Cuma, Ağustos 30

Kaldığı Yerden


Grup analizi yapanlar olacaktır. Ben genel olarak takımdan umutluyum. En azından geçen senenin son CL maçında hissetiklerimiziden sonra ne Juventus'tan ne de burada yendiğimiz Real'dan çekiniyorum.

İlk maçın Real ile olması güzel oldu. Kaldığımız yerden devam edeceğiz. Peki nerede kalmıştık? Bu pankartta. O gece maçtan sonra çok tartışılmıştı, ama o pankartı hazırlayanların içindeki inanç ve güven duygusu birçoğumuzdan çok fazla. Oysa o gece pankarta laf söyleyenler bugün "öldük bittik" diyor.

Umarım bu pankart -veya ufak revize edilmiş bir hali-  ilk maçta, Real maçında, tribünde olur. Sabri o gün maçtan sonra pankarttan ne kadar çok etkilendğini söylemişti, maç öncesinden benzerini görmek yine onları etkileyecektir.


Perşembe, Ağustos 29

Futbolsa



Son yılların popüler tanımı; "Bunların oynadığı futbolsa bizim oynadığımız ne" yi Türkiye'ye ilk getiren 18 Mayıs sabahı Meriç Tunca olabilir mi?

On The Road



Bir kuşağı derinden etkileyen, hatta etkilemekle kalmayıp bütün kimliğini ve ruhunu değiştiren bir romanı kitap yapmak ne kadar doğru bir fikir olabilir ki? Üstelik ki aradan neredeyse 55 sene geçmişken. Aradan geçen elli seneye saygı duruşu mu, yoksa artık yaratacak bir şey bulamamak mı?

O günden bugune devir değişti, insan değişti. Ama insanın yolda olma hevesi değişmedi. Ama artık bunun için bir film veya romana ihtiyaç duymuyorlar. Bu arada hakikaten; gençliği veya toplumlardaki büyük bir kesimi harekete geçiren, ön ayak olan bir kitap veya film var mı son dönemde? Belki Fight Club.. Başka?

Zor bir kitaptı. Ama etkileyiciydi. Üstelik neredeyse etkileyici hiç bir cümle olmadan. Sadece akıyordu. Yazarın romanı kağıda döküşü gibi. Gidiyordu. Yolda olmak gibi. Film aynı duyguyu vermekten çok uzaktı. Tam tersiydi hatta; gitmiyordu. Belki de sonunu bildiğimizden. Daha doğrusu sonunda bir şey olmadığını bildiğimizden. Kitapta olan biten; içinde oluyordu sonunda değil.

Oyuncu tercihleri bile tartışılır. Kafamda canlandırdığım Marylou'ya Kristen Stewart uyuyordu. Ama sanki Dean'in daha yakışıklı, karizmatik biri; Sal Paradise'ın da daha silik bir karakter olması gerekiyordu. İkisi de birbirine benzeyen iki oyuncu. Farkı olmayan. Ayırt edilemeyen...

Yine de filmi izledikten sonra bile içiniz kaynıyor. Harekete geçme güdüsü doğuyor. Ayağa kalkıyorsunuz. Ama her vasat film gibi 1 gece; belki biraz daha fazlası kadar sürüyor. Ondan sonra eski haline geri dönüyorsun. Etkisi geçiyor. 

50 sene boyunca etkisini koruyan bir kitabın, etkisi 2 gün bile sürmeyen filmi...


Salı, Ağustos 27

Dönüp Dolaşıp




Aynı evde kır düşecek saçlarına 
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin 
Geleceksin bu şehre 
Sonunda başka bir şey umma

Pazar, Ağustos 11

Biraz Ara





Çok yoruldum. Hayatımın hiç bir senesinde bu kadar yorulmadım. Hem fiziksel olarak hem kafa olarak. 

Hayatımın her senesinde olduğu gibi geçen yaz da Bodrum'a gitmiştim. 1 Ağustos'ta dönmüştüm. İnanılmaz huzurluydum dönüşte. Tatil bittiği için ve ailemi geride bıraktığım için hüzünlüydüm ama mutluydum. Sadece 23 gün sürdü o huzur. Kötü bir haber aldığım 23 Ağustos'tan 10 Ağustos'a geçen süre acısıyla tatlısıyla çok fazla hırpaladı beni.

Sağlık sorunu oldu. Hayatımda çalışmadığım kadar çalıştım. Uykusuz geceler oldu. Para kazanmam lazımdı, kazanmaya çalıştım. Sosyal hayatımdan kıstım. İçime kapandım. Fiziksel olarak da çöktüm. En son gücümü de haziran ayında direniş zamanı kullandım. "Direnişte çok aktiftim" demiyorum ama hem oralara gitmek hem çalışmak, hem ailevi sorunlar birleşince, bünye ve kafa çok yoruldu.

Son 20 gün, belki de 1 ay, sıfır motivasyonla devam ettim hayata. Bloga sık sık giren fark etmiştir zaten. Eskisi kadar yazamadım. Hem içimden gelmedi hem kafam durduğu için yazamadım. İki kelimeyi bir araya getirmek çok zor geldi. 

Şu an rahatlama imkanına kavuştuğumu bilmek bile iyi geldi ve 2-3 gündür daha fazla yazı yazdım. Daha mutlu oldum. Daha sosyal oldum. Şimdiden dinlenmeye başladım. Senelerdir yapmadığım kadar uzun bir ara vereceğim. Umarım dönüşte daha verimli olabilirim ki gitmemin asıl sebebi de bu ne yazık ki. Keşke sırf gitmek istediğimiz için gidebilsek. Ama daha iyi dönelim diye gidiyoruz. Yazık...

Bunu da yazmak istemezdim. Sonuçta giden var, kaçan var, bunları yapamayan da var. Ama olsun. Aktif blog olunca her şeyi yazmak lazım. Günlük işte. 2 sene sonra bu boşluğa bakıp gülümsemek de var işin ucunda...



Cumartesi, Ağustos 10

Ukala Cahiller



Bu kuşağın (benimle yaşıt olan) her şeyi bilen ve hiçbir şeyi beğenmeyen, sevdiği şeyleri ilahlaştıran, sevmediklerini aşağılayan tavırlarını ne yapacağız bilmiyorum.

1985 doğumlu Lily Allen'den bahsetmiyorum. Lily Allen'i seviyorum. Dinlediğim müzik türüne göre cephe almadığım için her hoşuma gideni sevebilme özgürlüğüne sahip oluyorum. Muhteşem... Lily Allen'in sesi ve şarkıları da hoşuma gidiyor. En sevdiğim ikinci şarkı bu; Littlest Thing (birincisi Not Fair).

Giriş paragrafına sebep olan ukalalıklar ise bundan sonra başlıyor. Şarkı hakkında bilgi toplamak için (sözler vs) Ekşi Sözlük'e girdim. Gördüğüm entryler müthişti. Lily Allen hırsızlıkla suçlanıyor. Şarkının girişi Karma Police'den arakmış. Bu dünyadaki her notayı Thom Yorke buldu zaten amk. Her şarkı ondan çıktı. O her şarkıyı yaratandır...

Oysa işin aslı öyle değil. Lily Allen bilinen bir şarkının melodisini kullanarak yeni bir şarkı ortaya çıkarmıştı. Bu şarkı 1974 tarihli Emmanuelle in the Mirror... Oysa lafta bunlar erotik konulu Emmanuelle serisini de çok iyi analiz edip aşağılamışlardır kesin. Ama sanırım filmi izlemedikleri için şarkıyı duymamışlardır. 

Neyse işte, bir anlık sinirle yazdım.. Müzikle ilgili her şey Thom Yorke ve Raiohead ile alakalı olmak zorunda...

Lily'nin de bacaklar fenaymış Altan...

Son Amigo




Tribünler çok karıştı. Eskiden de karışıktı. Ama şimdi dengeler de değişti, ortam da laçka oldu. Artık her şey ortada. Herkesin her konuyla ve her kişiyle ilgili bilgisi ve fikri var. Her bilgi bir tık uzaklıkta, internette. Oysa eskiden, biz daha yeni yeni tribüne girerken olan biten hakkında bir şeyler öğreneceğiz diye ne muhabbetlerin dönmesini beklerdik. Zaten bir şeyi bilmek için çabalamazdık. Çünkü bilgiye kolay ulaşılamazdı. Tribüne gide gele, muhabbet ede ede, göre göre öğrendik bazı şeyleri.

O günlerin kült adamıydı Alen Markaryan. O zaman kendi aramızda konuşurken yaşımıza bakmadan Alen derdik, sanki futbolcuymuş gibi, daha gergin ortamlarda Alen Abi ye bağlardık hafif tedirginlikten. Bu devir değişikliği yaşanırken bir anda o da Alen Markaryan oldu. Sefa Kalya'nın gerçek adının Sefa Kalya olduğunu öğrendiğimiz günlerle aynı zamana denk gelir...

Söylenenlere göre vakti dolmuş, Alen Abi tribünü bırakıyormuş. Beşiktaş tribünü son senelerde çok karışmıştı. Dışarıya yansıyan o güzel tribün yapısı, aslında içeride aynı şekilde durmuyordu. Her tribünde olan/olabilecek sorunlar zirve yaptı. Sonunda Alen Abi önce uzaklaştı, şimdi de bırakıyor.

Nasıl bir tribün lideri olduğunu Beşiktaşlılar anlatmalı. Ama uzaktan veya karşıdan gördüğümüz kadarıyla muhteşem bir amigoydu. Belki de tribün tarihinin son amigosu. Endüstriyel futbola yenilen bir kavram amigoluk. Artık sete çıkmak mümkün olmayabilir. Herkesin koltuğu olacak. E-Bilet olacak. Beşiktaş'ın da stadyumu olmayacak. İstanbul'un ortasında İnönü Stadı olmayacak artık. Böyle bir zamanda bırakıyor Alen Abi. Belki de en olması gereken zamanda.

Çarşı 2007 yılında muhteşemdi. Belki de son muhteşem sezonu. Ve belki de 3 büyük tribün son muhteşem zamanı. Her tribün, bazı dönemlerde birbirlerine üstünlük kurar. İşte o yıl bana göre Beşiktaş'ın olmuştu. O zamanlarda bu videoyu görüp bir kez daha hayran olmuştuk. Beşiktaş tribününün pozitif yönlerini gördüğümüz bir 5 dakika. Belki buradan yola çıkıp Gezi Parkı olaylarını da çözebilirsiniz. Onlarca çıkarım yapmak mümkün ama bunları kendime saklıyorum. Ne de olsa herkesin fikri var, değiştirmek mümkün değil.

İstanbul'un yalnız çocuklarına verdiği özgüven ve yaptığı abilik önemliydi. Sevabı günahı kendisine, yolu açık olsun. 

Cuma, Ağustos 9

Searching for Sugar Man




Film değil belgesel. Ama film gibi belgesel. Müthiş bir kurgusu var. İzlerken şok oluyorsunuz. En baba aksiyon filminde bile böyle bir şok yaşanmaz. Bunun farkı, sanırım gerçek olması. Gerçek olduğunu bilmek aynı anda hem sevindiriyor, hem umutlandırıyor, hem şaşırtıyor, hem üzüyor. Her şey....

Çok fazla yazmak istemiyorum ki, siz de izlerken aynı şekilde şaşırın. Aynı duyguları besleyin. Konu hakkında hiçbir şey bilmiyordum, izledim ve şimdi gerçekten bu adamı "aramaya" başladım. Onu dinliyorum.

Herkesin bir hikayesi var ama önemli olan o hikayenin anlatılabilmesi. Hikaye ne kadar güzel ve etkileyici olursa olsun, anlatıcısı yoksa önemi kalmaz. Bu hikaye geç de olsa anlatılmış. Anlatan adamın birçok yerde ödül alması o yüzden çok normal. 

"Her devrim bir şarkıya ihtiyaç duyar"

FRAGMAN 

SUGAR MAN

Ölüm Gelince Kavga Biter


Selçuk Yula'yı son 10 yılda sevmek mümkün değildi. Buraya gerçek hisler dışındaki cümleleri yazmak şık olmaz. Ekranda konuşurken veya gazetedeki yazısını okurken tansiyonumuzu çok fırlatmıştır. Kendisinden nefret ettirmiştir, sinirlendirmiştir. Bizim yaşımızdakilerin onunlar ilişkisi böyleydi. O bir şey söyler, o bir şey yazar biz de ona tepki verirdik. 

Bizden öncekiler ise onun gollerini izlediler. Biz onu daha farklı tanıdık ve o yüzden pek sevemedik. Ama ölüm gelince bütün kavgalar, çekişmeler, hırslar sona erer, sona ermeli.

Selçuk Yula güzellemesi de yapacak değilim. Sevilmesinin en büyük nedeni olan futbolculuğunu izlemedim. Biraz Sarıyer dönemini hatırlıyorum. Daha sonra Galatasaray'a gelmiş ama hiç fark etmemiştim. Süper Baba'da oynadığı bölümlerle çok sevmiştim. Zafere Kaçış'taki Pele gibiydi Çengelköy'de... Daha sonra, nasıl olduysa o temiz mahallenin fedakar futbolcusu, mahalleden ayrılıp, çirkin ve nefret dolu "futbol ailesi"ne katıldı.

Bugün sosyal medyada ona küfürler ediliyor. Yanlış yapıyorlar bana göre ama onlara laf anlatmak durumunda değilim. Onların her şeyin en iyisini bilen kuşağın neferleri. Savaşı sürdürmeyi erdem sanıyorlar. Belki de bilerek yapıyorlar. Bilerek böyle konuşuyorlar... Böyle cümleler kullanacaklar ki, ait oldukları camialar tarafından daha çok sevilsinler. Bunları kovalıyorlar. Bunun için ölüye saygı göstermiyorlar. Vefat edenin ailesini ve sevenlerini ciddiye almıyorlar. Hatta belki de kendi ailelerini bile düşünmüyorlar. O kesimi görünce üzülüyorum ama ne yalan söyleyeyim şaşırmıyorum da... Bu ortamın oluşmasında Selçuk Yula'nın da çok payı vardı.

Selçuk Yula öldüğünden beri anılıyor. Ama ne yazdığı yazıları ne yorumlarını hatırlıyoruz. Televizyonlarda, internet sitelerinde varsa yoksa golleri, maçları. Bordeux maçındaki golünde en son andaki vites yükseltmesi üzerine konuşuyoruz. Galatasaray'a transferi. Eski fotoğrafları, maçları... O bir futbolcuydu. Birçok çocuğun isim babası. Hatta belki Selçuk İnan'ın bile. Neden olmasın, İnan, Yula'nın en iyi zamanlarında dünyaya gelmişti. Birçok çocuğun mahalle maçlarındaki idolüymüş. O bir futbolcuydu. Sonra spor yazarı olmayı seçti. Ve çirkinleşen, bizi uzaklaştıran, bizi birbirimize kırdıran ortamın bayrak taşıyan ilk ismi oldu.

Şimdiki futbolculara ders olur mu acaba? Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi forvetlerinden biri, ölürken bir kesim tarafından kötü hatırlanıyor. Futbolu bıraktıktan sonra çizeceğiniz kariyer çok önemli. O kariyeri sadece kendiniz için değil, aileniz ve sizi sevenler için de çiziyorsunuz.

Ve aslında futbolcuların asıl görevi, bu kalpleri nefretle dolmuş gençlerin içindeki öfkeyi söndürmek olmalı.. Bunu nasıl yapabilirler bilmiyorum ama bunu sadece futbolcular gerçekleştirir. Ne yöneticiler, ne spor yazarları, ne tribün liderleri... Bu oyuna yön verecek ve oyunun güzelliğini koruyacak tek grup futbolculardır... Oyunun gerçek sahipleri, bu oyunu bize tekrar sevdirirlerse, kendileri de herkes tarafından iyi hatırlanacaktır.

SELÇUK YULA'NIN EN GÜZEL MAÇI

Perşembe, Ağustos 8

Uluslararası Kariyer




Geçtiğimiz aylarda Galatasaray Dergisi'nde Turgay Şeren'in jübilesi ile ilgili bir çalışma vardı. O dönemin gazetelerinde yazılan yazılar derlenmişti yanlış hatırlamıyorsam. Bir ifade çok ilgimi çekti. Turgay Şeren'in Türk futbolunu aşan uluslararası kariyerini anlatabilmek için, dünyanın 19 başkentinde sahaya çıktığı yazılmıştı. Daha önce hiç bu açıdan bakmamıştık futbolculara.

Doğru ya; çoğu alt kesimden gelen, normal hayatları devam etse yurtdışına çıkmaları bile mümkün olmayan  gençler, yetenekleri sayesinde futbolcu olup, dünya başkentlerinde sahne alıyordu. Gösterilerini sunuyor. Ünlü şarkıcılar, rock grupları, danşçılar vs. gibi.. Fakat tabi biz atlıyoruz. Olaya daha önce hiç bu açıdan bakmamıştım. Onur verici bir şey olsa gerek.

Ben de gaza gelip, bizim dönemin en kariyerli futbolcusu olan Hakan Şükür'e göz attım. Kaç tane başkentte sahaya çıkmıştır diye.. Zor oldu. Üşendim. Alt yaş kategorilerini ve hazırlık maçlarını dahil etmedim. Ortaya 29 rakamı çıktı. Doğru da olmayabilir.

Eh tabi ki bir Türk futbolcusu için ilk başkent deneyimi Ankara oluyor. Bu 29 şehir arasında Ankara da var.

Hakan'ın ilk yurtdışı başkenti; 1992'ye denk geliyor. Lüxemburg, Roma ve Londra'da sahaya çıkıyor.

1993'te CL maçında Moskova'ya, milli takım için ise Oslo'ya gidiyor.

1994'te Budapeşte ve Bern. İkisinde de gol atıyor. 1995'i ise boş geçiyor.

1996'da Paris, Brüksel ve Cardiff'te sahaya çıkıyor.

1997'de Prag ve Amsterdam. Bu iki senede de gol atamıyor. 1998'de ise maça çıkamıyor.

1999 sayının en fazla olduğu sene... Viyana, Berlin, Dublin, Helsinki, Belfast, Kişinov.

2000 Kopenhag ile başlıyor, Bakü ve Üsküp ile Osmanlı kültürüne selam çakıyor.

2001 sadece Bratislava, 2002 sadece Seul. Ama ne Seul...

2003 Sofya ve Vaduz

2005'te Kiev

2007'de Atina ve Saraybosna ile bitiriyor.

Hayatı boyunca 29 şehir bile görmemiş ben... 29 başkentte sahaya çıkan bir futbolcu. Üstelik bazıları birden fazla. Gerçekten kıskanılacak bir durum. Hakan Şükür'ün kariyerini okumak için iyi bir başlangıç olur. Kariyerinin 29 harflik alfabesi.


Salı, Ağustos 6

Das Leben der Anderen




Filmlerin en vurucu sahneleri genelde son sahne olur. Son anlarda yaşanan olaylar filmin notunu belirler. Ama bazı filmlerin anlattıkları o kadar önemli ve dikkat çekicidir ki, son sahne akılda bile kalmayabilir. Anafikir, filmin geri kalan 100 küsür dakikası, zaten hayatınızın geri kalanına işlemiştir. Bu film de öyle...

Daha yumuşak bir film olabilirdi belki. Fakat bazıları bu tarzı seviyor. Karanlık, ağır, sert... Mesela ben Good Bye Lenin'i tercih ederim. Böyle ciddi ve toplumsal bir olayın, yaşanan tramvaların, yıkılan hayatların anlatıldığı bir hikaye daha sert anlatılabilir. Bunu seven ve daha önemlisi etik bulan olabilir. Ama yine de Lenin daha güzeldi.

Das Leben der Anderen'de en ilgi çekici olan; Gerd Wiesler' karakterini oynayan Ulrich Mühe. Tavizsiz bir devlet görevlisinin nasıl değiştiğini görebiliyoruz. Bu değişimi çok iyi sundu. Kevin Spacey'e benzerliği de dikkatlerde kaçmadı.

Yönetmenin ilk filminde bu kadar riskli bir işe girmesi (riskli çünkü hem hassas bir konu hem de olayların ve karakterlerin gelişimi açısından hataya veya eksikliğe açık) ve büyük oranda da kotarması takdir edilesi. Bu takdirin karşılığı Avrupa'da bir çok ödül veya Oscar olmalı mıydı ondan emin değilim. Belki rakipleri ile alakalıdır. Ki zaten aslında en büyük ödülü seyirci veriyor. Ama izlerken, veya izledikten hemen sonra değil, zaman geçince... Filmi, hikayeyi, konu özümsemek için zaman gerekiyor. Daha da doğrusu zaman geçince, hayat devam edince bazı olaylarla karşılaşınca, "şu filmde anlatıldığı gibi" diyorsunuz. İşte bu, o filmlerden.

Eğer mesele, iyi zaman geçirmekse, bu film boyunca iyi zaman geçiremiyorsunuz. Hem 80'lerdeki Doğu Almanya'nın berbat havası yüzünden karamsarlık içinize işliyor, hem de filmin ağır konusu gereği bazen sıkılıyorsunuz. Güzel film olmayabilir ama iyi-sağlam bir hikaye var ortada.

Eh gerçi siz buna benzer şeyleri 7 senedir sağda solda okumuşsunuzdur. Bana yeni izlemek nasip oldu. Ve sanırım son dönemde izlediğim Alman filmleri arasında vasat olan bile yok. Hepsi üst düzeyde...


Pazar, Ağustos 4

Bek Gibi Bek




Futbol yazmak istemiyorum ama burayı boşlamak da istemiyorum. Futboldan değil ama Türkiye'nin yapay futbol gündeminden sıkıldım. Son iki senede yaşananların doğal sonucu. Parklarda, halı sahalarda oynanan maçlar daha ilgi çekici. Aslında Süper Lig de ilgi çekici, izlenmeyecek gibi değil. Yeter ki izleyelim konuşulmasın. 2 aydır konuşuyoruz artık izlemek lazım.

Sıkıcı yaz dönemini futbolla dolduran organizasyonlardan biriydi U-20 turnuvası. Çoğu maçı izledim. İlk maçtan itibaren gözüme giren bir eleman vardı; Irak'ın sol beki Ali Adnan. Çok büyük futbol keşifleri yaptığımı iddia etmeyeceğim. Sadece bu adamın futbolu gözüme hoş geldi. Halı sahalarda sol bek oynamış biri olarak hayran kaldım. Çok eksiği vardı, o da göze çarptı ama benim için önemli değildi. Adam basıp gidiyor, şut çekiyor, çalım atıyor... Can Mutlu'nun koyduğu lakabla tam bir Bağdat Treni... Arkaya çok fazla adam kaçırıyor ama adamın peşinden de koşuyor. Tam mahalle topçusu gibi. Böylelerini seviyorum. Bazıları buna vasatlık diyor. Olsun.

Irak yarı finale kadar yükselince, turnuvanın sonuna kadar gündemde kalabildi. 7 maç oynadı. En sonunda adı Galatasaray ile anıldı. Fakat yabancı sayısı ona engel oldu. Hasan Şaş, "Bonservisi pahalı geldi" dedi, Rizespor 650.000 ödeyerek bonservisini aldı. Belki 1-2 sene sonra, yabancı sayısı sıkıntı olmadığı bir sezonda kadroya dahil ederiz.

Merakla bekliyorum. Acaba Süper Lig'de nasıl oynayacak? Irak Ligi nasıl bir lig onu da bilmiyoruz. Tam bir kapalı kutu benim için. Ç.Rizespor'un başında Rıza Çalımbay'ın olması da soru işareti. Oyunu kendi yarı sahasında kabul eden bir teknik adam. Eskiden beklerin çıkmasına izin vermezdi. Bu nedenle Ali Adnan'dan bir fayda göremez. Ama Sivasspor'daki gibi kontratak futbolunu tercih ederse büyük fark yaratabilir.

Lig başlasın, maç izleyelim artık.

Perşembe, Ağustos 1

İnönü Anıları



Bobby Robson İnönü Stadı'nda... Türkiye ile İngiltere arasındaki ilk resmi maç

14 Kasım 1984, skor 8-0