçim 2015



Bu blogun en çok okunan yazılarının; iki farklı seçimin ardından yazılmış olması çok ilginç. Burada futbol, tribün falan yazacaktık. Baya şaşırmıştım o zaman. Hatta şimdi bile şaşırıyorum. Ama bu da ister istemez ufak bir misyon, daha doğrusu beklenti yükledi. Tamam, blog eskisi kadar takip edilmiyor, ben de çok bir şeyler atmıyorum ama hala birileri arayıp "Bu seçim hakkında ne yazacaksın" diyebiliyor. Hoşuma gitmiyor değil, ama bu seçimin ardından çok söyleyecek bir şeyim yok.

Bu seçim ve genel ülke siyaseti hakkında çok fazla yazasım yok. Aslında, hiçbir şey hakkında çok fazla yazasım yok. Eskiden, kendimi ifade etmek için yazıyordum. Sonradan bunun çok rahatsız edici bir şey olduğunu fark ettim. Kendini ifade etmeye çalışmak büyük bir risk. O denemenin sonunda kendini ifade edemezsen büyük bir dertle karşı karşıya kalıyorsun. O nedenle bazı konularda çok fazla kişiye ulaşmak iyi bir yöntem olmuyor. Bu konu da onlardan biri.

Yine de seçime gelelim. Ülkenin yüzde 49'uyla (hatta 60) aynı yerde değilim.Fakat şimdilik; bu ne beni, ne de karşı tarafı rahatsız ediyor. Rahatsız edici olan, geriye kalan kesimle daha çok ortak noktada buluşsam onlar kadar nefret dolu ve karamsar olmadığım için daha farklı bir dışlanmayla karşılaşmak Bu seçimde de aynısı oldu. Bu seçime dair çok olumsuz ve karamsar duygular beslemiyorum ve bu nedenle yanlış yolda olduğumu iddia edenler çoğunlukta.Onlara kalsa bu karamsarlıkla hemen bavulumu toplamam gitmem lazım. Bunu yapamadığım için şu an sadece umutlu olmam lazım; fakat o da çok görülüyor.

Türkiye'deki genç nüfus sabırsız, melankolik ve bencil. Bütün bunlar seçim sonrası oluşan atmosfere etki ediyor. Ama olayın özündeki asıl problem Türkiye toplumunun genel olarak seçimlere sonuç ekseninde bakması. Seçimi, bir şampiyonluk yarışının son haftasında oluşan puan durumu gibi tahlil ediyor. Oylama akşamını Eurovision gibi takip ediyor. Seçimde başarısız olunca ''Hoca bize taktı'' alışkanlığıyla başka sorumlular aranıyor. Bir sonraki sınavı düşünme gibi bir durum yok. Veya seçimleri şampiyonluk gibi değil de transfer dönemi gibi görmek gibi bir anlayış hiç yok. Oysa aslında tam bir draft dönemi. Birileri çok vekil alıyor, diğeri az alıyor. Ama ilerleyen süreçte belirleyici olan bu değil. Önemli ama tek başına yeterli değil.

Ezeli rakibin yüzde 49 almış. Sanki, 4. yıldızı takmış. Yok öyle bir şey. Seçimler, bir dönemin ilerleyişini şekillendirmek için yapılır. Yani bu bir son değil başlangıçtır. Ligin 34. haftasından çok, kumar masasında kağıtların dağıtılmasına daha çok benzer. Kağıtlar dağıtıldı, oyun başlayacak. Elimiz çok iyi değil belki ama kötü de değil.

7 Haziran'ı yok sayarsak, 30 yaşında ilk defa oy verdiğim bir parti meclise girdi. 7 Haziran'ı istatistiklere katarsak, ilk defa oy verdiğim bir parti bir sonraki seçimi gördü. Bunlar, yıllardır aynı partiye oy veren insanlar için şaşılşacak sevinçler. Devletin en derin köklerine inmiş, Cumhuriyetin geleneğinde yer edinmiş bir fikrin ve partinin seçmeni olunca anlamak zor oluyor. Parlamentoda bir vekilinin olması, hatta tam olarak 59 vekilin olması baya sevindirici bir durum. İnşallah mahçup etmezler. Bu sonuçlar 7 Haziran'da ortaya çıksaydı, memnuniyet seviyesi daha yukarılarda oluşurdu. 7 Haziran'dan sonra bakında oluşan karamsarlık ilk anda belki normal ama sürdürmek kesinlikle sağlıklı değil.

Lafı dolandırmayayım. Benim için en korkutucu olanı, 7 Haziran'da oluşan tablonun bir benzerinin oluşmasıyla ortaya çıkacak AKP-MHP koalisyonu olurdu. MHP'nin herhangi bir iktidar kanalında yer alması, AKP'nin tek başında iktidar kurmasından daha kötü olurdu. 

Burada bütün karamsarlığı oluşturan AKP'nin  5 ayda oy sayısını yükseltmesi. O oyların büyük bir kısmının MHP'den gelmesi aslında hesabın çok değişmediğini gösteriyor. Güneydoğu'dan giden oylar hoş olmadı. Ama o sıcak 5 aydan sonra bu da doğal. ''Olaylar kime yarıyorsa o yapıyordur'' diyenler şok! Olayların kime yarayacağını bile kestiremeyen bir sığlık var ortada. 

Türkiye, esnaf kültürünü damarlarında taşıyan bir ülke. Esnaf kavramı, sayıca çok olmasa da zihniyet olarak toplumun üzerinde yer alır. Çiftçi taşrada, diğer sektörler kentte yer alır. Ama esnaf, kentte de taşrada da vardır. Ülkede daha yaygındır. Ülkenin zaten esas problemi, kentli nüfus ile taşranın iletişim kuramamasıdır. Daha doğrusu taşranın muhafazakar (dini anlamda değil) kalıplarda sıkışması ve zaman ayak uydurmakta zorlanması... İki tarafın hayat tarzları ve iletişim şekilleri; fikirlerinden daha çok çarpışıyor. Esnaf zihniyeti ise çıkan her olayda yara aldığı için her daim 'istikrar'dan yana tavır alır. Yine öyle oldu. Evlerin tarandığı, sokağa çıkma yasaklarının olduğu bir dönemi, Batı, oldukça sessiz bir şekilde izledi. 90'larda büyüyen çocukların ezberden gelen alışkanlıkları... Hatta belki bir kısmı da Eylül ayında, sağ ideoloji ile beraber sokaklarda vatan kurtardı. Fakat oradaki yansıma farklı. Güneydoğu'nun bir kesiminin tepkisi farklı oldu (Yüzde 1-2).

Buralara girmeyelim. Özet olarak AKP-MHP olacağına, AKP olması daha iyi gibi. Başkanlık sorunu, kaygıları yükseltiyor olabilir. Haklılık payı var. Ama MHP, yüzde 18 oy alsaydı ve AKP'nin vekil sayısı düşük kalsaydı bu tehlike yine ortada olacaktı. İki parti arasındaki dirsek temasını son 5 ayda iyice gördük zaten. İki seçim arasındaki dönemden sonra belli bir kesim MHP'ye; Haziran'da hükümet kurulmasına destek olmadığı için tepki gösteriyor. Haklı olabilirler ve biraz da şanslılar; MHP 'ye tavır almak için bu kadar 'soft' bir şey yaşamış olmaları, onları ülkenin bir başka kesiminden daha ayrıcalıklı kılıyor.

AKP, 13 senedir ülke yönetiyor. Ne olursa olsun bir yönetme geleneği var. Olaya hakim olma durumu var. Erdoğan'ın dışladığı ama Davutoğlu'nun yeniden bünyesine kattığı isimler tekrar ana kadroda. Ülke selameti açısından faydası olabilecek hareketler. Fakat aynı zamanda AKP içinde de ikilik yaratabilecek bir durum. O tarafta ne olacağı belli değil; %49'un başarısının kime yazılacağı bile soru işareti. Üstelik dışarıda Abdullah Gül unsuru da bekliyor. Böyle bir dönemde yaşanacak krizler, koalisyon ile birleşseydi AKP, ''Bizi tek seçmediniz ondan böyle oldu'' diyerek işin içinden sıyrılabilirdi. Ekonomik krizlerin, Suriye'nin, çözüm sürecinin ve daha birçok meselenin baş tarafı zorlayacağını düşünürsek, böyle bir noktada tek bir partinin sorumluluk içinde olması, her açıdan daha sağlıklı. Üstelik öyle bir dönemde CHP ve/veya HDP'den biri hükümütte yer alırsa, olası bir ters gidişte halkın ''Ulan geldiniz iyice kötü ettiniz'' diyerek bir 15 sene daha oy vermeme refleksi ortaya çıkabilirdi.

O nedenle asıl iş şimdi başlıyor. Siyaset evden başlar. Çevreden başlar. Oradaki hareketler belirler geneli.

 "Bu ülkeden gideceğim" diyenler giderlerse büyük saygı duyarım. Bu dünyada bir tane ömrünüz var ve nerede huzurlu yaşayacağınıza inanıyorsanız oraya gitmelisiniz. Ya sev ya terk et dayatması yapılamaz. Hatta seçim özelinden çıkınca, imkanı olan herkesin gitmesi taraftarıyım. Fakat bu ''gideceğim'' tayfasının hali vakti yerinde olmasına rağmen, her seçimden sonra bu kadar karamsarlık yaydıktan sonra burada kaldığını görünce bunun 'Boş bir muhabbet' olduğunu düşünüyorum. Hele bir de kaldıktan sonra 'Bana ne abi herkes kendi bacağından asılır' dediğini görünce insanın içinde bir güvensizlik oluşuyor. Gidiyorlar, geri dönüyorlar, hatta bazen gitmeseler de standartın üstünde biraz iyi şartlarda yaşamaya devam ediyorlar. Ondan sonra de kendilerini ortamdan, 'biz'den, herkesten ayrıştırıyorlar. Bu ayrıştırma her zaman zarar olarak geri dönecek. Paragrafın başında dediğimiz gibi, siyaset çevreden başlar. Çıkıp TOMA'nın karşısında kahraman olmanıza ve hayatınızı riske etmenize gerek yok. Mahallenizde fark yaratırsanız, ülkede de değişiklik olabilir. Fakat bunun için sokağa çıkmanız gerekiyor. Yemeği Yemek Sepeti'nden söyleyerek evde değil, mahalle kebapçısında yemeniz lazım. 2-3 km'lik yol için arabaya binerseniz olmaz; yürümeniz lazım. Köşebaşındaki duvarda çekirdek çıtlamanız gerek. ''Ulan bunların bu seçimle ne alakası var'' diyeceksiniz ama bunu da en yukarıda söyledim zaten. Kendimi ifade edememem en büyük sıkıntım. Bu ülkede karamsar olmak için birçok neden var ama 1 Kasım seçimleri onlardan biri değil.

Cuma, Kasım 6

Fransız





Adam her zaman saha kenarında giydiği o montla dolaşmıyor... Çünkü o bir Fransız....

Çarşamba, Kasım 4

Sahne Performansı



Rihanna, Madonna veya Rolling Stones... Bunu yakalamak için yıllarını harcıyorlar ve anca bir kısmı kadarını başarıyorlar.

Davulcuların herhangi bir konservatuar eğitimi yoktur herhalde. Belki de vardır ama olmasa da olur, sadece basit bir (çok basit değil gerçi) bir ritm kulağı yeterli. Settekilerin liderliği, dünyanın her yerinde ayrı ve her yerde bir tez konusu. Tek bir hareket olayı. Aşağıdakilerin 'bağlılık' dürtüsü herhangi bir hayranın bireysel sevgisinden daha farklı, çünkü onları bireysellik paklamaz, beraber olma hissiyatı daha önemlidir. O yüzden önlerindeki pankartta, "Together&Forever'' yazıyor.

Bunları çok yazmaya da gerek yok. Tribün kültürüne dair yazılmış her yazıda bunlar var. İlginç olan - ki yakından takip edenler içn artık ilginç değil- bu olayın cereyan ettiği ülke. Burası İtalya veya Yunanistan değil. Güney Amerika ile alakası yok. İnternet fenomeni Lech Poznan'ın ülkesi de değil. Burası Fas. Arap tribünleri, son yılların en iyileri. Onları en iyileri de Winners 2005. 

Salı, Kasım 3

Frikik Dersi



"Bir keresinde bir lig maçında tehlikeli bir yerden frikik oldu ve topun başına her zamanki gibi Alex geçti. Fakat o sırada Mehmet Topuz da geldi, serbest atışı kullanmak istediğini söyledi. Tansiyonu yüksek bir maç olmadığından dolayı herkes Alex’in izin vereceğini düşündü ama Alex herkesten farklı düşündüğünü milyonlarca kişiye göstermekten çekinmeyecek kadar cesaretliydi. Kabul etmedi ve kendi kullandığı serbest vuruşu gole çevirdi.

Maç sonrası soyunma odasına girer girmez beni kolumdan tuttu ve derhal Mehmet Topuz’la konuşmak istediğini söyledi. Mehmet Topuz o an çok duygusaldı ve herkesin içinde, bu şekilde bir isteğinin reddedilmesi onu yaralamıştı. Alex soyunma odasındaki tuvalete ikimizi de götürüp, kapıyı kilitledi. Topuz’un gönlünü alacak cümleler kuracağını düşünüyordum. Ama ağzından çıkanlar ders niteliğindeydi. Belki ben ve Mehmet, bu konuşmanın tek canlı tanıklarıyız ama ana fikri aslında hepimize yeter. Alex şunları söyledi :

” Bir sonraki maç yine frikik olsun, yine topun başına gel… İnsiyatif bende olduğu sürece sana yine attırmam. Çünkü neden biliyor musun ? Ben her hafta antrenman sonrası onlarca frikik çalışırken, sen çoktan duşunu almış, odanda yatıyor oluyorsun. Bir kere seni yanımda görmedim. Bu yüzden kusura bakma, sen ne zaman benimle birlikte mesai verirsin, o zaman kendi ellerimle topu sana veririm. Senin duygularını anlıyorum ama şu anda frikik kullanmayı hak etmiyorsun."

Samet Güzel / Fitbol / Ekim sayısı

Büyük ihtimalle Fenerbahçe - Ankaragücü maçı. 2010-11 sezonunun sondan bir önceki haftası. Karşılaşma 6-0 bitmişti ve bu gol ya beşinci ya da son goldü. Samet Güzel'in eksik anlattığı bir şey var. Golden sonra Fenerbahçeli futbolcular gole sevinirken, Mehmet Topuz küskün bir şekilde sevince katılmamıştı. Gazetelerde de baya haber olmuştu. İşin ilginç yanı Mehmet Topuz'un iyi sezonlarından biriydi. İlk 11'de oynuyordu. 

Kapalı kapılar ardında böyle bir olay yaşanması olayı daha da etkileyici bir hale getiriyor. Alex de Souza'nın futbolculuğu herkes tarafından farklı bir yere konuldu ama ben hiç o gözle bakamadım. Fakat, giderken yaptığı basın toplantısı ve ardından ortaya çıkan bu tarz hikayeler ona olan saygımı her geçen gün arttırdı. Çok büyük figür, çok ilginç bir karakter. Takımda papaz olmayı hakedecek bir kişilik, dostun olursa sırtını dayarsın, düşmanın olsa kavga ederken zevk alırsın. Mehmet Topuz, Gökhan Gönül gibi futbolcular acaba ondan ne kadarını aldılar? Semih Şentürk'ün aldığını biliyoruz...

Pazartesi, Kasım 2

Dostluk Bozan Kupa!



O dönem bütün bir hafta gündemi takip edenler için, o meşhur 12 Mayıs 2012 gününde kazanan takımın kupa kaldırması gayet olağandı. Planlanan buydu. Beklenmeyen ise kupayı kaldıran takımın Galatasaray olmasıydı herhalde. 12 yıllık yenilmezlik serisi sayesinde bir kulübün yaşam damarı haline gelen 'Galatasaray ile hayata tutunmak sevdası' son bir senede yaşanan her şeyi silmeye yeterdi. Buna ilave olarak alakasız bir play-off sistemi ile unutulmayacak bir final ve gereksiz bir ikinci şans ortaya çıkmıştı. Tahmin edilen; bu saçma sistemin son maçında Fenerbahçe, Galatasaray'ı son yılların geleneğine uygun bir biçimde yenecekti ve sezonun bitiminden 6 maç sonra kupayı kaldırarak dosta düşmana 'Fenebahçe büyüklüğünü' havaya kalkan kupa üzerinden gösterecekti. Tam bu noktada duralım ve günümüze dönelim. Merak edilmesin; 12 Mayıs'a geri döneceğiz.

Aziz Yıldırım, kendi kongre üyelerini, taraftarlarını ve medyasını etkilemek için eskiden daha güçlü yöntemler kullanırdı. Artık bu konuda çok yetersiz. Fakat başardığı bir şey var. Hitap ettiği kitle, ağızdan çıkan her şeyi kabulleniyor. Muhakkak bu yolda vazgeçenler, inancını yitirenler, aydınlananlar oldu. Fakat geriye kalan güruh sayıca az olsa da; gerçekten olabilecek en saf kitle olarak alkış tutmaya devam ediyor.

İçindeki Galatasaray nefretini hiçbir şekilde saklamayan, konu sarı-kırmızı olunca zaman zaman sözlerine ket vursa da gözlerinden ateş saçılmasını engellemeyen Yıldırım, artık kelimelerini özenle seçmeye bile gerek duymuyor ve tebaasına direkt hedefi gösteriyor. Bu arada bu konuda Yıldırım'ı tek başına ele almak haksızlık olur. Mahmut Uslu, Murat Özaydınlı gibi isimler de bu konuda başkanlarını yalnız bırakmıyor. Neyse ki gazetecileri Twitter üzerinden tehdit yağdırmaktan çekinmeyen 'Troyka', hasbelkader denk gelip de bu yazıyı okursa hiç rahatsız olmaz, bizi de rahatsız etmez. Çünkü onlar için 'Galatasaray'dan nefret ediyorlar' denmesi rahatsız edici bir tartışma konusu değil. Tam tersi bir övgü ve gurur vesilesi.

Aziz Yıldırım, Divan Kurulu toplantısında tam olarak şöyle diyor:

Biz hapisteyken burada play-off oynandı. Şampiyon oldular, tebrik ediyoruz. Üzgün ve yönetimi olmayan insanlara, mücadele ettiği bir dönemde, inat için bir zevki tatmak için orada o rezilliği yaşatmamak gerekir. Bunlar o rezilliği yaşattılar. Ben hiçbir zaman unutmam. Onlar orada saygı göstereceklerdi, kupayı da almayacaklardı. O zaman ebedi dostumuz olacaklardı ama şimdi dost değiliz.

Maalesef, gücü eline alanın keyfine göre oynadığı hukuğu referans alarak, 'Siz o gün neden hapisteydiniz' diye soramıyoruz artık. Aslında yine de o oyuncak olan kanunlara rağmen en azından bir süre boyunca o soruyu sorabildik. Fakat spor mahkemesi denilen kavram bu soruyu sorma imkanını bile çok gördü. Fakat yine de 50 yılı deviren Süper Lig tarihini inceleyen en alakasız adam da bizle aynı soruyu hala sorabilir: ''O play-off neden oynandı?"

Bu soruya yine öznesi 'kumpas' olan uzun cevaplar hazırlanabilir. Artık sıkıldığımız için dinleyecek halimiz yok, o nedenle sormuyoruz. Fakat şu şampiyonluk kutlaması muhabbetini yeniden hatırlayalım.

O maçtan yaklaşık 11 ay önce, Abdi İpekçi'de Galatasaray tribünü polisle çatışırken 'İlla kupa alacağız' diyen Fenerbahçe yönetimi, 'Ama bize biber gazı sıktılar' demeden önce biraz hafıza tazeleyelim.

Evet Galatasaray'ın şampiyon olma ihtimali yüksekti. Bu nedenle kupanın Kadıköy'de Galatasaray'a verilmesi sembolik anlamları nedeniyle Kadıköy ahalisinde sıkıntı yaratabilirdi. Fakat o günden hemen hemen bir sene önce Abdi İpekçi'de basketbol şampiyonluğunun kupasını kaldırırken aynı kaygılar beslenmemişti. Galatasaray tribünü polisle husumet içindeyken Fenerbahçe yönetimi kupa almak için uygun ortamın hazırlanmasını bekliyordu.

Bu kupa törenleri uzun süredir sıkıntı oluyordu. TFF de ister istemez kararsız kaldı. Fenerbahçe kazanırsa sıkıntı yok, Galatasaray kazanınca da stadyum boşalır kupa bir şekilde verilirdi. O nedenle TFF, maçtan iki üç gün önce yaptığı açıklamada kupanın maçın hemen ardından verileceğini duyurdu.

Kimseden itiraz gelmedi. Galatasaray'dan zaten gelmesi beklenmezdi. Fenerbahçe ise bir gün sonra resmi siteden şu açıklamayı yaptı:


Bugün bazı gazetelerde, stadyumumuzda Galatasaray ile oynayacağımız Süper Final son maçının ardından yapılacak kupa töreni ile ilgili Türkiye Futbol Federasyonu'na başvuruda bulunduğumuz; Şampiyonluk Kupası'nın Kadıköy'de takdim edilmesine önlem almaya çalıştığımız haberleri yer almaktadır.

Haberlerde bahsi geçenin aksine, Türkiye Futbol Federasyonu'na herhangi bir başvuruda bulunmadığımız gibi Federasyonun vereceği her karara saygı ile yaklaşacağımızın da bilinmesini isteriz.



Hal böyle olunca maçın başlangıcına kadar, hatta maçın sonuna kadar kimse kupanın nerede verileceğini düşünmedi. Kararlar verilmişti ve kimse karşı çıkmamıştı.

Maçın hemen ardından stadyum karıştı. Fakat bu gerginliğin ne Galatasaray ile ne de saha içiyle alakası vardı. Galatasaray'ı bağlayan bir durum söz konusu olmadığına göre, şiddet olayları birçok kupa töreninde yaşandığına göre, ortam sakinleşince kupa töreni yapılabilirdi. Hem zaten bu olaylar da çok önemli değil. En azından Aziz Yıldırım için. Çünkü onun için asıl önemli olan; 'bu şiddet ortamında o kupa niye verildi' değil. Asıl önemli olan ve sorduğu şu: 

'Biz içerideyken o kupa töreni niye yapıldı'

Kendi yaptığı stadyumda Galatasaray'ın kupa kazanması oldukça rahatsız edici bir durum. Fakat olayın aslında anlatıldığı gibi "Bir anda kupayı istediler'' şeklinde değil.

İnsan Türk futboluyla zaman geçirdikçe, çok kesin fikirlere sahip olamıyor. Bildiğimiz bir şey varsa o da bilmediğimiz çok şey olduğu. Türkiye'de sahada oynanan bir futbol var. Ondan keyif alıyoruz. Fakat bir de başka bir maç var. Saha dışında, kapalı kapılar ardında. O nedenler herhangi bir taraf seçemiyoruz. Herhangi bir fikri savunmıyoruz. Ertes gün savunduğumuz fikir bizi hayal kırıklığına uğratabilir.

Ama bu konuda kolay kolay yanılacağımı sanmıyorum. "Onlar orada saygı gösterecekti" Abdi İpekçi'de kupa alanlar için yersiz bir çıkış. Aslında Aziz Yıldırım görev süresi boyunca bu cümleyi kullanmak istiyordu; ''Galatasaray ile dost değiliz'' demek istiyordu. Fakat buna uygun bir ortam yoktu. 3 Temmuz süreci buna zemini hazırladı. Son mahkeme de tamamlanınca ilk ciddi konuşmasında bunu dile getirdi. Kadıköy'de kupa kalkması falan işin sosu. Aslında çok da önemli değil Şaşırtıcı değil. Üzücü olan, sinir bozan, buna inanan, buradan yola çıkan birçok insanın olması.

Play-off olmayacaktı, Galatasaray'da Kadıköy'de 9 puan farkla şampiyon olacaktı, ertesi hafta kupasını alacaktı. Bu da olabilirdi. Fakat play-off'u isteyen, son maçta kupa kaldırılmasını kabul eden ve en sonunda 'Ayıp oldu' diyen hep aynı. Bu işte hiç mi çelişki yok?

Pazar, Kasım 1

Dünya Lideri ve Verilmeyen Penaltı



Aynı anda hem geleceği hem geçmişi düşündü. Bir çarşamba akşamıydı ve çalışma odasında yalnız kalmıştı. Uzun zamandır bu kadar sakin bir ortamı bulamamıştı. Eskiden olsa bu sakinliği bulduğu için mutlu olur, Allah'a şükrederdi. Öyle akşamlarda huzur içinde uyurdu. Fakat şimdilerde o huzuru düşünecek durumda bile değildi. Dört gün sonra hayatının en önemli günlerinden biri yaşanacak. Bütün hayatını, bağlı olduğu siyasi hareket üzerine kurmuştu. Uzun uğraşlar sonunda ülkenin başına geçmişti. Gençlik yıllarında yaptığı ateşli konuşmalardan beri bu günleri hayal etmişti. Kolay olmadığını hatırladı. Basamakları tek tek basarak yukarıya çıkmıştı, hatta bazen düşmüş ama ayağa kalkmasını bilmişti. Sonunda istediği yerdeydi. En yukarıda. Fakat artık azımsanmayacak kadar düşmanı da vardı. Onu sevenler ve sevmeyenler üzerine ülke ikiye bölüneli yıllar oldu. Bazen çok sinirleniyordu ama bugün öyle günlerden biri olmayacaktı. Zaten sağlığı da iyi değildi. Aslında tüm bunları düşünüce terlediğini de hissetti.

Çok şeyi bir daha düşündü. ama en çok geçmişini düşündü. Neler yaşadığını... Kasımpaşa'da geçen günler. Beyoğlu'na ilk çıkışlar. Toprak sahalarda top oynadığı yıllar. Sonrasında siyasi hareket içinde kendine yer bulmalar. İlk nutuklar, ilk hitaplar. Teşkilatlar, dönemin önemli figürleriyle tanışmalar. Buraya uzun bir yoldan gelmişti. Hapis bile yatmıştı. Kolay bir süreç yaşamamıştı. Geç bulduğu kudreti ve gücü yavaş yavaş kaybettiğini söyleyenler vardı. O buna inanmıyordu fakat aklının bir köşesinde yer edinmişti. O nedenle dört gün sonraki seçim onun için çok önemliydi.

Bu yüzden son dönemde çok daha fazla çalıştı. Meydanlarda, kameralar karşısında, masa başında, kapalı kapılar ardında. Yüzlerce plan yapıldı, yüzlerce analiz yapıldı. Yüzlerce insanla bir araya gelerek stratejiler şekillendirdi. Ülkenin gözü o pazar gününde olacak. Sadece ülkenin de değil, Avrupa hatta dünyanın büyük kısmı bile merakla bekliyor. Bunun bilincinde olduğu için stresi, heyecanı her geçen gün daha çok artıyordu. Boş geçirecek bir dakikası bile yoktu ama şu an içinde bulunduğu sessizlik ve sakinlik ona yeni bir güç aşılayabilirdi.

Derken odasına üç tane takım elbiseli adam girdi. Onun görev adamları... Dışarıyla bağlantıları. Onları görünce hemen morali bozuldu. Yine bir şey olmuştu! Yoksa bunlar böyle, bu saatte kolay kolay içeri girmezdi. Gerçi son yılları düşününce bu tip sahneleri çok defa yaşamıştı. Bu sakinliği bozacak bir olay yaşanmıştı ama acaba neydi? Yine bir bomba patlamış olabilir mi? 'Patlasa haberimiz olurdu' diye geçirdi içinden. Dolar mı yükseldi yoksa? Saat gece yarısına yaklaştı, bu da olamaz. Suriye? Daha yeni konuştuk o meseleyi. Oğlan mı acaba bir şeyler yaptı? Belki de eski ortaklar, yeni düşmanlar bir kontra atak yaptı. Bütün akşamı uğraştıracak o konuyu, o sorunu sormaya çekindi. Ne kadar çok sessiz kalırsa, o sessizlik o kadar uzardı. 5 saniye ve 15 saniye. Hepsi kâr. Stresli seçimin öncesinde ne kadar az gerilirse  o kadar iyiydi.

Sessizliği üç takım elbiselinin ortada duranı bozdu. Bir adım öne çıktı ve;

- ''Büyüğüm, Trabzon'dan aradılar'' dedi.

Bir an doğruldu. Hiç beklemediği bir şeydi ve genelde hiç beklemediği şeyler tadını kaçırırdı. 'Devam et' manasına gelen bir el hareketi yaptı.

- Trabzonspor'un maçı vardı bu akşam. Hakemler Trabzonspor'un penaltısını vermemiş. İbrahim Bey de hakemleri soyunma odasına kitlemiş. Bırakmıyormuş. Size haber vermemiz istendi.

Hiç bir şey demedi. Elini alnına götürdü.. Gözlerini kapadı. Normalde sinirlenebilirdi ama içinde bulunduğu stres onu engellemiş olsa gerek. Derin bir nefes almakla yetindi. Son bir haftadır konuştuğu, düşündüğü her şeyi bir daha aklına getirdi. Film şeridi gibi... Olabilecek en kötü senaryoları kısa kısa hatırladı. Bir gün İstanbul'da evine giderken arabasında dışardaki bir duvar yazısını görmüştü, 'Yargılanacaksınız'. Aklına bir kez daha o geldi. Hayatındaki en önemli sorunları düşündü sırayla.

Bir sürü derdi vardı ve bu dertlerin çözümü için en kritik bir haftaya girmişti. Trabzonspor'un penaltısının bu konularla hiç ilgisi olmamalıydı. Fakat Trabzonspor'un penaltısı verilmediği için kendisine telefon gelmişti. Bir yerde hata yaptığını fark eder gibi oldu ama bunu düşünmek için artık çok geç olduğunu biliyordu.

 Telefonu istedi...