2008 yılının Ocak ayı... Askerde henüz bir ayımız dolmamış. Yeni arkadaşlıklar edinmişiz. Telefon numaralarımızı almışız ama fırsat bulup bir internet cafe'ye gittiğimizde birbirimizi Facebook'tan ekliyoruz. Zaten ben de Facebook hesabımı askere gitmeden 1-2 ay önce açmıştım. Her şey en azından Türkiye'de henüz çok tazeydi. Yine de ben bu eklemelerden biraz rahatsızdım. Daha doğrusu Facebook, ondan önce MSN, ondan önce başka şeyler... Bütün bunları düşününce adeta sanal bir çöplük vardı elimde. Nereye gidiyorduk? Gerek var mıydı bunlara? Hatta bir ara, kışlanın içindeki 10 bilgisayarlı internet odasında şunu dediğimi halen hatırlarım: "Ya biz birbirimizi ekliyoruz ama sivile dönene kadar (5 ay sonra) Facebook'un modası geçer!"
Öngörülerim genelde çıkardı oysa. Burada fena patladık. Facebook hala hayatımızda. Üstelik filmi bile çekildi. O konuşmadan iki yıl sonra...
Hadi filme geçelim o zaman. Zaten film açısından beni en çok rahatsız eden nokta da bu. 2010 belki Facebook'un zirve dönemiydi ama bugünden bakınca o dönemin hikayenin başına dek gelen bir zaman diliminde olduğunu görüyoruz. O zamanlarda da bu aşikardı. Yani hikaye devam ediyordu. Gerçi film bize Facebook'u anlatmıyor. Facebok'un doğuşu esnasında yaşanan skandalları ve mahkeme süreçlerini anlatıyor. Bu da zaten belli bir zaman aralığında kalmasını kolaylaştırıyor. Fakat yine de bugün baktığımızda, bütün o karakterlerin söyleyecek başka cümlesi olabilir. Hatta sadece filmi izleyerek ve Facebook hesabı açarak öyküye ucundan katılmış sıradan bir kullanıcı bile 2010'da başka, 2020'de başka düşünecek noktaya gelmiş olabilir.
Bir hikaye devam ederken, onun filmini yapmak bana normal gelmiyor. Fakat son dönemde özellikle ABD sinemasında bu çok yaygın bir durum. Gündeme oturan her şeyin filmi çekiliyor. Tabi ki benim gibi yıllar sonra izlediğinizde de filmin yarım yamalak kaldığını görüyorsunuz.Yapanlara koyar mı? Koymaz. Zira gişede iş yapıyorlar ve belli kurallara uygun güçlü bir bir film çekince ödüller de geliyor.
Çağımızın etkileyici figürleri artık sanatçılar, siyasi liderler, komutanlar vs değil. Onların filmleri ikinci planda. Biyografiler sıkıyor. Başrol artık girişimcilerin, kaçakçıların, zenginlerin... Üstelik onların da hayatlarının tamamını değil, sadece belli bir bölümünü merak ediyoruz. Yani nerede nasıl köşeyi döndüklerini... Bir usulsüzlük mü var, yoksa zeka parıltısı mı? Ona göre tavrımızı koyuyoruz veya etkileniyoruz.
Kısacası sinemanın ekseni kaydı. Bugün bir Jim Morrison veya Che'nin hayat hikayesi iş yapmaz. O nedenle Steve Jobs gibi, Marc Zuckerberg gibi figürlerin hayat hikayelerini konu alan filmler izliyoruz. Hatta hayat hikayeleri de yok ortada. Sadece işlerini nasıl büyüttüklerini anlatan bir film var. Sanki bir Tedx konuşmasının kurguya aktarılmış hali. Bu da beni rahatsız ediyor. O zaman izleme!
Fakat filmin kendisi güzel. Heyecanlı. Sarıyor. Bir de bu filmlerde David Fincher gibi yönetmenler, Aaron Sorkin gibi senaristler, Jesse Eisenberg, Fassbander gibi oyuncular yer alıyor. Ya da cümleyi değiştirelim. Bu isimler zamanlarını ve emeklerini bu filmlere ayırıyorlar ve 'iyi' film kontenjanı buralara gidiyor. Piyasada daha iyi film bulamayınca, mecburen bunlarla idare ediyoruz.
Fakat gerçekten hakkını vermek lazım. The Social Network, zaman geçirecek film olarak gayet yeterli düzeyde. Keşke bu izlediğimiz kurgu olsaydı. Tamamen senaristin kafasından yaratılan bir dünya ve öykü olarak kalsaydı. O zaman bayılırdım. Fakat bu haliyle hep bir canımı sıkacak.
Film bir Sorkin senaryosu olduğunu hissettiriyor. Sorkin'in bazı kitaplardan senaryoya aktardığı üç film izledim. Üçünün de hızı, temposu, temeli birbirine çok benziyor. Charlie Wilson, Molly's Game ve son olarak The Social Network... İyi - kötü olarak aynı torbaya atmıyorum ama filmlerin ortak bir elden çıktığı belli oluyor.
Sonuncusunda bir de David Fincher imzası var. Fakat bence Fincher'ın külliyatında zayıf kalır bu film. Yine de piyasadaki standartın üstünde olduğunu kabul etmek gerek. Oyuncu kadrosunu da es geçmemek lazım. Jesse Eisenberg, benim çok beğendiğim aktörlerden biri. Üstelik film seçimi inanılmaz başarılı. Kötü filmi yok, kötü oynadığı bir rolü yok. Onun yanında 2010 için genç sayılacak ama şu anda kariyerlerin zirvesinde olan isimler var. Rooney Mara, Armie Hammer, çok kısa rolüyle Dakota Johnson ve sinema için yeni sayılan Justin Timberlake. Hepsi de çok başarılı... Hammer'ın iki ikiz kardeş Winklevoss'ları aynı anda canlandırması çok başarılıydı. Ayrıca filmde sen sevdiğim karakterler oldular. Sporcu kimlikleri sayesinde hem rekabetçi hem centilmenler. Helal olsun, Allah yollarını açık etsin.
Gerçi şu an ne yapıyorlar bilmiyorum. İyi insan mı oldular. Yoksa Zuckerberg gibi nefret edilen bir figüre mi döndüler. Yine aynı yere geleceğim. 2020 yılında bu filmi izledik de ne oldu? Filmi kapattık ve Twitter'a girdik. Orada yoğun bir tartışmayla karşılaştı. Wattsapp bilgilerimizi mi çalıyor? Facebook ile ortak olması ne anlama geliyor? Neler oluyor?
Benim kişsel gündemime girmesini istemediğim tartışmalar bunlar. Fakat giriyor. Daha da girecek. Çünkü dediğim gibi; bu hikaye henüz bitmedi... Filmin kendisi ne kadar güçlü olursa olsun, anlattıkları her zaman eksik kalacak...
Belki de bunu bildikleri için Sorkin, bir devam filmi için kapıyı açık bırakmıştı. Daha zaman var, acelemiz yok...