Çarşamba, Mart 28

Soof



Romantik komedinin dili ve ülkesi olmaz. İlla ABD merkezli olacak değil; bu sefer nasıl olduysa Hollanda'dan çıktı karşımıza. İşin aslı beğendim de. En azından komedi kısmı çok daha fazlaydı. Güldüm yani. Soof; baş karakterimiz olan iki çocuk annesi evli kadının adı. Onun filmi yani. Başroldeki Lies Visschedijk gayet iyi iş çıkarıyor. 40 yaşında ve oldukça da güzel zaten. Yine de filmin başarılı olmasının altında yatan neden, diğer karakterlerin de fena katkı vermemesi. Hollanda'da çok beğenilmiş olsa gerek, filmin ikincisi de çekilmiş. Onu izlemem herhalde, o kadar da değil.

Bu filmin de Türkiye'de çok izlendiğini / izleneceğini sanmıyorum. O nedenle detaylı bir analize gerek yok. Fakat Soof karakterine saygı duysam da tasvip etmediğimi söylemem lazım. Yine de direkten döndü, daha düşük puan alabilirdi bizden... 

Salı, Mart 27

Kortej


Sanırım 2000 yılındaki Dortmund maçı... Tribünün deli çağları. Henüz ultrAslan yok ama Avrupa şehirlerini titreten ultaslar kortejde...

Pazartesi, Mart 26

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği


Bodrum'da, direkt bahçeye açılan bir kapısı olan odada bu kitabı okumaya başladım. İlk paragrafı okuyunca şunu dedim: Bu kitap bitmeyecek galiba!

İki bölüm ve dört sayfa okuduğumda fikrim yine değişmemişti. Oysa kitap hakkında çok güzel övgüler almıştım. Bir birahane gecesinde, gençliklerinde Kundera'yı sevmediklerini itiraf eden solcular kitabı çok fazla övmüştü. Ama okumakta çok zorlanıyordum. Elim de gözüm de gitmiyordu. Galiba bir hata yapmıştım. Kitaptan sıkılmak değildi mesele. Ama okuduklarım, benim her gece yatarken hortlayan karamsar düşüncelerimi zirveye çıkaracaktı. Buna da hiç gerek yoktu. Dört sayfa okumuştum henüz. O akşam yarım saat okumayı düşünüyordum. Korktum, vazgeçtim ve uyudum. Uyumadan önce o dört sayfayı bir daha okudum. Bu kitabı bitirecektim ve sonrasında kesinlikle aynı ben olmayacaktım. Ama ne olacağımı da hiç kestiremiyordum:



"Rastlantı bu ya, yedi yıl önce Tereza'nın yaşadığı kentin hastanesinde çetin bir nörolojik vaka görülmüştür. Prag'da Tomas'ın çalıştığı hastanedeki baş cerrahı konsültasyona çağırmışlardı ama rastlantı bu ya, Tomas'ın çalıştığı hastanedeki baş cerrah siyatik ağrıları çekiyordu. Kıpırdayamadığı için yerine Tomas'ı gönderdi taşradaki hastaneye. Kasabada birkaç otel vardı ama rastlantı bu ya, Tomas'a Tereza'nın çalıştığı otelde oda ayırdılar. Rastlantı bu ya, treni kalkmadan önce otelin lokantasında oyalanacak kadar boş zaman buldu Tomas. Rastlantı bu ya, o gün servis sırası Tereza'daydı ve gene rastlantı bu ya, Tomas'ın masasına Tereza bakıyordu. Sanki kendisinin pek niyeti yoktu da, Tomas'ı Tereza'ya doğru iten bu altı rastlantısal olay olmuştu. Prag'a Tereza için dönmüştü. Dayanağı böylesine rastlantısal bir aşk iken, kişinin yazgısını böylesine yönlendirebilen bir karar; yedi yıl önce baş cerrahın siyatik ağrıları tutmamış olsa bugün varlığından söz edilemeyecek bir aşk. Ve işte o kadın, mutlak rastlantısallığın cisimleşmiş biçimi olan o kişi, yeniden yanına uzanmış uyuyor, derin derin soluk alıyordu..."

Pazar, Mart 25

Motorları Ahmet'lere Süreceğiz



Yazar: Refet

İstanbul'un Anadolu yakasında oturanların arasında oluşan iletişim daha bir farklıdır. Ne bileyim, gece bir yerden dönüşler hep problemdir ve hep birlikte dönülmek zorunda kalınır. Örneğin gecenin 2:45'inde kalkması beklenen Taksim-Bostancı sarı dolmuşlarının dolunca kalkması için bir kişiye ihtiyaç duyulur ve gelmeyen/gelemeyen o 1 kişinin parası, dolmuşta bulunan diğer kişilere pay edilerek dolmuşun hemen kalkması sağlanır. Bu demokrasi, bu anlayış, bu dayanışmadır işte Anadolu Yakası...

Anadolu Yakası biraz, okul hayatında Beşiktaşlı olmaya benzer. Genelde okuduğum sınıflarda Beşiktaşlı az arkadaşım olmuştu. İş yaşamında Anadolu yakasında oturanlar daha azınlıktadır. Ya da tesadüf; bana öyle denk geldi. 

Onun Anadolu yakasında oturduğunu anlamıştım. Alnında yazmıyordu ama anlamıştım işte. Soğuk kış sabahları bazı araçlar üzerine kar yağmış bir halde girerler köprü trafiğine ve bu hemen "yüksek yerlere yağmış gece belli, Ümraniye'ye falan" diye yorumlanır amatör atanamamış meteorologlar tarafından. O misal.

Burada anlatılan hikaye gibi başlasın niyetiyle yol muhabbetinden girelim dedik. Sonuçta Kadıköy İskelesi deyince ikimizin de aklında "semt" gelecekti. Bunu çıkarmıştık. 

Ümraniye'de oturuyormuş. "Aaa sen de mi karşıda oturuyordun?" diye sevindi. O 3 tane yan yana gelmiş "aaa" çakılı bir target striker'ın arkasında gole ve asiste susamış, 7 maçlık cezadan çıkmış, Dünya Kupası'nda milli takıma girmek için ekstra hırsla maça asılan, üç tane 10 numaranın baş harfleri gibi iyi hissettiriyordu.

"Nasıl geliyorsun işe?" diye sordu. Sanki İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ulaşım ve Daire Başkanı'na yurtdışından bir heyet ziyaret için gelmiş de beni görevlendirmişler. Katarlı heyete Marmaray Ayrılıkçeşme İstasyonu'nda tanıtım yapıyorum. "Buradan da direk aktarma yapıp Sabiha Gökçen Havalimanı'na kadar gidebileceksiniz 2021'de inşallah" gibi iştahla anlatıyorum da. Heyet de "Maşallah, maşallah" diyordu. Sonra da Naitilus'ta kahve içiyorduk. Kimle mi? Heyetle.. Siz hayalleri karıştırdınız, durun ya anlatacağım...

Gerçeğe dönelim. "Ben motorla geçiyorum Üsküdar'dan, güzel oluyor deniz havası" diyerek Doğu Alman bozkırlarından gelen sokakların denize çıkmasına bir gönderme yaptım.

"Zor olmuyor mu?" dedi ve "Tehlikeli biraz sanki" diye de ekledi.

Lodos'tan veya sisten bahsediyor herhalde diye düşündüm veya Boğaz'ın buz tuttuğu yıllar paylaşımlarından da etkilenmiş olabilirdi. Alman altyapısı yine farkını gösteriyordu. Coğrafya bilgisi ve iş güvenliği birleşiyordu. Oysa kar, boran, yağmur, çamur, sis, Panama bandıralı kuru yük gemisi geçişi gibi olaylarda hiç iptal olmamıştı motorlar. Bizi hiç yarı yolda bırakmamıştı. Beni benden fazla düşünen biriydi bu belli. Başıma geleceklerden korkuyor, üşümememi istiyordu belki. İlk derbi maçında 40 yıllık X'li gibi oynayan yeni transfer gibi, Almanya'nın ulaşım sorunlarından konuşmaya başlamıştık bile.

Neyse uğraş bitti, gün savuştu, çıkış zamanı geldi. Ümraniye ile Beşiktaş Nevzat Demir Tesisleri dışında herhangi bir ortak noktası olmayan ben hikayeler uydurmaya başlamıştım dönüş yolculuğuna eşlik için. Onun için bir dönüş, bizim için bir başlangıç yolculuğu olacaktı. Ümraniye'de halam olsundu mesela. Olmazdı, filmdeki replikten hemen ayıktık durumu.

Spontane sevdiğimizden hiç plan yapmadım. Kendiliğinden gelişecekti. Belki Kadıköy'e gelir, oradan geçerdi Ümraniye'ye. Kendimi derbi öncesi takım otobüsüne eşlik eden taraftarlar gibi hissediyordum. Kimi için kutsal bir görev yapıyordum, kimi de televizyon başından sallıyordu: Ya bu insanların hiç mi işi gücü yok, soğukta Florya'ya gitmişler!

İşte takım otobüsü görünmüştü ve konuya direk girdim. "Karşıya mı? Beraber geçeriz!" 

"Aaa yok ben motordan korkarım. Hem fazla kaskın var mı ki?" 

O an o 3 tane aaa, takımda problem çıkaran Brezilyalılara dönüşüyordu. Gerçek yaşları da gerçek mevkileri de belli değildi. Kız motoru Harley Davidson sanmıştı. Diyemedim tabi. "Haklısın, kask yok. Başka sefere artık" diyerek eğdik başımızı usul usul yürüdük iskeleye doğru. Ne yapacaktık tabi ki semtin yolunu tutacaktık. Hamit Altıntop ya da Olcay pot kırmıştı, çeviri hatasından rezillik çıkmıştı sanki. Endüstriyel futbolun sorunlarıydı bunlar ve biz hiç de alışık değildik.

Tatillerde Almanya'dan gelen bir komşumuz, Türkiye'de radyo mantığını hiç anlamadığını söylemişti. Yıl 2000 falandı bunu dediğinde. Rafet El Roman istemiştik Alem FM'den.

"Bizde böyle kanallar var, 24 saat sevdiğin sanatçının şarkılarını çalıyor. Onunla ilgili haberler, anektodlar oluyor falan" diyerek Vizontele anlatır gibi anlatmıştı uzun uzun. 

Bize de gelmişti artık, dünyayı evimize getirmişti işte. Radyo uygulaması ile birlikte sanatçı kanalları bizde de peydah oldu. Efsane Sezen , Radyo Ahmet Kaya gibi sanatçı radyoları veya gönül, efkar, babalar gibi konsept şarkılar, reklamsız radyolar... Youtube'dan en güzel yanı internet kotasından az  yemesi, arka planda çalışabilmesi, ücretsizliği falan filan...

Neyse; Radyo Ahmet Kaya dinlerken birden Suavi - Olmasaydı Sonumuz Böyle (Canlı Kayıt) çıktı. Bir konserden alınmış bir kayıttı. Kötü bir kayıttı, seyirci kendi hesap makinasıyla yaptığı için etraftaki sesler de şarkıya karışıyordu. Kulaklıktan dinlediğim için her türlü detaya hakimdim. Suavi bir festivalde sahne alıyordu ve şarkıya girmeden ufak bir girizgah yapıp, Yusuf ve Ahmet'e selam yolluyordu. Şarkı başlıyor, bir dakika sonra konuşmalarda kayda yansıyordu. Bir kız "yaaa Ahmet Kaya geliyormuş doğru mu?" diyordu. 

Kayıt eski olsa, ölüm tarihlerini düşününce bu imkansızdı. Nasıl oluyordu bu iş peki?

Kayda ulaştım. Bahadın Şenlikleri'nde kaydedilmiş bir kayıttı bu. Bahadın'ı ilk kez duymuştum. Yozgat'ta olduğunu ve seçim sonuçlarında nüfusunun neredeyse tamamının sol partilere oy verdiğini görünce daha da şaşırdım. Başta Almanya'ya olmak üzere Avrupa'ya çok göç vermişler zamanında. İşte videoda o şenliklerden birinde çekilmiş. Belki beni Harley Davidsoncu sanan kızın ablasıydı diye düşündüm.

Suavi için Nil Karaibrahimgil'in babası diye bir şehir efsanesi vardı. Hatta bir Babalar Günü'nde "O sakallı benim babam değil" diyerek üstadı kızdırmıştı.

Olmasaydı sonumuz böyle... "Blogda yazılır bu" diyeceğimiz basit bir hikayemiz daha çıktı sonu illa futbola ve Bodrum'a çıkan...

Bodrum-Yakaköy'da yaşayan Mehmet Suavi Saygan ile yapılan bir röportajdan...

Futbolla aranız nasıl? 

Bir dönem Kırıkkale'de oynadım. Benim babam da iyi bir topçuydu. Beşiktaş'ta oynadı. Ben de fanatik bir Beşiktaşlıyım. Çarşı'danım, üstelik her şeye karşıyım! 

Tükenme adlı şarkınızdan 'Gücüne güç katmaya geldik' gibi kült bir Beşiktaş tezahuratı yapıldı. Hatta stadyumda çalınan şarkı oldu... 

Şarkıyı ben seslendirmek istedim. Yetkililer bunu kabul etmediler. Benim derdim para olsa dava açardım. Ben art niyet olduğunu düşünmüyorum, çünkü takımın başında bin bir türlü dert var.  



Cumartesi, Mart 24

Gran Torino


Clint Eastwood, 2008 yılında Gran Torino'nun kariyerindeki son film olacağını söylemişti. Belki de bundan dolayı, insanlar filme ayrı bir duyguyla bağlandı. Sadece bu, ustaya veda ve saygı duygusu bile filmi IMDB'nin Top 250 listesine taşımış olabilir. Bilemiyorum. Ama dünyanın en iyi 250 filminden biri olmadığını söyleyebilirim. Diğer taraftan, kesinlikle kötü bir film değil.

Eastwood, yine Amerikan sağının vicdanlı abisi olan karakterine can vermiş, aynı zamanda da yönetmen koltuğuna oturmuştu. Aslında sinema bakımından tek başına şov yapmış.

Göçmenlerin olduğu mahallede azınlık durumuna düşen Walt Kowalski, tüm huysuzluğu ve aksiliğine rağmen karizmasıyla fark yaratıyor filmde. Eastwood da aynı şekilde... Yanındaki Koreli çocukların kariyerleri hem filmden önce hem de filmden sonra oldukça sönük geçiyor. Yani çoluk çocuğa yönetmenlik yaparak, bir de tek başına oynayarak filmi sırtlıyor Eastwood. Gerçi Sue karakterine can veren Ahney Her'i beğenmiştim ama o da buradaki ilk adımının ardından on sene boyunca üç küçük rolle daha karşımıza çıkıyor ve bir daha gözükmüyor.

Zaten başka kimseye gerek yok, zira tam anlamıyla Eastwood filmi izliyoruz. Adam, kendi çapında ve düşüncesinde 'Amerikanlık' kavramını 21.yüzyılın başında bir kez daha değerlendiriyor. Bunu yaparken de eski filmlerinden besleniyor. Dirty Harry ve western filmlerinin havası hissediliyor.  Aslında modern dünyanın western'i bile diyebiliriz. Şehirler, çeteler, eski askerker. Modern çağ için bir Unforgiven sanki.

Esasından isminden dolayı karşımda bir aksiyon filmi bulacağımı sanmıştım. Araba hırsızlığı konulu bir film olabilirdi. Uzun süre de öyle sanarak izledim. 45. dakika civarında başka türden bir şey izlediğimi fark ettim. Sevindim de... Hem akıcı hem de derinliğe inebilen bir film olmuş. Hatta karakterlerin kendi aralarındaki diyalogları sayesinde ufak tefek bir mizah da vardı. Son sahne de oldukça vurucuydu.

Eastwood ırkçı mı yoksa bir sanatçı kişiliğinin karmaşıklığına uygun bir dobra mı; hiç bir zaman emin olamayacağım. Aslında canlandırdığı karakter de tam kendisi gibi işte... Ne olduğunu anlayamıyoruz. Önce göçmenleri sevmediğini belli ediyor, ardından göçmenler için ölüme gidiyor. Bir nevi günah çıkarıyor. Belki Eastwood'da son filminde bunu yapmak istemiştir.

Fakat tabi bu son filmi olmadı. Eastwood, sinemaya devam etti ve altı sene sonra araya bir de en sevmediğim ve her zaman tiksindiğimi söylemekten geri kalmayacağım American Sniper'ı koydu. O olmasa her şey biraz daha anlaşılır olacaktı.

Yine de her şeye rağmen; güzel bir filmdi. Müzikler de iyiydi, ki onların altında da Eeastwood'un oğullarının imzası vardı. Al sana Unforgiven ile bir benzerlik daha...

Pazartesi, Mart 19

Onun Amacı Onun Hayatı



1996'de Fenerbahçe'ye 2-1 yenildiğimiz maç, oynadığımız en iyi maçtı. Kader, alınyazısı, şans... Şampiyon olamadık. Otobüste bir tane sağlam cam kalmadı. Yanımıza yüklü bir kamyon geldi. Şoföre işaret ettik, tesislere kadar yanımızda gitsin diye. Bütün takım kamyon tarafına geçtik. Otobüsün diğer yanı bitmiş. Taş yağıyor. Bizim insanımız bizi taşlıyor. Ne yapıyorsunuz? Benden daha çok mu istiyorsunuz şampiyon olmayı? İçinde insan var, formanı giyiyor, şehre hizmet ediyor. Benim emeğim var, yağmur çamur kar demeden oynuyorum. Tek amacım var şampiyon olmak ama olamadım işte. Yenildik. Ne yapayım?

Hami Mandıralı / Fitbol Dergisi Şubat sayısı

Pazar, Mart 18

Dial M for Murder


İlk izlediğim Alfred Hitchcock filmi, The Birds olmuştu. Televizyonda denk gelmiştim. Ortaokuldaydım. İzleyince çok gerilmiş, yarıda bırakmıştım. Hatta bir süre uçan kuştan korkar olmuştum. O nedenle uzun süre adamı bir korku filmi ustası sanmıştım. Yıllarca hiçbir filmini izlemedim. Zaten korku filmlerini sevmem, bir de bu adamın tipinde, fotoğraflarında falan bile bir manyak bakış, garip ifade olunca hiç ilişmedim.

Sonra sonra kırdım algıyı. Dial M for Murder, yıllar içinde adını en az duyduğum filmlerinden biriydi. Fakat bu bile çok iyiydi. Hitchcock filmlerini izlemek yetmiyor. Okumak lazım. Kesin her film hakkında sayfalar dolusu cümle yazılmıştır. Özellikle üniversitelerin psikoloji bölümleri onu incelemeli..

Bu filmde planlanan bir cinayet var. Fakat olaylar planladığı gibi ilerlemiyor. İşler karışıyor. Suç filmi desen değil, polisiye desen değil. Çok başka bir tarz. Her ayrıntının önemli olduğu iddia ediliyor ki şaşırmam. Fakat hepsini yakalamak mümkün değil. O nedenle okumak lazım işte, izlemek yetmez.

Teknik açıdan da çok başarılı olduğunu, sinemanın kurdu olan insanlar söylüyor. Hele o dönemi düşününce çok iyi bir iş çıkarılmış. Herhalde o yıllarda tek mekan filmlere çok rastlanmıyordu. Zaten film bir tiyatro oyunununda uyarlanmış. O da işi kolaylaştırmıştır ama kalite de düşmemiş.

Oyuncular da çok başarılı. Grace Kelly, sadece güzel olmadığını aynı zamanda iyi bir oyunculuk kumaşını taşıdığını gösteriyor.

North by Northwest ve Vertigo'dan daha çok sevdim. Rear Window ile çekişir ki ilginçtir ikisi de aynı sene (1954) çekilmiş. Hitchcock için değişik ve sağlam bir sene olmuş. Bir yandan da Billy Wilder filmlerine benziyor. O tadı almak da sevindirdi.

Kısacası iyi film!

Cumartesi, Mart 17

Ne Taksi Ne Über


Son dönemin en popüler tartışması hakkında yazmasak olmaz. Taksi mi Über mi? Taksi şoförleri, plaka sahipleri ve CHP sarı rengi korumak için birleşirken, özellikle orta sınıf, yani hem gelir hem eğitim düzeyi yüksek olan ve sık sık taksi kullanan insanlar Über tarafında saf tuttu.

İş dolayısıyla, yani faturasını şirketlere keserek bindiğim taksileri, dışarıda tutarsak hayatım boyunca çok az taksi kullandım. Zorlasam rakam bile çıkarırım; o kadar az. 17 Mayıs 2008 günü bindiğimi hatırlıyorum mesela. Askerliğim bitmişti. Otobüsüm Tekirdağ'dan Harem'e gelmiş, ben de Maltepe'ye devam edecektim. Özgürlük o kadar tatlı gelmişti ki kendimi şımartmak ve ödüllendirmek istedim. Elimde ufak da olsa bir çanta bulundurduğumdan toplu taşımayı pas geçtim ve taksiye bindim. 7 Eylül 2010 var bir de. Bodrum'a gidecek otobüsün saatini karıştırdığım için, bir anda geç kaldığımı fark ettim ve hemen yoldan bir taksi çevirerek Dudullu'ya gittim. Trajik olan saati karıştırmadığımı otogarda anlamamdı. Biletin üzerinde başka bir şeyi yanlış görüp saat sanmış ve boş yere telaşa kapılmıştım. Boşuna binmiştim taksiye yani...

Bu kadar az taksi kullanan biri olarak, bu tartışmada bir tarafın ölümüne savunucusu olamıyorum. Taksicilerle çok derdim olmadı. Bir kere, 3-4 arkadaş Migros'tan alışveriş yapmıştık. Torbalarla eve yürümek istememiştik. Caddebostan'dan Şaşkınbakkal'a taksi tutmaya karar verdik. Taksici kısa mesafe olduğu için bizi almak istemedi. İstemedi de değil, zaten almadı. Biz de söylene söylene arkadan gelen taksiye gittik. O, "Sigara parası olur n'olcak" dedi ve götürdü bizi. Bu işlerin kısmet işi olduğunu o gün anlamıştım. Zira tam biz taksiden inerken, mahallemizin hostes ablası Yeşilköy'e gitmek için apartmandan çıkmıştı. Cadde'ye çıkmak yerine bizim boşalttığımız taksiye bindi. Sigara parası arayan iflah oldu, kısa mesafe diye burun kıvıran boş beklemeye devam etti.

Taksiciler aslında beni en çok geceleri rahatsız ediyor. Gece eve yürürken, hatta artık elimde anahtarla apartman bahçesine girmişken bile, yanıma gelip kornaya basıyorlar. Sanırım gecenin o saatinde bir anda aklıma "Aaa boş taksi var. Dur binip bir gezeyim" diyeceğimi sanıyorlar. O saatte taksi arayan adam zaten motor sesini duyduğu anda elini kaldırmaya hazırlanıyor ama bunlar nedense gecenin yarısında sokak orasında şuursuzca kornaya basmaya devam ediyorlar.

Yani bu birkaç mesele dışında taksicilerle problem yaşamadım. Fakat yaşadığım topluma da uzak değilim. Evet; taksi sektörü oldukça kötü durumda. Taksicilerin eylem yapacaklarına önce bunu kabul etmeleri gerekiyor. Müşteri seçerler, saat seçerler, yol seçerler, taksimetre seçerler, hem yolu hem müşteri dolandırmaya çalışırlar. Muhakkak her çalışan aynı değil ama bu işler son yıllarda çok arttı. Üstelik en kötüsü, işler istedikleri gibi olmayınca da çok fazla tersleşiyor, aksileşiyor, nemrutlaşıyor ve kabalaşıyorlar. Kim müşteri, kim hizmet sektöründe belli değil. İnsanlar çoğu zaman para ödeyerek hizmet aldıkları insanın gönlünü hoş tutmaya çalışıyor. Bunların farkındayım. Zaten bu yüzden taksi tercih etmiyorum. Birçok arkadaşım bunun cimrilikten olduğunu düşünse de, esas nedenim o aracın içinde rahat olmamam. Para kısmı da etkiliyordur biraz. Sonuçta paranla rezil olmak; insanın istemeyeceği bir şey. Soyulmak gibi...

Sonra Über çıktı. Açıkçası ben Über'i de sevemedim. Daha temiz, daha rahat, daha güvenilir olduğu aşikar. Ama aynı zamanda daha pahalı ve müşteri Über'i bekliyor. Benim kullanım mantığıma ters. Biz toplu taşımada büyüyen, dolu Akbil sesi ile huzur bulan, ergenlikte minibüsün ön koltuğunu kaparak şekil yapan çocuklarız. Bazı alışkanlıklarımız ve zorluklarımız var. İşte ara sıra kullandığımız taksi denilen araç; o zorlukların olmadığı bir lüks bizim için. Biz durakta dolu otobüs beklemeye alıştığımız için, taksinin farkı ve ayrıcalığı onun beklemiyor ve bize ait olmasıdır. Taksi çevirmenin egosal bir tarafı bile var. En şekil taksi çevirme teknikleri, ortamda hava bile katar. Über'de bunlar yok. Hem fazla para veriyorsun, hem de gelsin diye bekliyorsun. O zaman ne anladım bu işten?

Anlıyorum tabi... İstanbul'da hele kadın olunca, Über büyük bir nimet olsa gerek. O nedenle Über kullanmak isteyen herkese, en çok da kadınlara, hak veriyorum. Fakat bu iki araç da benim tarzım değil. Zorda kalırsam da telefona Über indireceğime, yoldan bir taksi çeviririm. Ama bir anket veya referandum yapılsa; mühürsüz oyumu direkt "Über kalsın" olarak atarım.

Fakat kalmayacak gibi. Über yasaklanabilir. İşte benim en çok rahatsız olduğum nokta da burada başlayacak. Vizyoner, modern, gelişmiş, okumuş, Avrupai zehir gençlerimiz şu an sıkı birer Über fanı. Bunun için tweet'ler yazıyorlar, caps'ler hazırlıyorlar. Çoğunda da haklılar. Hınzır bir mizah da var. Über'i sırf bu sayede bile sempatik gösteriyorlar.

Fakat bu gruba hiç güven olmaz. Çünkü bu akıl dolu vizyoner çocukların kötü bir huyu var; rahatlarına çok düşkündürler. Yarın Über yasaklansa, taksilere ilk eli onlar kaldıracaklar.

Kendimi devrimci ve isyankar olarak görmüyorum. Fakat senelerdir sevmediğim taksilere kırk yılda bir bindim. Hayatım çok da zorlaşmadı. Belki ömrüm biraz daha fazla yolda geçti. Gerçi metrobüsün, Marmaray'ın, metronun taksiden daha hızlı olduğuna eminim. Vapurun konforu ise hiçbirinde yok. Belki İETT otobüsleri, dolmuş ve minibüsler biraz sıkıntı yaratabilir. Ama günün sonunda, kafanızı arka koltuğa koyduğunuzda rahat oluyorsunuz.

Taksiler, Über ile rekabet ederek de düzelebilir ama bir de bu sayede de düzelebilir. Düzelir zaten. Bu denenmiş ve başarıya ulaşmış bir metoddur. Talebi düşürürsen ürün kendini yenilemek zorunda hisseder. Veya haklarını elde etmek için fedakarlık yaparsan, o haklarını elde edersin.

Taksiler, kapılarını açan müşteriler olmadığında bir şeylerin ters gittiğini anlayacaklardı. Şimdi onların gözünde suçlu Über olduğu için sinirlerini onlardan çıkarıyorlar. Demek ki o tarafta işler ters gidiyor. Über yasaklanınca insanlar yürür veya otobüse binerse; yoldan zorla adam çevirmeyeceklerdir (Bunu garanti edemedim ama öyle olması lazım).

Aslında iki adım yol için taksi çeviren arkadaşlarıma, onları aracına sokmayan taksi şoföründen daha çok kızıyorum. Hem sevmedikleri bir aracı kullanmakta inat ediyorlar, hem de adamdan zılgıt yiyorlar, bir de üzerine sinirleri bozuluyor. Ne gerek var? 10 gün, 20 gün, 2 ay çevirme o taksiyi. Yürü, otobüste ayakta git, metrobüste körüklerin arasında sıkış, Pendik-Kadıköy minibüs rallisine katıl... İşte ondan sonra o seni geri çeviren taksi peşinden koşacak. Üstelik böylesine kitlesel bir antipati varken, bir hava oluşmuşken neden bu bağımlılık, anlamış değilim.

İşte bu genç kitle -kızmasınlar ama- bu yüzden pek güvenilir değil. Yarın bizi Über için sokağa çağırırlar, sonra Über yasaklanınca duraktan ilk taksiyi de onlar çağırır. Önümüz yaz mesela, "Kanka otobüs çok kötü ya, ter kokuyor. Taksi rahat olur" diyecekler. Yürümek zaten  onlar için en zor eylem. Daha zoru varsa o da alışkanlıklardan vazgeçmek. Vazgeçmedikleri sürece, böyle muamele görmeye devam edecekler.

AKP muhalifliğin kalelerinden biri olan Bağdat Caddesi'ndeki Kızılkayalar'da her gün sıra oluyor zaten. Yediği hamburgerden ve bindiği taksiden vazgeçemeyen insan, hayatta nasıl bir kazanım elde edebilir ki?


Cuma, Mart 16

Andrei Rublev


Bilgeliğin arttığı yerde keder de artar ve bilgisini arttıran derdini de arttırır. 

Perşembe, Mart 15

Sihirbaz


Bir antrenman öncesinde sahanın ortasında toplandık. Özkan Sümer geldi: "Bugün size dünyanın en büyük sihirbazını tanıştıracağım. Verin bir top..."
Tuttu topu ve şun söyledi:
"Al ulan Lemi! Aldığın her topu kaybediyorsun. Bunu da kaybet!"

Orhan Çıkrıkçı / Socrates Şubat 2018

Çarşamba, Mart 14

La Dream Team


La Dream Team, Digitürk'ün film kanallarında denk geldiğim bir filmdi. Tabii artık orası Digitürk değil: orası BEIN... O yüzden denk gelmek de pek tesadüf sayılmaz. Sonuçta bir Fransız filmi. Sık sık BEIN logosunu filmin içinde görüyoruz. Hatta başroldeki karakterimiz Maxime bir noktada PSG forması giyiyor. Biliyorsunuz, bizim bu 77 ve 83 arası kanallar, dönem dönem PSG resmi kanalı gibi yayın yapıyor. O nedenle bu filmi yakaladığımıza çok da şaşırmamak lazım.

Fakat memnuniyetsiz müşteri eleştirilerinin daha fazlasına gerek yok. İzlediğim, leziz bir futbol filmiydi. Birçok kötü futbol filminin yanında parlıyor. Aklıma Goal geliyor mesela; onun yanında bir başyapıt gibi kalıyor. Karakterler muazzam, mizah dozunda, hikaye abartılı duygusallıklar içermiyor, her şey ayarında...

Filmin ilk repliği "Yeni Ginola sen olacaksın"ı duyunca zaten çocukken mahallede kendine Ginola'yı seçen biri olarak filmden vazgeçemezdim. Onun dışında devamlı sevdiğimiz spor karakterleri veya göndermeleri var. Bir yandan Maxime'i telefonla arayan Didier Deschamps'a denk gelirken, diğer yanda da Marsilya atkılı bir çekici şoförü görüyoruz. Maxime'in babasının beslediği köpeğin adı Platini, bir başka köpeğin adı Zidane. Çünkü iyi kafa vuruyor! Guy Roux, Sebastian Chabal, Renaud Lavillenie, Nikola Karabatic devamlı bir yerlerden çıkıyor...

IMDB puanının 5.5 olmasına şaşırdım. Hadi ben futbol sevgim yüzünden duygusal davrandım diyelim ama en azından Gerard Depardieu için bir 6'sı vardı. Ben çok sevdim, ara ara izlerim. Hem futbol, hem ergenlik... Benim için en iyi birleşim...

Pazar, Mart 11

Kaybetmenin Trajedisi


Bazen bazı taraftarlar takımları yenilince sporcuları hakkında "Bizim kadar üzülmüyorlar" derler. Hayatım boyunca anlamadığım bir laftır!

Tabi ki yalan söylüyorum; zira ergenlikte ben de öyleydim. Bütün üzüntüleri, kahırları, trajedileri benim ve benim gibi cefakar taraftarların çektiğini düşünürdüm. Artık öyle değilim. Aslında o günden bu güne çok değişen bir şey olmadı. Biraz daha olgunlaşmış olabilirim ama hayat tarzım hemen hemen aynı. 20 yıldır aynı şeyleri yapıyorum. Bunların arasında fırsat buldukça yaptığım futbol maçları da var.

Dünyada kimsenin önemsemediği maçlar. Hatta sahada oynayanların bir kısmı bile çok önemsemez o maçları. Bazıları 'iptal olsa da oynamasak' diye bekler hatta. Bazıları sadece muhabbet olsun diye gelir, güler ve gider. Bazıları da acayip sinirli olurlar ve kazanmak için çevresini yakıp yıkmayı göze alırlar. Ben son gruptan değilim ama onlara daha yakınım. Çünkü kazanmayı istiyorum. Yine de birinci amacım çok çekişmeli bir maç yapmış olmak. Üstelik para verip oynuyorsak, o maçın kesinlikle güzel olması lazım.

Fakat bu güzel maç isteğime rağmen, bu dünyada kimselerin önemsemediği maçı kaybedince çok üzülüyorum. Ne de olsa bir efor sarfediyoruz. Bu efor, sportif alışkanlığı kıt olan bedenimizin sınırlarını zorluyor. Yani fiziksel bir acı, özellikle maçın sonlarında insanı yakalıyor. O acıyı hissederken kaybetmeyi kimse istemez.

Bir de aslında iyi bir performans ortaya koyup kaybettiyseniz. Takım sporlarının dramıdır bu. Sen iyisin, belki de sahanın en iyisisin ama takımın kaybetmiş. Başkalarının hataları, senin hayatını değiştirmiş. Bunla yaşamak çok zor olsa gerek. 

Futbolcuların klasik sözüdür, "Önemli olan benim gol atmam değil, takımın kazanması" derler. Bunu kimse inandırıcı bulmaz. Hatta halı saha çevrelerinde bazıları şakayla karışık "Önemli olan takımın kazanması değil benim gol atmam" der. Bir yerde haklılar. Bir saat koşturup, üstüne para ödeyen adam atabildiği kadar gol atmak ister. Fakat maçın sonunda şöyle bir durum çıkar. Eğer 4-5 gol bile atmış olsanız, takımınız da kaybettiyse maçın en iyisi olarak sizin adınız geçmez.

En iyiler hep kazanandan çıkar. Başa baş giden bir halı saha maçında bile o hayali MVP ödülüni ufacık farklar belirler. İstediğiniz kadar takımın kazanmasını umursamayan bir egoist olun, o bireysel ödülü (çok olağanüstü bir performans yoksa) takımınız kazanmadan elde edemezsiniz. Maç sonu yapılan sohbette en büyük övgüler her zaman kazanan takıma gider. Hatta oradaki oyuncular sizden bir parça daha az  iyi oynamış olsa bile...

Şimdi bu dünyada kimsenin umursamadığı gece 11-12 halı saha maçınızı kenara koyun. Bir şampiyonluk maçının, bir derbinin, bir finalin sporcular için ne anlam ifade edeceğini düşünün. Direkten dönen bir topla, alınamayan bir ribaundla, çizginin biraz dışına düşen servisle kaçan galibiyetin bireysel olarak o yoğun emek sarf eden insanlarda nasıl bir tahribat yarattığını düşünün.

Tamam, sezon sonunda banka hesaplarına milyon dolarlar yatmış olabilir. Siz onlardan daha şanssız, renksiz bir hayat yaşıyor olabilirsiniz. Fakat bu durum, onların o yenilgilere sizin kadar bile üzülmediklerini kanıtlamaz. İstisnalar muhakkak vardır zaten. Her sporcu da aynı adanmışlık duygusunu taşımaz. Fakat onların da kariyeri çok kısa olur. Bir nevi istisnalardır. Genel olarak sporcu kaybederse içinden bir parça kopar. Büyük bir parça... Zaten o parça kopmuyorsa, "sporcu egosu" denilen şeyden uzaktır. 

O nedenle "Bizim kadar üzülmüyorlar" demeyin, diyeni de ciddiye almayın.


Cumartesi, Mart 10

Invictus



Invictus'a seneler önce televizyonda rastlamıştım. Filmin tam ortasıydı. O an beni çok sarmıştı ama başını yakalayamadığım için hemen kapamıştım. Merak içinde de kalmıştım. Çok iyi bir film olduğunu düşünmüştüm. Aradan seneler geçtikten sonra aklıma gelince de izlemeye karar verdim.

Ne yazık ki yıllar önceki heyecanımın yanına yaklaşamadım. Çok uğraştım ama olmadı. Hatta ara ara uyudum da...

Eastwood'un yine ilginç söylemleri olan bir filmiyle daha karşı karşıyayız. Film çok ilginç değil gerçi. Kafa karıştıran Eastwood'un kendisi. Onun yapımında yer aldığı tüm filmleri bir araya getirsek bu adamın ne düşündüğünü anlayamayız.

Fikriyat açısından böyle ama diğer yandan da filmin yönetmenliğini de beğenemedim. İlgi çekici konu, iyi oyuncular ama ben biraz soğuk kaldım. Özellikle teknik açıdan izleyiciyi çok yoran ve soğutan bir film. Replik arayan biri değilim ama burada da çok az replik vardı. Belgesel mi yoksa kurgusal sinema filmi mi belli değil. Arada kalmış gibiydi Sahnelerde çok çabuk değişiyordu zaten. Odaklanmak zor oldu.

Biraz, aptala anlatır gibi olmuş. Fazla mesaj kaygısı içermiş. Nelson Mandela kusursuz bir adam gibi anlatılmış ki ben çok büyük karşıtı olmasam da o kadar muhteşem biri olduğuna inanmıyorum. Üstelik öyle olduğunu düşünseydim bile, bu kör göze parmak hali yine itici hissettirirdi.

Film 2009 yapımı, 2010 Dünya Kupası öncesi böyle bir filmin çıkması manidar. Öte yandan ragbi veya rugby; her ne ise harika bir spor. Türkiye'de yaygınlaşmamasına anlam veremediğim iki spordan biridir, diğeri de buz hokeyidir. Akıcı ve kavga dolu; tam buraya göre...