Son iki senede Kurosawa'nın birkaç filmini izledim. Hepsi şahaneydi, bazıları çok iyiydi ama izlediklerim arasında en farklı olanı da Ikiru oldu. Ikiru'da ne köy kurtarmak isteyen samuraylar ne de karizmatik abiler vardı. Ölmek üzere olan (hatta ölen; zira onu tasvir eden dış ses onun hakkında "onun bir cesetten farkı yoktur, öleli de 20 yıldan fazla olmuştur" cümlesini kullanır) yaşlı bir adamın hikayesidir.
İzlediklerim arasında en iyisi bu değildi belki ama en çok vuranı da bu oldu. Çünkü en temel ve ortak korkularımızdan birini işliyordu. Daha gerçekti, daha karamsardı.
Ölmek büyük bir korku değil aslında. Ne de olsa hayata başladığımızdan; ya da kendimizi bildiğimizden beri farkında olduğumuz tek gerçeğimizdir. Tek sıkıntımız ne zaman olacağını bilememekten doğar. Fakat yine de ölümden daha büyük bir korku var. o da yaşadığın süreyi boşa geçirmiş olmaktır. Bazı insanlar bu duyguyu akıllarına ömür boyunca getirmiyor (veya getirmediklerini gösteriyorlar) ve bu sayede dert etmiyorlar. Bazılar ise bunun bilincinde yaşayarak hayata anlam katıyorlar. En kötü grup ise; bu korkuyu hissedip hayata anlam da katamayanlar, arada sıkışanlardır.
Ikiru'da öyküsü anlatılan yaşlı adam Kanji Watanabe da tam bu sorundan muzdariptir.
Ikiru, 1952 yapımı bir film. Bizim bilmediğimiz bir dönemin karamsarlığı hakim. İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrası. Savaşı kaybeden bir toplumun bütün bitkinliği filmin üzerinde. Bizim çağımızın da sorunları var. Dünya Savaşı yaşamadık. Belki de yaşıyoruz ama henüz farkında değiliz. Belki de çok net olan Dünya Savaşı'ndan daha karmaşık sorunlarla iç içeyiz. Bunu bilemiyoruz. Fakat yine de yeni bir tarih yazılana kadar, modern çağın en buhranlı döneminin 1935-1955 arası olduğunu kabul etmek gerekiyor herhalde. Üstelik dünya tarihinde atom bombasına maruz kalmış tek ülke sıfatını koruyor Japonya. Sanırım o bombaların hemen ertesindeki depresyonu anlamaya bizim gücümüz yetmez. O nedenle Kurosawa'ya yöneliyoruz.
Her şeye rağmen film tamemen toplumsal bir çalışma değil. Toplumda olan biten gözümüzün önünde, ama asıl olarak tam ortada bireysel bir dert var. Bu dert ise hem o toplum açısından oldukça ortak, hem de gayet de evrensel. Hatta zamansız...
Filmin benim açımdan en kötü adamı; yaşlı adamın oğlu. Tam tabiriyle bir sünepe. Babası, evladı için hayatını boşa geçirmişken, oğlan büyüdükten sonra babasına aynı önemi göstermez. Bunu görmek benim açımdan da oldukça sarsıcı oldu. Umarım o evlat gibi olmayız.
Filmin en iyi karakteri ise, öleceğini anlayan ve evladının 'karaktersiz' olduğunu anlayan Watanabe ile bir gece bir meyhanede karşılaşan ve ona savaştan çıkan ve kültürel anlamda ABD hakimiyetinde olan Tokyo'nun bütün günahlarını gösteren yazardır. Kendisi hem konuşmalarıyla hem giyim tarzıyla Faust'un Mefistofeles'ini andırır.
O günah gecesinde çalan şarkı hem o sahneye, hem filme hem de belki de filmi izledikten sonra tüm hayatınıza damga vurur. Japonca'dır, bizim gibi insanlara komik bir tını gelebilir ama sözleriyle beraber anlayınca bir Müslüm Gürses şarkısı etkisi yaratır.
Film burada bitmez, hatta yeni başlar. Hatta biraz daha ileride bir doğum günü kutlamasına ve şarkısında denk gelen Watanabe yeniden doğar. Japon Mefistofeles'ini yüklemek istediği, Batı toplumlarında sık sık görünen, belirli kuşakları etkileyen "Hayat kısa, dağıtın, eğlenin"den daha fazlasını ister kahramanımız Yaşlı adamımız gezip eğlendikten sonra bunun yetersiz olduğunu anlayacak ve kendisini gücü el verdiği sürece toplumun ihtiyaçlarına adayacaktır ve film güç kazanacaktır.
Her açıdan şahane bir film. Muhakkak bir Shichinin no Samurai veya Yojimbo değil ama yine de yüzyılın en güçlü filmlerinden biri.
Kurosawa'yı izlemeye çok geç başladığım için ben de bir nevi Watanabe'yim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder