2016 ve 2017, hayatıma animelerin animasyonların girdiği yıllar oldu. Bu türü daha önce sınırlı seviyede tutmuştum, fakat bu iki senede oldukça çok izledim. Bundan sonra da aynı hızda gideceğimi sanmıyorum ama olsun. Türün iyilerini izlediğimi düşünüyorum. Fakat sanırım en vasatı Hauru no ugoku shiro (Yürüyen Şato) oldu. Vasat diyoruz ama diğerleriyle kıyaslayınca... Yoksa izlenmeyecek bir şey değil. Sadece konu beni sarmadı. İzlediğim birçok anime yetişkinleri sarma konusunda çok başarılıydı. Burada ise biraz çocukça kaldığını itiraf etmem lazım. Küçümseme maksatlı bir düşünce değil ama ara sıra içine girmekte zorlandığımı itiraf etmeliyim. Bu sebepten dolayı puanı düşürdük.
Fakat o renkler... Adamlar nasıl oluyorsa beni buradan yakalıyor.Görüntü yönetmenliğinin veya teknolojinin dışında ne olduğunu bilemediğim bir faktör var. Acayip bir şey...
Çok sevdiğimiz ligimize, kazandığı ihale sonucunda sahip olan BeIN Sports'un yaptırımlarından hiç memnun değilim. Tutucu ve gelenekçi bir insan olabilirim ama bu özelliklerimin her zaman da kötü olmadığına inanıyorum. Ufak yeniliklere hazırım ama sebepsiz yere yapılan ve ince ince dayatılan değişimlere karşı da canım sıkılıyor.
Öncelikle bize kalsa, zaten her zaman gündüz maçlarını seçeriz. Bunu her platformda dile getirdik. Kesin blogda da yazmışımdır. Gündüz maçları daha keyiflidir. Maç seyrinin kalitesi artar. Maça gidiş kolay, dönüş ayrı kolay olur. Futbolcular için de, taraftarlar için de büyük kolaylık olur. Tabi gündüzden kasıt 13.30 değil. Şöyle güzelinden bir 16.00 maçına kim hayır diyebilir? Basın çalışanlarının işi de daha kolay olur. Ligin parlatılması, haber içeriklerinin zenginleşmesi sağlanır.
Bunların olmayacağını biliyoruz. Kabullenmiştik. Paraya dayalı düzenden bihaber değiliz. Bazı gerçeklerin farkındayız ve her akşam bir Süper Lig maçının oynanacağını biliyoruz.
Senelerdir bu böyleydi. Alışmıştık artık. 19.00 dendi mi o Süper Lig saatidir. Hatta "Akşam maç kaçta" diye soranlarla bile dalga geçerdik. Yazın, sıcak hava nedeniyle maçlar geç başladığında kafamız karışır, normale dönmesini beklerdik. Bu sene de öyle oldu.
Önce 21.45'lerden, 20.30'lara düştü, sıra 19.00'daydı. Ama aylardan ekim, kasım gelmesine rağmen bir türlü olmadı. Nedense maçlar bu sezon 19.30'da başlıyor. Aslında nedenini anlıyor ve biliyoruz ama bu değişikliğin bir açıklaması yapılmadı.
Yayıncı kuruluş istedi diye maçlar 19.30'da başlıyor. Büyük bir saçmalık. Bundan şikayet etmek sadece eskiye duyulan özlem, kalıplaşmışı savunmak veya romantizm değil. Maçların yarım saat geç başlaması, yarım saat geç bitmesi demek. Bizim passoligimiz yok ama yine de gidenleri anlarız. 19.30, maça gidenlerin eve yarım saat geç dönmesi demek. Özellikle ertesi gün iş olan zamanlarda, yani pazar akşamlarında 19.00 bile büyük bir eziyetken, şimdi o eziyete yarım saat daha eklendi.
Gazetelerin, taşra baskısına o akşamın maçlarını yetiştirip yetiştiremediklerinden emin değilim. 19.00'da sorun yoktu ama bazen 20.00 maçlarında sıkıntı olduğunu hatırlıyorum. Bu keyfe göre alınan karar, futbolun her unsurunu etkiliyor. Büyük ihtimalle dönüşü de olmayacak. Fakat ligden aldığımız keyif giderek azalıyor. Bakalım yeni dönemde daha neler göreceğiz?
İki erkek bir kadın veya iki kadın bir erkek temalı filmler nedense çok tutar. Ben çok sevmem ama en çok da herhalde Fransızlar sever. César et Rosalie'yi izlemeden önce kafamda neyle karşılaşacağıma dair bir tahmin vardı. Ardından film başladı ve bu tahminime uygun ilerledi. Cesar ve Rosalie karakterlerini gördükten sonra; filme adını veren ikiliyi öne çıkardım ve David'i arkada bıraktım. Bir ara "İsim acaba 'David ve Rosalie' olmalı mı" diye düşünürken iş bambaşka boyutlara geldi. Bir anda Cesar ve David izler olduk.
Normalde üçlü aşk filmlerindeki karakterler rahatsız edici davranır. İzleyicinin ya ahlak değerlerine ters davranırlar ya da izleyici geçmişte, kendi hayatında yaptığı hatalarını karakterler üzerinde görüp hatırladığı için kızgınlaşır. Bu filmlerden pek fazla iyi figür çıkmaz. Üçlüden bir tanesini sevmek büyük başarıdır.
César et Rosalie'nin farkı burada çıkıyor. İnsan üçüne de hakkını veriyor. Üç karakter de çok açık, çok net, çok anlaşılır. Fevri davransalar bile sorun yok. İzleyici diğerini haklı bulsa da öbürünü anlıyor. Ama bu özellikler filmi 'kolay-basit' statüsüne sokmuyor, aksine saygı uyandırıyor. Çünkü kurgu karakterlerin tüm berraklığına karşı çok belirsiz ilerliyor. İnsanı düşündürüyor. Tüm olağan ve insani çelişkiler ortaya çıkıyor. Sanırım izlediğim en iyi 'üçlü aşk' filmlerinden biriydi.
Kadın oyuncu Romy Schneider gerçekten güzeldir. Erkek oyuncular Yves Montand ve Sami Frey de oyunculuklarını belli eder. Yönetmen Claude Sautet, ilk kez karşıma çıktı ve verdiği film beni mest etti diyebilirim. Karakterleri fazla konuşturmuyor, repliklere önem vermiyor, yüze odaklanıyor, duyguları hissettiriyor ve tüm bunları yaparken 1972 yılının sıkıcı Fransa sinemasından ayrılıyor. Film gayet akıcı ilerliyor. Karakterler derin. Fakat derin oldukları için sessiz ve içine kapanık değil.
Filmin özellikle sonunda yer alan ve karakterlerin yaşadıkları geniş ev ise hayal gibidir.
Film hakkında çok fazla çıkarım, analiz bulurum ve okurum sanmıştım ama hiçbir şey bulamadım. Az bilinen ama hakkını bulamayan bir filme denk geldim. Önemli değil. Tesadüfen, hiç büyük beklentiler olmadan bir film izledim ve sevdim. Memnunum.
Sığınak (Türk Dil Kurumu'na göre)
1. isim Yağmur, güneş veya çeşitli tehlikelerden korunmak için sığınılacak yer,
2. askerlik Özellikle hava bombardımanlarından korunmak için yapılmış yer
3. Kötülüklerden koruyan, sığınılan kimse veya şey
Türk Dil Kurumu'na göre sığınak kelimesinin 3 tane anlamı var. Cümle içerisinde de kullanmamışlar. Bu serinin çıkış amacı da bu kelimenin binlerce anlamı ve hikayesi olmasına inanmamız ve/veya örneklerini hayat içerisinde kullanıyor olmamızdandır. Ya da bahanesi, bu bahaneye sığınıyoruz.
2016'nın soğuk bir Şubat gecesi. Galatasaray'da 3.Büyük Mustafa dönemi. İşler istendiği gibi gitmiyor. Yerin üzerine çıkmadan tünellerden eve dönülen maç sonraları olan bir stadyum yolundan
sosyal medyaya düşen bir kare yürekleri ısıtıyor. Yeleğine 4 yıldızı eliyle işlemiş yaşlı bir amca... 4 yıldız, 4 denklem, 4 şifre aslında. Çocukluk-ergenlik-gençlik-yaşlılık gibi bir özeleştiriye çekiyor insanı. "Biz neyiz ve nerelerdeyiz" diye sordurtuyor. Metro tünelleri bir sığınak oluveriyor tüm sığınanlara. 0-0 bitmiş bir Konyaspor maçı. Kekremsi bir tat. Huzur aramaya gittiğin Konya'da, "Mevlana Pide'ye hoşgaldiniz afanım biyrun" ile karşılaşmaya benzer bir kekremsi tad.
Galatasaray-Lazio maçında Setrak Yeleğen amcanın resmedildiği bir koreografi yükseliyor Seyrantepe'de. Fonda ise "Çocukluk Aşkımsın(Kum Gibi)" bestesi. 92'yılında gri İstanbul'da tek bembeyaz yer olan Ali Sami Yen'i yaşatmış Mustafa Denizli'den yeni bir Avrupa zaferi bekleniyor 94'te listeleri kavurup geçen bu şarkı eşliğinde. Tribün muhabbetlerinde en çok kullanılan klişedir: "Bu maç herkes geliyor, abiler falan da özel izin falan aldı. Kırgınlıklar unutuldu, onlar bile girecek" diyerek bir kenetlenme sinerjisi yaratılır bazı maçlardan önce.
İstanbul ve çevre illerin bilimum çöplüklerine voltalar yollanıyor martıların da gelmesi için, şehirlere bomba yağdırma planı yapan tüm uyuyan hücreler kendini lağvediyor. Sonbahar mevsimi özel bir teklifle çıkardığı kamu hükmünde kararname ile bu sene bu sene baharları kaldırıp direk yaza geçmeyi teklif ediyor. Kirli yüzlerin aydınlanması için istifalar-intiharlar peşi sıra geliyor. Gizli tanıklar başvuru evraklarını tamamlamak için muhtarlardan onaylı ikametgah almak için birbirini eziyor bu gece.
Sığınaklardır sığındığımız olmamışlıklarımızdan kaçıp. Hafif kafa güzel olunca ya da olmamış yerde çalan bir şarkıda akla gelince, telefona sarılma refleksi gibi bir reflekstir. 9 ay sığınılmış bir yerde ne yaşıyorsak artık, her yeri orayla özleştirmek, futbol takımlarına, partilere, müzik gruplarına, kadınlara bağlanışlarımız da bu yüzden.
Videonun 2.dakikasında rastgelinen abi... Gözyaşlarına boğulan, uzaklara dalan, "Maçın başlamasına 5 dakika var , nerede bu numaralı daha dolmadı" telaşına düşen, eskilere giden, aklına elinden tutup maça götürdüğü ya O'nu maça götüren gelen. "Neden efkarlandı?"nın sorusun cevabı aslında Olcan Adın'ın şampiyonluk seremonisinde "Neden Kum Gibi?" nin cevabıyla aynıdır.
Tuttuğumuz takımların geçirdiği buhranlar aslında bizim hayatta yaşadıklarımızla paraleldir. Bu yüzden "hayatın anlamı" kısmında bu tezahÜrata katılıyor ve sığınaklarında ağırladıkları için Galatasaraylı taraftarlara teşekkürlerimi bir borç biliyorum.
Aşkımız hikayelere... "Bulalım bir hikaye de sığınak hemen" diye bakıyoruz ve açıyoruz radarlarımızı.
Bilimkurgu filmlerini hiçbir zaman sevmedim, her zaman ön yargılı yaklaştım, özellikle de en popülerlerine. Blade Runner da bunlardan biriydi. Popüler bir filmdi, iyi bir yönetmeni, şöhretli bir başrol oyuncusu ve çılgın fanlardı vardı. Benlik olmadığı kesindi. Işın kılıcı ile dükkan önlerinde yatanların en yakın arkadaşlarının sevdiğini sanıyordum. Belki onlar da seviyordur ama artık önemli değil.
Yakın zamanda bu filmin ikincisi de gelince, "Artık açıp izleyelim, neymiş bu?" dedim. Yarıda bıraktığım tek film olan Star Wars gibi bir şey çıksa dahi bırakmayacaktım. Ne kadar sıkılsam da sonuna kadar gidecektim.
Şahaneymiş. Böyle şaşırarak sevdiğim bir diğer film de Dark City'di. Dark City varken Matrix'e, Blade Runner varken Star Wars'a dilenen bizden değildir. Biz kimiz onu da bilmiyorum, olsa olsa en fazla Hasan girer bu kümeye.
Esasında Blade Runner'a zamanında da pek dilenen olmamış. 1982'de gösterime girdiğinde ABD'de hasılat yapamamış. Efsane haline gelmesi ondan sonrası. Böyle filmleri çoğunluktan çok sonra izlediğime üzülürüm ama bu sefer sevindim. Çünkü 1982'de yapılan filmde olay 2019'da geçiyor. Yani şimdinin iki yıl sonrasında. 2017'de bu filmi ilk kez izlemek harika bir deneyim oldu. Ve tam da 2017'de Blade Runner 2049 gösterime girdi. Sık sık düşünüyorum, serinin ikinci filmini yakın zamanda izleyeyim mi yoksa riske girip 2045'i falan mı bekleyeyim? Sonuçta ilk film birçok soruyu insanın kafasında bırakarak sona eriyordu. İnsan o cevapları bulabileceğini düşünerek hevesleniyor ama 2049 tasviri için 2047'i beklemek çok iddialı bir meydan okuma olur.
Blade Runner'ı sevmek için nedenler çok fazla. Oyuncular çok iyidir. Rutger Hauer inanılmazdır, bence Ford'un önündedir. Çok da karizmatiktir. Harrison Ford'u sevmezdim ama bu film sayesinde sevdim. Gerçi kendisinin en sevmediği film olduğunu söylemiş. Ustayla yine anlaşamadık. Kendisi Rick Deckard rolüyle karşımızda ama o rol için Eastwood'dan Al Pacino'ya kadar birçok kişinin adı geçmiş. "Acaba başka biri yer alsaydı nasıl olurdu?" diye sormadan edemiyor insan.
Filme anlam katan olgulardan biri de müzikleri. Müziklerin altında da Vangelis imzası var. Bilimkurgu filmlerinin en büyük eksiklerinden biridir müzik olayı. Bilim, teknoloji, elektronik kavramları arasında gidip gelerek saçma sapan şeyleri dayarlar. Vangelis filmden, görüntülerden, anlatılandan kopmadan duyguyu vererek müzikleri filme entegre etmiş. Ortaya çıkan, Ridley Scott'un da çok hoşuna gitmiş olsa gerek ki 10 yıl sonra beraber 1492: Conquest of Paradise için de beraber çalışmışlar ve o muhteşem müzikler ortaya çıkmış. Sırf bu sebebinden dolayı bile Blade Runner'a sempati ile bakabilirim. Müziklerin kullanımı da çok iyidir. Öyle her sahnede çıkmaz. Filmdeki tempoyu belirlemez, özel olarak gerginliği arttırmaz. Filmdeki her unsur birbirine saygılıdır, müzik de öne çıkmaya çabalamaz ama sırası geldiğinde farkını ortaya koyar.
Ama yine de Blade Runner dendiğinde aklıma hep o sahne gelecek. Yaklaşık iki saat boyunca, Deckard'ın peşine takılıp olayların içine karışan seyirci, son sahnede kalbinden vurulur. En azından bende öyle oldu. Gözler doldu, canlar sıkıldı ama garip ve vakur bir güç de belirdi. Sinema insana bunu verebiliyorsa işini yapmış demektir.
O nedenle çok kısa olsa da Roy Batty'nin; "Siz insanların aklının almayacağı şeyler gördüm. Orion'un yamaçlarında yanan hücum gemileri, Tannhauser geçidinin yakınında karanlıkta parıldayan C-ışınlarını seyrettim. Tüm o anlar zamanla kaybolacaklar, tıpkı yağmurdaki gözyaşları gibi. Ölmek...zamanı" tiradı...
Filme kaç puan verebilirim bilmiyorum ama verdiğim puanın büyük bir kısmını tam olarak bu anda kazandı.
Bu yazıyı bugün (20 Kasım) yazmadım. Dün veya ondan önceki gün de değil. Biraz öncesinde... Hangi gün yazdığımı yazmayacağım. Belki belki bir ay, belki bir yıl önce... Önemli değil. Ama bugünü ben unutmayacağım.
Ve bugün, yani o gün, yani sizin bilmediğiniz gün, oldukça mutlu, huzurlu ve umutluyum... En son ne zaman bu kadar olduğumu hatırlamayacak kadar... Daha önce defalarca dertlenip bu bloga durduk yere bir şeyler yazdıktan sonra, iyi günlerde de boş geçmek olmazdı. Haliyle gelip buraya bir şeyler yazmak gerekiyordu. Çünkü günün hakkı vardı. Bir not düşülmeliydi. Ama o Bursasporlu taraftarın meşhur lafı gibi, tam klavyenin başına coşkuyla oturmuşken bir anda kendi kendime "Şimdi ne yazacağız?" diye sordum. Mutlu olunca, ne yapılacağını ne yazacağımı bilemedim. Öyleyse en iyi bildiğim şeylerden birini yapıp, konuyu değiştirebilirim.
Aslında gerçekten o kadar mutlu muyum ondan da emin değilim. Kendimi kandırıyor bile olabilirim. Çünkü aslında gün, ilk saatlerinde çok da mutluluk vaadetmiyordu. Her şey biraz sürpriz bir şekilde ilerledi.
Güne, Ahmet Kaya dinleyerek başladım. O kadar sıradan bir gündü. Ahmet Kaya dendiğinde insanların aklına genelde dram, trajedi, isyan, protest, arabesk, karamsarlık gibi 'siyah' kavramlar geliyor. Aslında çok da öyle değil. En azından tamamen değil. Hatta özellikle 90'ların başına kadar olan bölüm, birkaç güçlü şarkı dışında oldukça umutludur. En azından bana öyle gelir.
Emin olmamakla beraber bence en güzel albümü de Acılara Tutunmak'tır. Emin değilim, çünkü sıralamam her defasında değişiyor. Fakat en sevdiğim şarkıların bir kısmı bu albümdedir. Sadece 40 dakika süren bir albüm olmasına bir çok duygu arka arkaya girer. Yine de bana hissettirdiği 'rağmenlere rağmen umut' duygusu albümün konseptidir. Amenna ile başlar. İlk cümlesi "Yaşayanlar bir gün ölür, bir gün elbette"dir. Sert başlar aslında, oldukça korkutur ama "Ağlayanlar bir gün güler, bir güler elbette" diye de devam eder.
Albüme adını veren 'Acılara Tutunmak' bana kalırsa biraz abartılan şarkılardır. Fakat şiir fena değildir. Bir yerinde Neden başlar. Uzaklarda görünen güzel günlere inat, odamın içinde adım adım yürüdüğüm ve düşüncelere takıldığım bir güne çok uyuyordu. Ama herhalde albümün en karamsar şarkısıdır. Biraz sonrasında ise Güzel Günler girer.
Dikilmiş dikmeninde
Hoşçakal köprüsünün
Tam da mendil sallıyordum güzel günlere...
Ve sonra her şey değişti... O vasat ve sıradan gün, seneler sonra bile hatırlayacağım hislerle hatırlanacak.
O güne dair bir şey saklamak istesem, bu şarkıyı saklardım.
Belki her şeyin sonunda güzel günler gelmeyecek, belki bu hislerden uzaklaşacağım, belki hayal kırıklığına uğrayacağım ama yine de ne o günü hissettiğimden, ne bu yazıyı yazdığımdan pişman olacağım. Dert de olsa, beni adam eder...
The Bridge on the River Kwai bir nesil için çok önemli bir filmmiş. Türkiye'de en çok sevilen filmlerden biri olabilir. Annem, babam, arkadaşları... Hepsi filmin hastasıydı. Islık; zaten kült kavramının tam karşılığıdır. Öyle ki; 1957 yapımı bu filmden çıkan ıslık, 2000 yılında Kopenhag'a kadar uzanmış.
Haksız da değiller. Oscar almış bir filmden bahsediyoruz. Kötü film olması mümkün değil. Oscar'ın Oscar olduğu zamanlar... 12 Angry Men ve Witness for the Prosecution gibi efsaneleri geride bırakan bir filmden bahsediyoruz. Yine de jüri ben olsaydım, tercihim 12 Angry Men olurdu.
The Bridge on the River Kwai iyi ama eksikleri ve hatta yanlışları var. Muhteşem bir film tabi; ama Oscar kazanmasına gönlüm razı değil. Ne de olsa bir Doğuluyum. Lucescu söylediğinde ülkede tepkiler yükselse de kabul ederim; biz oranın insanıyız. Ve bu film de her şeyiyle Batılı.
1957; Hollywood'un en aktif ve güçlü olduğu dönemin yıllarındandır. Savaş sonrası inanılmaz işler çıktı oradan. Yedinci sanat baştan yazıldı. Ve tam o günlerde dünya yeniden kuruldu. Yeni değerler, yeni kavramlar, yeni hayat tarzı. Komünist ülkeler kendi içine kapanınca (üstelik o da Batı'dır esasında), bu kültür ve hayat tarzı yayma işinin öncülüğünü ABD ve İngiltere üstlendi. Bu filmde de bunu çok net görebiliyoruz. İngiliz ve ABD'liler çok iyi, Japonlar çok kötü. İngiliz komutan gerçek bir centilmen, Japon komutan kalpsiz. Japonlar beceriksiz, Batılılar vatansever ve yetenekli. Esasında 1957'de Batı'nın kendisini ve diğerlerini nasıl gördüğünü anlatan güzel bir film. Onların gözünden hepimiz oradaki Japonlarız. Türk, Arap, Vietnamlı ve diğerleri...
Bir başka açıdan bu filmin savaş karşıtı olduğu vurgulanır. Son sahne, bu imajı güçlendirse de filmde bunu görmek pek mümkün değil. Daha doğrusu militarist bir film de değil savaş karşıtı da değil. Ve aslında filmin unutulmaz bir efsaneye dönüşmesi benim nazarımda tam olarak burada başlıyor.
Bugüne kadar birçok savaş filmi izledim. Çoğu da 1957'den sonra çekilmiş filmlerdi. Bu filmler arasında savaş karşıtı mesajını çok net verenler de, savaş yanlısı olanlar da, milliyetçiliği göze sokanlar da, ajitasyon yapanlar da vardı. Burada ise; karakterler savaşın önüne geçmiş. Her ne kadar bir taraf kötü, diğer taraf iyi gösterilmişse de...
O siyasi alt metinleri bir kenara bırakırsak; yani ülke düşünmezsek; hakem hocalarının pozisyon yorumlama tarzı ile "Kırmızı çoraplı ile beyaz çoraplı oyuncu" gibi bakarsak acayip bir film çıkar karşımıza.
Filmdeki tüm önemli karakterler aslında izleyene şu soruyu sordurur; "Ben olsam ne yapardım"
Savaştan kaçar mıyım, cepheye geri dönerim, düşmana nasıl davranırım, esire nasıl davranırım, sıkışınca ne yaparım? Her karakter devamlı bir karar verir, bir ikileme düşer. Zaten esasında bir savaş filmi değildir, çünkü cephede değilizdir. Çatışma görmeyiz. Son anlara kadar silah patlamaz. İşin askeri değil, psikolojik kısmı vardır. İnsana ait durumlar söz konusudur.
Bu anlamda son sahne çok önemlidir. Filmin en önemli karakteri son anında "What Have I Done" der ve kararlarıyla yüzleşmeye o anda bile devam eder. Diğer filmler gibi "Savaş kötüdür" veya "Savaşların nedeni vardır" demez. sadece "Savaşta insan/asker ne yapar?" diye sorar.
Güzel ve güçlü bir filmdir, niyeti kötüdür, Oscar adayı olması doğrudır ama kazanması haksızdır. Her şeye rağmen efsanedir.
Yazmaya niyetlendiğimizde izlediğimiz yol belli. Genelde hesapsız ve kitapsız girişilir, semt yürüyüşü şarttır ve akabinde ilham otomatikman gelir. Çelik yazısına hazırlanmak oldukça zor oldu. Ya biz kim köpeğiz gerçi, 'Çelik yazısı için havaya girmek' diyelim.
Önce klipler izlendi, sonra külliyet, sonra web sitesi... Hatıralar güncellendi. Bu sefer değişik bir şey oldu. Çelik'in son 15 senedir "ne şarkıydı be" dediğim bir eseri olmamış. Dongi Dongi - Okan Bayülgen Klip Arkası'nda başlayan algı operasyonları, Kadir İnanır ile motive olayı, "Çelik naber Atatürk nasıl?" geyiği, şarkıları uzatarak söyleme taklitleri, tarikat olayları, şarkılarını başka biri yazıyor muhabbeti,"Tehdit ediliyorum" diyerek Bakü'ye gitmesi, tutmayan albümler, semtte açtığı kulübün tutmaması, agresif bir tavır, populist söylemler, çıplak pozları, kadın kılığına girmesi...
Kendisinin kliplerinden çok son dönem katıldığı haber ağırlıklı talk-showları izledim. Her telden kanala konuk olmuştu. Algı operasyonlarından bahsediyordu."Televizyonda biz bir kuş gösterirsek o kuş vardır.." diyen CNN yöneticisini gösteriyordu "90'larda Kuveyt-Irak petrol savaşlarının simgesi petrole bulanmış karabatak, aslında farklı bir ülkede çekilmiş bir resimdi" diyerek olayı farklı bir yöne taşıyordu. Söylediklerinde haklıydı ama futbolcu/popçu bu konulara girince bir garip duruyor. Sanki popülerlik gidince "buradan yürürüm" gibi gözüküyor.
Son dönem katıldığı programlarda bu soru defalarca kendisine yöneltiliyor, "Aşklar, ilişkiler sağlıklı değil, boşanmalar arttı. Daha sonra insanlar benden aşk şarkısı bekliyor. Ben onların hızına yetişemem" diyerek teoride haklı ama pratikte kekremsi bir tad bırakan açıklamasını yapıyor.
O zaman bozuk saatin doğruyu gösterdiği "o" anlar :
1) Meyhaneci - 1993
Blogların ilk çıktığı zamanlara benziyor. 'Sık kullanılanlar' da 20938 tane blog vardı. Birinden çıkıp , birine akılırdı. Okay Karacan'ın, "Ben gençlere çok önem veriyorum. Dinazorların köşelerini okumuyorum. Artık gençler var, blogları okuyorum " deyişi üzerinden 5 sene falan geçmiştir ama sanki yıllar geçmiş gibi. Oysa bu şarkının çıkışı daha dün gibi. Bu biraz kabullenemeyiş sanki. Manşetlerden bittiğini okuduğumuz Yaşar'ın 50 yaşına gelişine inanamamam gibi mesela.
O sene tam bir Şampiyonlar Ligi D Grubu tadında bir sene olmuş Türk popu için. Aşkın Nur Yengi , Bendeniz, Deniz Arcak, Fatih Erkoç, Harun Kolçak, Sibel Tüzün, Suat Suna... Bunlar ilk 11... Yedek/sakat/cezalı/kadro dışı ve lisansı yetişmeyenleri saymıyorum bile. Albümler çıkıp , hazmedildikten sonra da goygoyunun Grup Vitamin tarafından yapılması... Hatta bu şarkı için de "İçiyorum her gece, her gece başka bir işkembe" diyerek goygoy yapmışlardı.
Üç sene üst üste şampiyon olunduktan sonra, babayla ilk kez gidilen bir maçtan boynu büyük dönüyorsun ve yeni sezonda da efsane Gordon Milne gidiyor. "Keşke başka takım mı tutsaydık" diye itiraf edilemeyen korkular yaşarken, mor forma uğursuzluğuna bağlanıyorduk.
Keşke bu Ölüm Grubu sadece müzik ve futbolla kalsaydı. Suikastler, zehirlenmeler, faili meçhuller, bombalamalar, yangınlar..
O senede her gün bir şeyin patladığı gibi (şehirlere bombalar/skandal) şarkının patlaması 1993. Kafamdaki meyhaneci figürünün hep böyle kalender, dert dinleyen, adam oğlu adam, kadın oğlu kadın gibi biri olarak doğması ve o figürü/mekanı o gün bu gündür hiç bulamamam bu dönemlere rastlar.
"Her şeyi boş ver , çal bu gece"
Ülke yavaş yavaş dizayn edilmeye çalışılıyordu ve sütten ağzı yananlar "aman boş ver her şeyi, sen müzik/futbol ilgilen" diyerek pek haber izlettirmiyorlardı sanki. 92 sonunda akdeniz(kısmetim1) ve Ocak 93'te boğazdan geçen bir gemide (lucky-s) tonlarca uyuşturucu yakalanıyordu. Bu uyuşturucular notalar ve futbol toplarıydı sanki. "İmha edilmedi, piyasaya sürüldü onlar" denmişti o zaman. Gerçekten de uyuşturuluyorduk.
Hayalimizdeki meyhaneciler Kör Agop, Madam Despina tarzı figürler yerine "AdımNedim mekanın sahibiyim" diyen adamlara dönüşüyordu.
"Şanslı bir nesilsiniz, poster itisiniz" diyenler, ne kadar kısmetsiz olduğumuzu bilmiyorlardı. 90'lar limandı, bizse bir gemi. Bir daha gelirsek...
Her şeyi boş vermiştik ve o "çal" komutunu yanlış anlamıştık. Kukalı saklambaç ya da istop için değil, köşe dönmek için birbirimizi kovalıyorduk artık. Dershaneler giriyordu hayatımıza; sınavlar, çoktan seçmelilere karışıyorduk.
Christoph Daum bile "Skrm böyle aşkın ıstırabını" diyerek huzuru maddede buluyordu. Alpay'ı 80'den sonra gizli forvet olarak ileri gönderiyor, Kuntz'u stopere falan alıyordu. Şampiyonluk kutlamasını "Civelek civelek" ile değil Asena ile yapıyordu.
2) Hercai -1995
İZEL, ERCAN, ÇELİK... Üçü de ayrı ayrı albümlerini çıkartırken , üçünün albümü de güzel gidiyor. Hani şey gibi; iki sevgilinin ayrılıp daha sonra güzel ilişkilerde yol bulması gibi. Helallikler alınmış, çifte kurbanlar kesilmiş, kesilen kurbanların dağıtılan etleri sofralara gelmiş, susatan kavurmaların üzerine soğuk sular içilmiş falan filan...
Mirkelam'ın bir gecede hayatımıza girmesinden dolayı şüphelenmeliydik aslında "Bu ülkede pop müzikte güzel işler oluyor, Beşiktaş Sergen'le şampiyonluğa koşuyor, Türkiye Avrupa Şampiyonası'na gidiyor..." Ahmet Kaya; Arka Mahalle, Beni Vur, Beni Bul Anne diyerek mesajını vermiş ama biz hercai menekşe gibi yine gözü bok rengi kızlara "Ya gözlerin? cezayir menekşesi rengi değil mi bu?" diyerek yürüyorduk ve gereksiz bir şekilde kaba et kaldırıyorduk.
Ocak ayına vira bismillah diyerek girip daha ilk haftasında İSKİGATE skandalı patlıyordu. Levent Kırca ile ski muhabbetlerine gülerken, aynı kanalda Güner Ümit ağız ishali oluyordu. Bir ay sonra kahveler taranıyordu. Toplum mühendisleri "Ya yeter aq, bunlar iç savaş yapmıyor işte. Biz yine Yunanistan muhabbetini koyalım, o seviliyor" diyerek Kardak krizleri patlıyordu. Oysa biz "Denizleri aş da gel kurbanın olam" klibini izlerken bundan bahsetmemiştik.
Windows 95 yüklü bilgisayarlar hayatımıza girmeye başlıyor , Halk aralık ayında yapılan seçimlerde yine bombanın pimini çekip bırakıyordu. "Bu kış da efkarlıyız, 96'ya Allah kerim / Fatih Terim" hayallerimiz suya düşüyor, Tarkan-Kış Güneşi'ne inat "yamalı Sevdalardan bıkmadık" diyerek Refah-Ana-Yol-Baba tarzı bombaları bırakıyordu önümüze.
Şarkının klibi 2000 yılında çekilen Memento'nın ilham kaynağıydı. Sürekli flashbackler... Klipte oynayan Tuğba Altıntop, klipteki muhabbet gibi daha sonra katıldığı güzellik yarışmasında Rafet El Roman'la tanışıp evlenecekti.
Klipleri, şarkıları oluşturan senaristler gibi birileri de ülkelerin tarihlerini yazıyor galiba. Bu yıllarda İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığına katılmak yerine müzikle ilgilense Zülfü Livaneli, belki şu an ben 1994 İstanbul Yerel Seçimler sonuçlarına bakmak için Wikipedia linkini tıkladığımda "engelli" uyarısını almayacaktım.
Neyse; şarkıdan, şiirden, doğadan, pastorelden uzaklaştık biraz. İki tane çiçek varmış, kır çiçeği. Bunlar böyle dağda, bayırda, ovada ortak bir arkadaş vasıtasıyla tanışmışlar. Aileler falan duysa kökünden falan söküp atarlar ya da saksıya fesleğen misali oturturlar. Başlamışlar gizli gizli görüşmeye. Karda marda yürüyorlar, izlerini belli etmiyorlar. Ama vuslat hiç gelmiyor. Baharda herkes açtığından, ortalık Şampiyonlar Ligi. Güller, dikenler, peygamber çiçekleri, zehirli sarmaşıklar, devetabanları, mor menekşeler... Siz kim köpeksiniz de vuslata 5 kala tutuşacaksınız hainler!
Bunlar "Bu bahar açmıyoruz" diye anlaşıyorlar. Mail grupları ve trend topikler, bildiriler... Kışın açacaklar gizli gizli, herkes ölü gibi osura osura uyurken açacaklar, sokaklar ikisinin dünya tatlısı bir ortam.
Bir tanesi anlaşmayı bozuyor ve yazın dayanamayıp açıyor. Deniz, kum, güneş, karpuz, dondurma aklını alıyor ve açıyor. Bu uçkur düşkünü, cemiyet düşmanı, halk arasında "amın oğlu" diye tabir edilen çiçek Hercai...
Kışı bekleyen ve boynu bükük çiçek ise Kardelen...
3) Dilberim - 1995
Cep telefonları ufak ufak peydah olmaya başlamış, isim kaydetmeler... Yaşıtlar manita yapmaya başlamış, heves ediyoruz. Kanımız kaynıyor. Etrafta hercai menekşeler dolu, biz kardelenimizi arıyoruz açmak için "Manitalar gece güzelleşir" misali yeşil ekrana beliren "ARIYOR" yazısına heves ediyoruz. Manitası olanlar "CANISI" diye kaydediyor. "Ulan nasıl oluyor acaba" diyerek cuma son ders çıkışı "Sana da iyi tatiller, pazartesi görüşürüz" diyen platoniğin ev telefonunu "DİLBERİM" diye kaydediyorum. O yazı o ekranda hiç belirmedi ama onun olduğu ülkede kar yağmazmış meğer, o kar tatili yapmak için uzak ülkeleri tercih edermiş.
Hercailik yukarıdaki hikayeden biraz farklı bir hal aldı aslında yıllar sonra. "Ne kırık, ne çıkık, ne fıtık, bıkık hocam bıkık" fıkrasında anlatıldığı bıkıklıktan, biraz iş görüşmesi tadında geçen tanışma hikayelerinden. İlişkiler artık futbol gibi gelmemeye başladı yaş ilerledikçe. Sürprizlere, mucizelere, Tanrıların ellerine ihtiyaç duyulmuyor. Basketbollaştı, bollaştı. Daha taktik, daha satranç, daha bilgi, daha birikim, daha kuvvet... Harlem her türlü ezer geçer hâlâ. "White Man Can't Jump" dedikleri olay misali "Efendi Adam Can't Jump" her zaman yürürlüktedir.
Dil-berimizde söyleyemediklerimizi, seneye 10.yılını kutlayacak bir blog köşesinde Çelik-Dilberim'le anlatıyoruz. Allah bizim belamızı zaten vermiş.
Harlem'in Muğla Ormanspor basketbol takımı ile maç yaptığını düşünün (yani imkansızdır bir araya gelmeleri de işte, Bodrum'a kampa gelecekler falan).
Sabaha kadar üst ve 1/1. Basketbol budur, günümüz gerçek aşkları da bu . İSTATİSTİK-TEKNİK- İRADE-HIRS-AZİM-KONSANTRASYON-DENGE- ZAMANLAMA-BİLGİ-DENEYİM-DİSİPLİN-İSTEK-DİRAYET...
Oysa Barcelona ve Anadolu Üsküdar, 100 kere oynansa 1 kere falan belki 0-0 biter. Bir şey olur ve tarih yazılır. En kötü 0'dan 1 olabilir. Lodos olur falan, kötü Beylerbeyi zemini... Ve Harem'de takım otobüsü bekleyen yüzlerce militan, çiçekler içinde bir pankart taşırlar: Gönlüme taht kuran dilberim
Bir ilişkinin giriş-gelişme-sonuç döneminin şarkısıdır bu parça. Notalar aynı, sözler farklı.
Buyurun Futbol Mündial tadında, belgesel tadında, Müzik (UN - Dİ - AL )
Bu şarkılar hakkında bir ara bir söylenti çıkmıştı. Bir bayan tarafından yazılmış, aslında Çelik'e ait değilmiş. Tarikat şeyhine yazılmış, Tuzla'da da ölü bulunmuştu falan. O değil de bana sanki uzun bir inziva döneminden sonra çıkmış gibi.
Hani bazı zamanlar olur. Bir diziye takarsın, bir haftada bir sezon biter ya da bir sinemacının tüm filmlerini arka arkaya izlersin, külliyatı hatm edersin.
"Her gün yeni bir şeylerden vazgeçiyorum"
Yukarda gömdüğümüz ağzımızı bozduğumuz hercai çiçeğinin kendini anlatma çabasıdır. Onun da bizim seri gibi "Ben kötü biri değilim, bakın doğru saati gösteriyorum işte" diyerek bir özeleştirisidir aslında.
Trompet solosu zaten saygı duruşu tadındadır. Matemdir, yastır, hatırlamaktadır.
"Şimdi bir tek şey kalmış becerebildiğim"
Günün ikinci yarısında gösterdiği doğru zamandır gamın oğlu hercai menekşenin. "Biz de böyleyiz napalım" demek bile perşembe veya özel kandil geceleri müslümanlığı tadındadır. Olsun, iyidir!
Afedersin... Telefondaydım da.. Dur anlatayım:
Yıl 1996
Bodrum'a ilk geldiğimiz yıl
Eve hırsız girmiş
20 küsür yıllık ev, yazlık hayali
"Ne olursa olsun evde kalacağım, gitmeyeceğim" demeler, dile kolay o evde yaşamanın hayali ile geçen, nefes almadan çalışılan, belki de hayattaki en büyük motivasyon kaynağı olan o ev...
Ev yarı harabe. Her taraf cam kırığı, kapılar zorlanmış. Evde aylarca yaşayan bir hırsız
Bir küçük kız, 9 yaşında
Buzdolabının üzerine tutturulmuş, o günün koşullarında panaromikleştirilmiş 3 fotoğrafın birleşmesinden oluşan bir manzara fotoğrafı
Şimdi o manzaraya bakıyor, ortalık toz duman
Yine de hayallerinden vazgeçmeyen insanlar var bu dünyada
Vazgeçilmiyor, ev yeniden hayat buluyor
Yalıkavak köy
Evin olduğu yerdeki plaja inmek imkansıza yakın. Toprak yol, otlar dikenler zaten beline kadar uzanıyor bahçede
Sahilse denize girilebilir küçük bir alandan ibaret
Şantiye her yer, in cin top bile oynamıyor
Walkmen'de Çelik'in 2. albümü donuyor
Tüm şarkılar döne döne dinleniyor ama bu şarkı farklı
Yere uzandığında deniz kenarındaki okaliptus ağaçları rüzgarda salınırken
Sürekli kulağından düşen kulaklığı ile müziğe kaptırıp kendini hayallere dalıyor
Bu şarkı farklı sebebi belli değil
Belki de frekansı farklı
İşte o yazın, o günlerin albümü olarak kaldı bende hep. Bu şarkıysa beni hala o okaliptus yapraklarını seyreden 9 yaşında bir kız çocuğuna çeviriyor, saydamlaştırıyor.
Değişmedi ve değişmeyecek.
Artık her yer bina. Ne o ağaclar orada, ne denize oradan giriliyor. Hepsi kafamın içinde birer anı olarak aklım yettiği kadar durmaya devam edecek...
5) Kim Daha Çok Seviyor - 1996
Klibinin semtte çekilmesinden dolayı ekstra bir saygı duruşunu hak eder. Nostalji severliğimizi , 90'lar dilenciliğimizi de sorgular aynı zamanda. O sahil yolu doldurulup aslında şu anda olsa karşı çıkacağımız bir iş yapılmıştır baktığında. Biz durumu kabullenip o beton yığınını sevmiş ve alışmışız zamanla. Sonra bir gün gelip betona asfalt döktüler, İBB yazdılar, renkli tartan pistler falan... Arnavut kaldırımı tarzı taşlara bastılar asfaltı. Ona da alıştık. Şimdi biri bir şey dese semt sahiline, derhal panterleşiyoruz.
Artık efsunlu olduğumuzdan 1996 yılının nasıl boktan geçeceğini çıkan albümlerin güzelliğinden ve sporda gelen başarıdan anlıyoruz (Koraç Kupası). Hepsi kendi dalında şaheser. Ayna, Ezginin Günlüğü, Feridun Düzağaç, Candan Erçetin, Ayşegül Aldinç, Levent Yüksel, Teoman, Yeni Türkü, Yaşar, Umay Umay, Ümit Sayın... Şu kadroyu bir araya toplamak milyon dolar...
Yeni yılın ilk haftası Sabancı Center'da cinayet haberiyle başlıyordu. Susurluk'ta kaza, Vehbi Koç'un ölümü..
Türk siyaseti, ilişkisi boka saran ama ayrılmayı beceremeyen uzatmalı iki sevgili gibiydi. "Kim daha çok seviyor? UYUDUN MU? " tadında mesajlaşılıyordu. Krizlere gebeydik...
Bu furyadan Çelik de nasibini alıyor, artık şarkıları yerine "Tarikatçı mı yoksa Atatürkçü mü?" konusutartışılıyordu. Albümlerde Atatürk şarkıları yer alıyor, talk-show'larda sert söylemlerle yer alıyordu.
Mühendisler mi söylüyordu yoksa halk mı talep ediyordu bilinmez rock furyası başlamıştı. Yeni çıkan albümlerde popçular rock düzenlemeleri ile çıkıyordu.
6) Sevdan Gözümün Bebeği - 1997
Sanki birileri "her yıl çilek" der gibi transfer sözü vermişti. Her yıl bir Çelik albümü çıkıyordu. O sene çıkan biraz farklıydı. Hitleri azdı, güzel şarkı yoktu. Slowlar özellikle... O senelerin Mustafa Ceceli, düğünde ilk dans şarkısı tadında bir şarkıydı bu... Klibi efsane güzellikteydi. Bence Çelik bizim totemi anlamış, bu sene kötü albüm yapayım da sene iyi geçsin demişti. Sincan'da tanklar yürüyor, darbe oluyordu.
Eurovision'da üçüncü oluyorduk. Buram buram laiklik kokuyordu. Kenan Doğulu 10.yıl Marşı'nı remixliyor, biz de ufak ufak dünyaya adapte oluyorduk. Çelik-Ayna dinleyerek olmazdı bu işler , Televole kasetlerinden Samba Tijanni ile Brezilyalara taşınıyorduk. Magazin bizi ikiye bölmüştü. Kanal D'nin güzellik yarışması birincisi Çağla Şikel mi yoksa Star'ın ikincisi ve üçüncüsü Nefise Karatay ve Ceyda Düvenci miydi en güzeli?
7) Kızımız Olacaktı - 1998
Eski Dost İzel ortalığı bu şarkı ile kavuruyordu. Çöküş başlamıştı ve "Madem şarkının sahibi benim, ben söyleyeyim" diyerek toplama bir albümde sunulmuştu. 90238 yıldır uzattığı saçlarını da kesti.
Aman Aman şarkısında "Artık devir değişti, e tabi Çelik de değişti" diyordu ve konu kilitleniyordu.
Dünyanın en büyük müzik şirketi Universal, Türkiye pazarına giriyordu. Her şey çok güzel olacaktı. Zaten çok güzel albümler vardı. Dünya evimize gelecekti. Ricky Martin'ler, Macarena'lar.... Derken başındaki genel müdür sanatçılara yürümeye başladı. Şebnem Ferah için "bütün kötü huyları, hatta güzel dostları" bıraktı. Sonra onu da bıraktı, fırtınalar koparsa kopsundu.
Sonra piyasa mahvoldu. Sanatçılar mahkemelik oldular ve CD'ler basılmadı...
Bence Çelik de o günden sonra iflah olmadı.
Türkiye'nin karanlık yılları misali o yıllar aydınlatılmalıdır. İzel-Çelik-Ercan niye dağıldı, ilk eşinden niye ayrıldı, şarkıları yazdığı iddia edilen kadın kim, Kızımız Olacaktı kime yazıldı?
8) Çelik Dert Yakamdan Düşmüyor - 2003
Biz bunları köşelerimizde yazdık demek istemiyorum ama işte özeleştiri gibi özeleştiri... 2003'te çıkan albümde yeni bir tarz yakalanmış ve temiz bir sayfa açılmıştı. Neşet Ertaş türküleri , parçalarda saz kullanılması gibi detaylarla küçük bir sahil kasabasına yerleşilmişti sanki.
Ama eski tad yoktu ve eski tadlara yaklaşılamıyordu. Mazhar Alanson'un Yandım şarkısına özenilmişti sanki. Zaten kulislerde Mazhar Alanson'un ona "Çelik naber iyi misin, Atatürk nasıl?" dediği dönüyordu. Daha sonra bu yalanlandı gerçi.
Sanki 1-2 şarkısı daha vardı ama yazasım gelmedi. Kendisinin kaleme aldığı biyografisinde şu cümleler de dokundu.
"İşçi bir babanın evladıyım. Babamın mesleği terzilik iken, işleri kötü gitmiş, o zaman Sütlüce’de olan Arçelik fabrikasında iş bulmuş. Fabrikanın bize uğur getirdiğine inandıkları için adımı “Çelik” koymuşlar.
Ne yazık ki babam emekli olduktan sonra bir gün Arçelik Çayırova tesislerine gitti ve orada vefat eti. Cenazesini oradan aldık. O yüzden “İyi ki baban AEG’de iş bulmamış yoksa adın AEG olurdu” tarzındaki soğuk esprileri sevemiyorum."
Bu tarz espri yapanların sevildiği, değer gördüğü bir dünya haline geldi. Daha da kötüye gidiyor ama bizim bozuk saatlerimizin alarmları hep bu şarkılarla çalışıyor..ERTELE'ye basıyoruz ve bir sonraki sanatçı için beklemeye başlıyoruz.
Olmaz olsun böyle bir film. Nereden, nasıl bulaştıysak...
İçimin bu kadar sıkıldığı film çok azdır. Bitmek de bilmedi. Oysa gerçek ve ilgi çekici bir hikaye anlatılmış. Ben zaten biyografik filmleri pek sevmiyorum. Bir de Fransızlar bu işi yapıyorsa, olabilecek en sıkıcı işler ortaya çıkıyor.
İki hafta önce Simone Zaza yazdık ve beklediğimiz şekilde nazarımız değdi. İtalyan oyuncu, altı hafta sonra ilk defa bir maçta gol atamadı, maçın 78. dakikasında oyundan çıkarken, oyundan çıkmasına sinirlendi, yedek kulübesini terk etti, İtalya Milli Takımı'na çağrıldı ama İsveç maçı öncesi kadrodan çıkarıldı ve onsuz İtalya, Dünya Kupası'ndan elendi.
Şimdi Real Betis öveceğim ama neyse ki istikrarlı sonuçlar alan bir takımdan bahsetmeyeceğim. Başlarına her şey gelebiliyor zaten, benlik bir durum yok! Zaten bu özellikleri sahada içinde de belli oluyor. Benim ilgimi de o yüzden çekiyorlar. Real Betis maçlarının ne olacağı, nasıl sonuçlanacağı hiç belli olmuyor. Genelde çok gollü geçiyor ve devamlı heyecanlı oluyor. Lige başladıkları Barcelona yenilgisini atlayarak sırayla hatırlayalım;
İkinci haftada Celta Vigo'yu 1-0 geriden gelip 2-1 yendiler. 2. golü atana kadar (77. dakika) inanılmaz bir baskı kurdular. Sonunda da kazandılar.
Üçüncü haftada Villarreal deplasmanında 1-0 öne geçtiler ama sonra 3-1 kaybettiler. Enes Ünal'ın da gol attığı bir maçtı.
Dördüncü haftadaki Deportivo la Coruna maçını 2-1 kazandılar. Kıran kırana, heyecanlı, pozisyonlu bir maçtı.
Beşinci haftada son iki yılın Şampiyonlar Ligi şampiyonu, geçen senenin La Liga şampiyonu Real Madrid'i deplasmanda 1-0 mağlup ettiler. O moralle ertesi hafta kendi sahalarında Levante'yi 4-0 yendiler.
Yedinci ve sekizinci hafta maçları gol yağmuru ile geçti. Real Sociedad deplasmanında oynadıkları maç 4-4 sona erdi. Valencia karşısında ise 6-3 mağlup oldular. Halı saha maçı gibiydi... Beş dakika içinde 4-0'dan, 4-3'ü yakalamaları takdirlikti. Beraberlik golünü atamadılar ardından 6'yı yediler!
Son iki hafta biraz daha durgun ve normal maçlar oynadıktan sonra bu hafta Getafe karşısında yine eskiye döndüler. 2-0 geride kapattıkları ilk yarının ardından 2-2'yi buldular. Üstelik son gol 87'de geldi.
Dikkat çeken, umut veren bir takım değiller. Övmeye gerek yok. Oynadığı 5 maçı kazanan, 4'ünde de yenilen bir takımdan bahsediyoruz. Yani her an her şey oluyor, istikrarsızlar. Kefil olmam. Avrupa Kupası'na da gidebilirler küme de düşebilirler. İkisi de şaşırtmaz. Fakat maçları zevkli, geçiyor. Televizyon izleyicisi için ideal...
4-3-3 gibi bir taktikleri var sanırım. Yeri geldi mi pas oyunu, yeri geldi mi geçiş oyunu oynuyorlar. Bunu bilerek mi yapıyorlar, yoksa maç içinde yaşananlara göre doğaçlama mı gelişiyor emin değilim. Teknik direktör Quique Setien, geçen sezon Las Palmas'ı çalıştırmıştı. Onlar da geçen sezonun başında buna benzer bir oyun oynayıp, buna benzer skorlar alıyorlardı. Ligin son dönemimde dağılmışlardı.
Bu arada Real Betis gibi dikkat çekici, bir de Real Sociedad var ama bence onlar, Betis'ten daha sağlam top oynuyorlar. Odriozolo devre arasında satılmazsa zirveye daha yakın bitirirler gibi. Tahminim bu yazıyı yazdıktan sonra, Betis maçları alt bitmeye başlar!
Gösterime girdikten 12 sene sonra izlediğim A History of Violence beni çok şaşırttı. Daha başka bir film bekliyordum. Türkçe'ye çevrilen isminden dolayı olsa gerek biraz daha sosyolojik, psikolojik, felsefi, derin bir film bekliyordum. Oysa gayet 'çıtır' filmlerden biri olmuş. Belki Türkçe'ye "Şiddetin Öncesi" veya "Bir Şiddet Hikayesi'' gibi çevrilse daha iyi olabilirmiş. Zaten o etkiyi yaratan sadece isim de değildi. O dönem filmi izleyenlerin yorumları da bu minvaldeydi.
Amerikan dizisi tadında başlayan film, daha sonra Tarantino filmlerine, daha da sonra Guy Ritchie işlerine dönmüş. David Lynch olmak isterken vazgeçmiş. Arada kalmış, nereye konumlanacağını bilememiş. Yine de kötü film mi? Kesinlikle değil. Fakat benim açıdan şaşırtıcı. Bir de boşlukları olan bir film olduğunu söylemek gerek. Sanırım çizgi roman uyarlamasıymış, uyarlamalarda böyle sıkıntılar oluyor zaten.
Her sabah aynı ritüeli yapıyorum. Sabah kalkıyorum ve işe
gidiyorum. Burası normal; zaten riütele denemez, zorunluluk. Bunu herkes yapar. Ritüel kısmı yolculuk tarafında. İşe gidiş kısmında bazı alışkanlıklarım var. Kadıköy’den Beşiktaş’a giden vapura biniyorum. Vapurda bir
şeyler okuyorum (genelde Fanatik), vapura binmeden aynı simitçiden çatal
alıyorum. Hatta artık tezgahtaki çocuğa ne istediğimi bile söylemiyorum. “Merhaba”
der demez, o zaten çatalı poşete koymaya başlamış oluyor. Bunlardan başka bir de denizin üzerindeyken çatalın
yanında günün ilk çayını içiyorum.
Vapur dedim ama bu işin bir de motor kısmı var. Kadıköy’den
Beşiktaş’a geçiş saatim her gün değişiyor. Bir gün önce oynadığım halı saha maçının
temposuna, izlediğim filmin uzunluğuna, watsapp konuşmasının devamlılığına,
kurduğum alarmın dakikasına, sabah uyandığımda Digitürk film kanallarında sevdiğim bir
filmin sevdiğim bir sahnesine denk gelmeme göre saatlerim değişiyor. Eğer 10.15
ve 10.45’e yetişirsem vapura biniyorum. 10.30 ise motor demek. Çok nadir, 11.00
motoruna sarktığım da oluyor.
Yazının konusu da tam olarak burada başlıyor. Vapurda çaylar
daha güzel ve 1 Lira. Turyol’un motorlarında ise çay da tost da çok kötü.
Üstelik daha pahalı. Anlamsız bir şekilde ufak çay – büyük çay ayrımı var.
Büyük çay; 1.5 Lira, ufak çay 1 Lira. Fakat motordaki ufak çay ile vapurdaki
çay arasında hem tat hem boy farkı var. O tat farkı zaten otomatikman motorda
büyük çay almamı engelliyor. Daha pahalıya, daha kötü bir çay içmek istemem. O nedenle
motorda her defasında 1 Lira'ya küçük çay alıyordum.
Bu işe motordaki çaycılar çok bozuluyordu. Müşteriye ufak çay vermemek
için çok direniyorlardı. Ben her sabah ve her akşam bu vasıtaları kullandığım
için, işin ne olduğunun farkındayım. Ayda yılda bir binenlere dürüst
davranmadıklarına eminim. Haklarımı biliyordum ve her defasından ısrarlı isteklerim sonunda küçük çayımı
alıyordum.
Son dönemde ise 10.30 motorunda ilginç şeyler olmaya
başladı. Bu motorlar her gün değişiyordu. Yani bir gün 10.30’da Kadıköy’den
kalkan motor başka, ertesi gün aynı saatte sefer yapan motor başka olabilirdi.
Bunlardan bir tanesine (ismi bende saklı) denk geldiğimde, kantindeki elemanlar artık bana giderli
davranmaya başlamışlardı. Özellikle bir tanesi her ufak çay istediğimde, çayın 1.5 Lira olduğunu
söylüyordu. Aynı adam, aynı ses tonuyla… Ben her defasında diğer motorlarda
1 Lira olduğunu diretince “Bozuk yoksa verme abi” diyerek hem geri vites yapıyordu hem de az önce yaptığı kural dışı söylemi geçiştiriyordu. Ben de bozuk oluyordu ama
vermiyordum. Yine de hemen her sabah yaşanan bu dikleşme beni sinirlendiriyordu.
Yapmam gereken şeyi yaptım. Turyol’a mail attım. Onlara her
sabah aynı motorda benzer diyalogların yaşandığını, çayın diğer motorlarda kaça
satıldığını bildiğimi, bu işgüzarlar hakkında gerekli işlemlerin yapılmasını
talep ettim. Açıkçası bir sonuç almayı beklemiyordum. Mail okunmayabilirdi
bile. Ama en azından içim rahat ederdi. Bir şey yapmış olmalıydım. Ne de olsa
bilen bilir, bu yöntem sayesinde mahallemize halı saha kazandırmışlığımız bile var. Denemekten zarar gelmezdi.
Mail'den birkaç gün sonra tekrar motora bindim. Başka bir motordu. Yani başka bir
çalışan vardı ve bana çayı sorunsuz bir şekilde 1 Lira'dan vereceğinden emindim.
Çayı aldım, 1 Lira'yı uzattım. “Abi çay 1.5 Lira oldu” dedi. “Ne zaman ya, daha
geçen gün aldım” dedi. Sanırım günlerden pazartesiydi ve o hafta başında zam
gelmişti. Benim mail atmamdan en fazla bir hafta sonra...
Kısacası Turyol’un fiyat politikasına bir standart getirmek istemiştim ve o standart gelmişti. Sadece benim düşündüğüm gibi olmadı. Ufak çaylar, benim isyanımdan sonra 1.5 Lira oldu. 1 Kasım itibariyle
büyük çaylar 2 Lira… Hepimize hayırlı olsun. Ne yaptıysam halkım için yaptım ama
herkesten de özür dilerim. Yine de pişman değilim, gene olsa gene yaparım.
Fakat 1.5 Lira'ya o kötü ufak çaydan içecek değilim. Biraz
daha fazla para veriyor olsam da, motora bineceğim zaman Fanatik aldığım
büfeden bir de vişne suyu alıyorum. Onlar büyük oynadı ama ben de pes etmedim.
Bu savaş devam edecek. Üstelik vişne suyu daha sağlıklı…
Akira Kurosawa'ya son iki senede başladım ve beni her defasında hayran bıraktı. Yedinci sanata dair en muazzam işlerden biri Ran olabilir. Çekimler, renkler, müzikler bambaşka... Belli ki bu film için çok fazla uğraşılmış. Zaten sadece bütçe oluşturmak için bile 10 sene harcanmış. 1985 yılı olduğunu hatırlamak lazım. O yıl 75 yaşında olan Kurosawa'nın gerçek anlamda ustalık eseri. Benim nazarımda yine de bir 1954 yapımı Shichinin no Samurai değil. O dönem Kurosawa 34 yaşındaydı. Aradan geçen yıllarda kazanılan tecrübe ve gelişen teknolojiyi düşününce, elimizde de Ran gibi bir referans varken, öyle bir ortamda çekilecek Shichinin no Samurai'i düşünmek bile heyecanlandırıyor. Ne yazık ki bunu göremeyeceğiz.
Ran, sadece teknik anlamda değil öyküsü sayesinde de bir çok Kurosawa filmi gibi sinema tarihinde başka bir yerde durmasına neden oluyor. İnsanlığın bir çok olgusunu, harika bir hikayeyle üç saatte sığdırmış. Tabi üç saat sinema için uzun bir süre ama olsun. Bir de hikayenin Kral Lear üzerine kurulduğunu eklemek lazım. Ama sinema tarihinde bir çok Shakespeare uyarlamasını olduğunu düşünürsek Ran'ın en iyilerinden biri, hatta en iyisi olduğunu kabul etmek gerekebilir.
Ya o değil de renkler ne kadar güzeldir. Japonlar bu işi çok iyi beceriyor. Artık dünyanın sonunda olmalarından, okyanus kenarında yaşamalarından dolayı mıdır bilmiyorum ama renklere çok fazla önem verdiklerini hem sinemada hem animelerde görmek mümkün. Sanırım doğadaki renkleri en net görenler Japonya'da yaşayanlar olabilir. Bu savımda iddialı değilim ne de olsa Kayseri'nin doğusuna dahi geçmedim henüz.
Yine de çok renkli, heyecanlı, soluksuz izlenen harika bir film... Ötesini düşünmeye gerek yok.
Önemli olan, istediğiniz her şeyi yapabileceğinizi bilseniz de havalarda gezinmeden olaylara mantıkla yaklaşmaya devam etmek. ‘İstediği her şeye ulaşabilenlerin hayatları çok farklı, ayrıcalıklı olmalılar’ algısı bana komik geliyor. Her insan kendini neyin mutlu ettiğini bilmeli ve onu bir güç kaynağı hâline getirmeli. Eskiden boyumu aşacağını düşündüğüm şeylere şimdi tabii ki daha rahat sahip olabiliyorum. Çocukluktan beri hayalini kurduğum arabayı almak gibi…
Sanırım bu durumda bir Ferrari almış oluyorsunuz…
Tabii ki Ferrari. Benim zamanımda F40 modeli vardı. Bu gibi kilometre taşları insanı başta çok mutlu eder. Ben zaten mutluyum. Fakat çok fazla imkâna sahip olmakla, bu imkânların ve başka maddi değerlerin sonunda yeterince tatmin olmadığımı birbirinden ayırabildiğimden beri daha mutlu bir insanım. Mühim olan, küçük şeylerdir. Etrafına bakabilmek, çevrende olup bitenden kopmamak için çok önemli. Dünyayı gezip görebilme gibi bir şansımız var ve bu insanın bazı şeyleri fark etmesini sağlıyor. Bunun kendisine iyi gelmediğini düşünen kendinden memnun değil demektir.
Peki olmazsa olmaz dediğiniz değerler nelerdir?
Dürüstlük kesinlikle gerekli. Gerçeği söylemek, birbirine karşı dürüst olmak çok önemli. Hayat insana bu konuda hem iyi hem kötü deneyimler getirebiliyor. O noktada durup kendinize “Ben olsam öyle mi yaparım?” veya “Böyle mi yapmalıydım?” gibi sorular yöneltmeniz gerekiyor. Bu deneyimler sayesinde insanları daha iyi okuyorsunuz.
Karin Sturm / Socrates Kasım
Daha önce dört kez dünya şampiyonu olan Sebastian Vettel, bu sezon Formula 1'de 277 puan topladı. Sezonun bitmesin iki yarış daha kaldı ve büyük ihtimalle bu puanlar şampiyonluk için ona yetmeyecek. Ama olsun... Kendisi, maddiyata önem vermeyen ve dürüstlüğe değer veren karakteriyle her zaman bizden puan almasını başarıyor. Birçok kişi için 'farklı' bir yıldız portresi çizse de bizler için çok da tuhaf bir figür değil. Haliyle, yukarıdaki cümleleri ve buna benzer demeçleriyle her zaman bizden gelen puanlarını arttırıyor.
Aslında buna benzer puanları ben de kazanıyordum ama son dönemde bu puanları kaybetmeye başladım. Yine de toparlarım, buna inanıyorum. Ne de olsa yolumuz Vettel ile aynı. Sadece o biraz daha hızlı...
Her şey bir birahanede, birinin "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? ne güzel filmdi. Şimdi böyle film çekemezler" demesiyle başladı. Şimdi dediğinden kasıt son 4-5 seneydi. Yıl 2017'di ve ben her zaman adını duyduğum ve izlemeye niyetlendiğim 2006 yapımı filmi izlemeye bir kez daha karar verdim.
İyi bir film izleyeceğimi biliyordum. Fakat Türk sinemasının son 15 yıldaki en iyi işlerinden biri olduğunu tahmin edemezdim. Zengin oyuncu kadrosu, insanda ister istemez popülerliğe oynayan bir film algısını oluşturuyordu. Bu kötü bir şey değil. Fakat popülerlik veya gişe kaygısı güden filmlerin bazı unsurları göz ardı ettiğini, hem kurgusal hem de teknik açıdan cesur olamadıklarını düşünürüm. Fakat izlediğimiz öyle bir film değildi.
Bir kere izlenmesi zor bir film. Seyirciyi zorluyor. Ticari kaygısı olanlar, seyirci zorlamak istemezler. Mesela, karakterler eski Türkçe'ye sadık ve onları anlamak bir nebze zorlaşıyor. Bir de benim izlediğim CD'de ses sıkıntısı vardı. Yine de daha çok yabancı film izleyen bizler için artık altyazı bir alışkanlık oldu. O yüzden Türk filmlerindeki diyaloglara girmek zaten bir zorluk yaratıyor. Kulaklarda bir tembellik oluyor. Bir de böylesi olunca işler iyice zorlaşıyor. Fakat önemli olan bizim zorlanmamız değil, filmin inandırıcılığydı. Kendimizi 1300 yılında Bursa'da hissettik. Bu duyguyu yansıtmak esas olandı. Ekip bu tip bir konularda dahi kolaya kaçmamış ve 'sanat' kavramının hakkını vererek hikayesini anlatmış. Üstelik uzun uzun anlatmış. Filmin süresi 135 dakika. 90 dakikanın sonrasında sıkılmaya başlayan gişe izleyicisi ve seans sayısı azalan salonlar için oldukça negatif bir özellik. Fakat belli ki bunlar hiç sorun olmamış.
Kendine Ezop diyen Ezel Akay iyi bir hikaye anlatıcısıdır. Yanında da üretmekten vazgeçmeyen bir Levent Kazak var. İkisi bir araya gelince hem görüntü olarak böyle bir dünyanın sunulması hem de böyle kapsamlı bir hikayenin ortaya çıkması şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan Ezel Akay'ın neden, son 15 yılda dört filmle sınırlı kaldığı... Daha fazlasını yapabilirdi. Sanırım filmin kamera arkasında kullandığı "Bu filme altı sene harcadım" cümlesi bu merakımız için önemli bir işaret.
Filmde sadece senarist ve yönetmen yok. Muazzam bir oyuncu kadrosu var. Haluk Bilginer, Güven Kıraç, Ayşen Gruda zaten üst düzey isimler. Kariyerleri boyunca oyunculukları ile öne çıkmayan Şebnem Dönmez ve Beyaz, bu tarz filmlere popülerlik katsın diyen gelen oyuncu grubundan değil. Rollerinin altından çok iyi kalkıyorlar. Bir de aradan geçen 10 yılda; filmin iyi bir altyapı olduğunu görebiliyoruz. Nadir Sarıbacak, Nihal Yalçın, Mete Horozoğlu, Öner Erkan, Mine Tugay, Tansu Biçer gibi son dönemin en gözde isimleri orada ufak rollerle karşımıza çıkıyor. En ufak bir eksiklik yok. Baş roller, yan roller, figüranlar...
Hikayenin kendisi ise başlı başına bir yazı konusu. 2011 Türkiye'sini 2006 yılında 1300'lü yıllar üzerinden anlatmak çok zor olsa gerek. Gerçi belli bir dönemden bahsettiğini söylemek hakslzık olur. Evrensel kavramların anlaşılması için mizahı ve sanatı kullanmışlar diyebiliriz. O nedenle filmin sonundaki Kaplumbağa Terbiyecisi göndermesi de önemlidir ve filmi anlatan en iyi andır bence. Fakat yine de tıllar sonra 2002-2016 arası Türkiye'yi anlatan bir belgesel hazırlanılırsa kesinlikle 2006 yılındaki bu filmden referans alınmalı...
Öykü, gerçek bir olay değil. Fakat dönemin çok iyi yansıtıldığını, bunu da yan hikayelerle güçlendirdiğini görmek mümkün. Asıl önemli olan; bir güç karmaşasını, bir iktidar kavgasını, bir yönetim bozukluğunu, rantı, yolsuzluğu, kadrolaşmayı anlatmaktı. Aşırı mizah kullanılan bir filmde bu kadar güçlü bir tavır koymak ve bunu göze sokmadan becermek büyük iş.
Yaklaşık 10 sene sonra filmi izlerken, 10 sene önce izlemediğim için üzülüyorum. Filmi seveceğimi tahmin ediyordum ama ağzım açık kalıp "Adamlar çok iyi iş yapmış" diyeceğimi düşünmemiştim.
Böyle olacağını tahmin edemezdim. Simone Zaza için işler 2016 yazından sonra pek iyi gitmedi. Aslında Euro 2016'nın ilk günlerinde de fena değildi. İtalya'nın yedek oyuncusu olsa da İsveç maçında ona sonradan girip kattığı hareket, onun tabelasında bir asist olarak yansımıştı. Ama çeyrek finaldeki Almanya maçında kaçırdığı penaltı ona olan bakışı negatife çevirdi. En azından benim açımdan öyleydi. Sonuçta penaltı kaçardı ama böyle de kaçmamalıydı. Neyse ki laubalilik konusunda o gün ondan daha önde olan biri vardı. Dünyanın en pahalı futbolcularından biri olan Pelle, başardığı saçmalıkla Zaza'nın günahını azalttı.
Yine de Zaza için Juventus fazla ağır geliyordu. İyi işler yapıyordu ama son dönemi domine eden takımda yer bulması çok zordu. Hele bir de Higuain gelince...
O da en iyisini yaptı ve İtalya dışına çıktı. Fakat İtalya dışına çıkınca en iyisini yapamadı. Slaven Biliç'in West Ham United'ı büyük bir kaos içindeydi. Bazen coşkulu galibiyetler bazen de tutuk yenilgiler alan kalabalık ve toplama oyuncu grubu içinde Zaza kayboldu. Her insanın böyle zamanları olur. Kendini kaybeder, unutur, anlam bulmaya çalışır ve Güney'e yerleşmek ister. Daha çok orta yaşlı emeklilerde olur ama yine de dikkate değer bir rotadır. 26 yaşındaki Zaza da Valencia'ya gitti. Fakat Valencia da West Ham United'dan daha farklı bir yer değildi. La Liga'nın en amaçsız, en ne yaptığını bilmeyen, hatta en ne yapacağını düşünemeyen takımıydı.
Zaza orada 26 maçta 6 gol kaydetti. Rakam fena değildi ama geleceğe damga vurmasını kimse beklemezdi. Fakat oldu. Ligin en sıkıcı takımı en akıcı takımı oldu. Carlos Soler'i, Dani Parejo'u, özellikle de Guedes'i izlemek büyük zevk. Fakat en çok da Zaza atıyor, en çok Zaza atınca en çok o dikkat çekiyor.
10 maç 9 gol.... Son 6 maçta 8 gol. Malaga maçında hat-trick... Üstelik iyi de goller. Görmezden gelmek mümkün değil. Neyse ki daha sezonun başı sayılır. Bu sezon dikkatle izlenecek bir şeyler arayan varsa; Valencia'ya ve Zaza'ya bakabilir. Andone'den sonra yeni favorim...
Böyle yazdık ya; kesin 10 haftalık gol orucuna girer veya bu hafta sonu sakatlanır...
Derviş Zaim değişik adam. İzlemesi ilk etapta zor ama alışınca da, filme girince de etkilenmemek mümkün değil. Son filmi (2014) Balık da aynıymış. Bilmeden izleyince dahi, filmin Derviş Zaim'e olduğunu tahmin etmek çok mümkündü.
Vurucu 80 dakikanın en büyük hayal kırıklığı Sanem Çelik. Kariyerinde sadece bir sinema filmi olan Çelik'ten (O da Zaim'in bir diğer filmi Filler ve Çimen'di) nedense çok büyük bir oyunculuk beklemiştim ama herhalde yılların dizi oyuncusu olmasından dolayı olsa gerek filme, sinemaya girememiş. Kendisi Los Angeles'tan sırf bu film için gelmişti. Çok hevesle geleceğini sanıyordum ama o coşkuyu yansıtamadı. Canı sağolsun, filme çok zarar vermedi yine de... Daha önce sinemada hiç başrol almamış Bülent İnal'dan ise çok büyük beklentim yoktu. Hatta kendisini kadroda görünce şaşırdım da.. Fakat belki de o yüzden kendisini sevdim. Zaten geçmiş yıllarda oynadığı dizilerde de sıcak yaklaşırdım, fakat Abdülhamit olduğundan beri terazinin diğer tarafında...
Neyse; filme dönersek, ortaya çıkan ürünün yıldızı ne İnal ne Çelik, hatta ne de Zaim... 14 yaşındaki Myraslava Kostyeva Akay, neredeyse hiç konuşmadan şov yapıyor. İnsan onu görünce kendisini Kaya (Bülent İnal) karakteri yerine koymakta zorlanmıyor. Filmi ve Akay'ın karakterini izlerken insan kendini vicdani hesaplaşmalar içinde buluyor. "Ben olsam ne yapardım" sorusu kesinlikle soruluyor ama sevgi, muhtaçlık, zorluk, yokluk gibi hissiyatlar o sorunun çok kısa sorulmasına neden oluyor. Cevap bir anda geliyor ama bir anda öteleniyor. Çünkü insanı rahatsız eden bir cevap geliyor. Sonrasında da filmin sonu geliyor. İnsanın içi bir kez daha parçalanıyor.
Filmin konusu, ülkenin gündemine çok uygun. İlginçtir, Zaim'in hâlâ izlemediğim bir diğer filmi Devir; 2013 yılının 31 Mayıs günü gösterime girmişti. Ülke tarihinin en önemli günlerinden biriydi ve o hafta her şey doğaya verilen zararla başlamıştı. 2014 yapımı Balık da esasında bu konuya değiniyor. Zaim'i birçok yönetmen ayıran özelliği; derdini mesaj kaygısı gütmeden, slogan cümleler kullanmadan, popülist davranmadan, hatta hiç hissettirmeden anlatmasıdır... 2014 yılında; kutuplar bu kadar keskinleşmişken konuya bu kadar basit ve vurucu bir şekilde değinmek çok büyük maharet.
Sonuç olarak, IMDB puanına aldanmadan izlenmeyi hak eden bir film.