Puslu Kıtalar Atlası'nın şöhretini duymuştum. İyi bir kitap olduğundan emindim. Okumaya geç kaldığım için kendime de biraz kızgındım. Bir yandan da, acaba oluşan fazla beklentiden dolayı kitabı beğenmeme ihtimalim olur mu diye sorguluyordum.
Hayatımda ilk defa bu kadar derin bir uçurumla, beklediğimden farklı bir eserle karşılaştım. Konu olarak, dil olarak, üslup olarak; beklediğim bu değildi. Zira bunu beklemem için, tahmin edebilmem gerekirdi. Kafamda bir örneği olmalıydı. Değerlendirmeler, tecrübelerle yapılır. Ben, daha önce böyle bir kitabı okuma deneyimi yaşamamıştım.
Türü "fantastik" olarak geçiyor. Kesinlikle benim uzak olduğum türlerden biri. Fakat fantastik türdeki diğer romanlarla aynı mı? Bence değil. Diğer fantastik kitaplar, yeni bir evren, yeni bir dünya yaratır, başka bir dünyada geçtiklerini daha ilk sayfadan okuyucuya verirler zaten.
Puslu Kıtalar Atlası ise bunun tam tersi; okuyucu normal kurgusal bir roman okuduğunu bile inkar edip tarihte var olan kişilerin öykülerini öğrendiğini hissedebilir.
Belki de o yüzden "rüya gibi bir kitap" demek mümkün. Nasıl ki rüyalar, içine girdiğimizde en gerçekçi hislerle yaşanır ama sona erdiğinde hızlıca akıldan uzaklaşır, Puslu Kıtalar Atlası da benim için öyleydi. İstanbul'un gerçek tarihine ışık tutmuş gibi içine girdim ama sona erince yavaş yavaş ne okuduğumu unutmaya başlamıştım. Karakterler aklımda, olaylar hayal meyal gözümde ama biri sorsa düzgün cümlelerle anlatılamaz gibi.. Buna rağmen; yaşadığım his baki kaldı. Tam bir rüya...
Türk edebiyat tarihinin en iyisi mi? En güzeli mi? İddialı sıfatlar kullandırmaya gerek yok. Bunlardan biri de olmayabilir. Kendisinin bir 'en'i var; ama onu ben bulamıyorum.
Çok mu abarttım? Olabilir. Bugüne kadar birçok kitabı çok beğendim. Çok beğendiğim kitaplar için aklımda hep "Keşke bu kitabı yazabilseydim" cümlesi geçti. Biraz kıskanma gibi gözükse de aslında bir hayranlık barındırıyor. Puslu Kıtalar Atlası'na ise o kadar hayran oldum ki; bu cümleyi kullanmak aklımın ucundan geçmedi.
Eğer bir keşkeli cümlem varsa bu kitapla ilgili; o da "Keşke bu kitabı yazarken İhsan Oktay Anar'ın yanında (veya kafasında) bulunsaydım" olurdu.
Puslu Kıtalar Atlası'na daha sonra, İlban Ertem tarafından çizimler de yapılmış. O kısımları görmedim ama kitabı okurken devamlı kafamda bir çizgi roman tadı belirmişti zaten. Diğer yandan kitabı alıp Suriçi'nde okuma isteğim de artıyordu. Görerek, karakterleri 300 yıl öncesinin İstanbul'unda canlandırarak...
Bunlar olmadı tabi ama kafamda devamlı bir şarkı çaldı.
"Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor.
Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.
Kapı kırıldığında Uzun İhsan Efendi kitabı kapadı. Az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları geçirdi: Dünya bir düştür. evet, dünya... ah! Evet, dünya bir masaldır.'"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder