Sanatçı hangisini anlatmalı? İdeal yaşamı mı sunmalı bizlere, yoksa var olan gerçek yaşamı mı anlatmalı?
Bu soru daha çok politik ve muhalif sanatçıları ilgilendiriyor. Zira onların büyük bir çelişkileri mevcut. İdealarını anlatarak bir tablo mu çizecekler, yoksa karşı oldukları hakim düzeni yansıtarak onlara meşru bir durum mu kazandıracak? Ya da bir sonraki soru; hakim düzeni yansıtmak bir meşruluk aygıtı mıdır?
2020'lerin 'duyarlı' dünyasında bu soru politik sanatçılardan daha fazlasına yöneltiliyor. Reklam yönetmenleri bile bu sorunun altında artık. Fakat biz şimdilik esas konumuza dönelim.
Agnes Varda, feminist kimliğiyle bilinen bir yönetmen. 1960'lar gibi zor bir dönemde bu kimliğini vurguluyor ve sanatını buna göre icra ediyor. Filmler çekiyor. O filmler uzun yıllar izleniyor. Feminizm gelişiyor. Anlamı kaymıyor belki ama toplumdaki karşılığı değişiyor. Haliyle o dönemin filmleri, yeni kuşaklar tarafından belki de yeteri kadar 'feminist' bulunamayabiliyor.
Oysa ilk kıvılcımı atmak zordur. Le Bonheur, 77 dakikalık süresinin uzun bir bölümünü bir erkek hülyasıyla geçiriyor. Evli ve çocuklu François, mutlu bir hayat yaşamaktadır. İşinde gücündedir. Evini, ailesini sever. Fakat bir gün postanede çalışan bir kadına da aşık olur. "Da" eki mühim. Fransız çapkını jönümüz, hem eşine hem de yeni sevgilisine eşit oranda aşık olduğunu, ikisini de sevdiğini ve ikisini de birbirinden ayırmadığını düşünür. Hatta öyledir de...
Üstelik dürüst davranmaktan da çekinmez. Dürüst davrandığı zaman ise bu mutluluk bir trajediye dönüşür. Kurban hikayedeki kadınlardan biri olur. Erkek ise hayatına devam eder. Yine mutlu mudur?
Hikayeyi böyle okuyunca "Bu film nasıl feminizme hizmet eder?" diye sorulabilir. Sorulmuş da... Üstelik Varda'nın muhteşem yönetmenliği, izleyiciye güzel görüntüler sunar. Yani trajediyi hissetmekte çok zorlanırız. Fransa kırsalının güzelliği içimizi ısıtır. Yakışıklı adam, hoş kadınlar, sevimli çocuklar ve güzel bir manzara...
Sanki her şey yolundadır. Sanki yönetmen bize çok eşliliği savunuyormuş gibidir. "Demek ki bu model de işleyebiliyor" der gibidir. Üstelik bunu da erkek üzerinden anlatıyordur. Feminizm ile hiç ilişkisi yok gibidir. Fakat son dakikalarda her şey tersine döner...
Spoiler vermeden bu filmi anlatmak biraz zor. Hatta Varda'nın renkleri (kariyerinin ilk renkli filmi) ve görüntüleri kullanmasını görmeden değerlendirmek eksik kalır. Zaten izleyenler bile eksik değerlendirmiş. Zira Varda'nın eril bir hayatı güzellediğini düşünenler çoğunlukta kalmış. Belki de yönetmenin hem karakterleri objektif bir şekilde tasvir edebilmesi hem de fikirlerini sloganlarla film yedirme kolaycılığına kaçmaması bu ters yorumları beraberinde getirmiştir. Belki de yönetmenin işini iyi yaptığının göstergesidir.
Yine de izlerken çok keyif aldığımız, hafızamızın unutulmazları arasına girecek bir film değil. Zaten Francois karakteri sinirimizi bozmaktan geri kalmıyor. Dönemin havasından eksik kalmak da filmden uzaklaşmamıza yol açıyor. Fakat 77 dakikada kafamızda bu kadar soru çıkaran bir film bulmak da her zaman mümkün olmuyor.
O zaman yukarıdaki soruya geri dönelim. Varda politik kimliğini daha fazla açık ederek bir film çekseydi daha mı başarılı olurdu? Mesela erkek ilk andan beri "kötü" mü olmalıydı? Yoksa 'hayatını yaşayan erkek' ile 'kurban kadınları' göstermek ve bunu bir ironiye hizmet etmek için 'mutlu tablolar' ile süslemek; yani gerçeği farklı bir tarzla sunmak onu iktidarın hizmetkarı mı yapar?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder