Salı, Şubat 28

Dubleci Valencia

Uzun uzun yazılara biraz ara verip, nefes alalım.

Malum; Enner Valencia, bu sezon rekorları alt üst etmeye devam ediyor. Son oynanan Konyaspor maçında da iki gol birden attı. Attığı gollerin önemli bir kısmı penaltıdan ama olsun. Sonuçta gol, goldür.

İşte o kırdığı rekorlardan biri; Valencia bu sezon 7. defa bir maçta iki gol birden kaydetti. 

Ümraniyespor, Kasımpaşa (iki maçta da), Adana Demirspor, Fatih Karagümrük, Gaziantep FK ve Konyaspor maçlarında birden fazla gol attı. Attığı 22 golün 17'si, bu maçlarda geldi.

Bu açıdan bakınca 2003-04 sezonundan sonra bir ilki gerçekleştirdi. Fenerbahçe'de bir sezon içinde yedi maçta 'duble' yapan son oyuncu Pierre van Hooijdoonk'tu. Hollandalı, o sezon 24 gol atmıştı, bunların 14 tanesini yedi maçta kaydetmişti. Buna rağmen gol krallığını 25 golle Zafer Biryol'a kaptırmıştı. Valencia, Pierre'in o muhteşem sezonunu şimdiden egale etti.

Valencia bir maçta daha gol atarsa; bu sefer rekorun sahibi olacak. Fakat bir ortağıyla beraber... Zira 1991-92 sezonunda Aykut Kocaman, sekiz ayrı maçta duble yapmıştı. Efsane santrfor sezonun son haftasında oynanan 8-4'lük Gaziantepspor maçında sadece tek gol kaydederek rekorunu geliştirme şansını kaçırmıştı.

Şimdi o rekor tehdit altında. Fenerbahçe tarihinde, bir sezonda dokuz kere duble yapan başka bir oyuncu yok.

Süper Lig tarihindeki durumu bilmiyorum. Fakat Metin Oktay'ın iki ayrı sezonda 10 ve 11 kez, Hakan Şükür'ün 1996-97'de, Tanju Çolak'ın da Avrupa Gol Kralı olduğu 1987-88 sezonunda 12'şer kere duble yaptıklarını biliyorum. 

Herhalde bunların üzerine çıkabilen bir oyuncu olmamıştır... Fakat kalan maç sayısını da düşününce Valencia, rekorları yerinden oynatabilir.

Pazartesi, Şubat 27

Adalet mi Fırsat mı?

Yavaş yavaş futbola geçeceğiz ama gündem çok yoğun ve futbol gündemi de henüz deprem odaklı... Stadyumlardaki tezahüratlara da girebiliriz ama orası biraz daha otursun. Bakalım kim hangi tarafta, nasıl konum alıyor.

Biz önce Beşiktaş'ın taleplerinden başlayalım.

Beşiktaş yönetimi, 6 Şubat'tan itibaren bir şekilde gündeme gelmeyi başarıyor. Ve bir şekilde de oluşan ortamdan istifade etmeye çalışıyor.

Henüz depremin yıkıcı boyutunun altında kaldığımız ilk haftada bile Ahmet Nur Çebi saçma sapan bir açıklamaya imza atmıştı. O zaman tepki gördü, ondan sonra da açıklamayı geri çekmeye çalıştı.

Fakat günler ilerledikçe ve futbol topu dönmeye başladıkça, sadece Beşiktaş yönetimi değil, Beşiktaş'ın kanaat önderleri de aynı konuya girdi.

Malum Süper Lig'den iki takım çekildi. Bu ekiplerin kalan maçları vardı. O maçlar oynanmayacak. Peki ne olacak? Dünyada ve Türkiye'de her zaman olduğu gibi, hükmen yenilgi olacak. Fakat Beşiktaş yönetimi, bu olağanüstü durumu yok sayıp kendine avantaj elde etme yolları aramaya devam ediyor. Kendisinden başka da bu konuda destek bulamıyor.

Sığındıkları tek örnek de 2009-10 sezonundaki Ankaraspor.  Oysa tamamen farklı bir süreç vardı o zaman.

2009-10 sezonunda Ankaraspor, Ankaragücü ile birleşmiş ve bunun sonucunda TFF tarafından küme düşürülmüştü. Yani Ankaraspor kendi isteğiyle ligden çekilmemişti. Ortada usulsüz bir durum vardı. Bir ceza olarak ligden düştü. Usulsüz duruma sahip bir takım olduğu için, daha önce oynadığı maçlar da hükmen yenilgi ile değiştirilmişti. Zira o maçlarda da rekabet koşulları sağlanamamıştı. Takım usulüne uygun değilse, o maçlar nasıl usulüne uygun olsun?

Tabi bize göre o dönem ligden düşürülmesi gereken takım (eğer bir usulsüzlük varsa) Ankaragücü olmalıydı ama TFF tavrını Ankaraspor'dan yana kullandı. Nedenleri az çok malum...

Fakat deprem nedeniyle ligden çekilmek zorunda kalan ve hakları korunan takımların böyle bir durumu yok. Bu ekipler lige başlamış, mücadelelerini yapmış, kimini yenmiş, kimine yenilmiş. Yanlış, hatalı, usulsüz bir durum yok. Fakat olağanüstü bir sebepten dolayı kalan maçlarına devam edemeyecekler. Bizi artık öncesi değil, sonrası ilgilendiriyor. Burada da karşımızda hükmen seçeneği gibi bir durum çıkıyor.

Örnekleri daha önce çok yaşadık. 1989'da trafik kazası geçiren Samsunspor'dan başlar, 1999'daki Sakaryaspor'dan devam eder, 2020'deki Elazığspor ile tamamlanır. 

1999'daki Sakaryaspor örneği ilginçtir ve bir tesadüfü de barındırır.

O dönem malum deprem, Ağustos ayında gerçekleşmişti. Ligin hemen başıydı. 2.Lig'de mücadele eden Sakaryaspor sadece tek bir maç oynayabilmişti. Depremden sonra ligden çekilince ise geriye kalan bütün maçları 3-0'lık skorla tescil edildi. 17 Ağustos'tan iki gün önce oynanan karşılaşma ise aynen  sona erdiği gibi kayıtlara geçti. Yani değişmedi. Yani 1-1 kaldı tabelada. İşte Sakaryaspor'un o günkü rakibi, bu sezon ligden çekilmek zorunda kalan Hatayspor'du. İşte o Hatayspor, o sezon diğer rakiplerinden iki puan az toplamak zorunda kaldı. Belki o iki puan verilseydi, play-off'a bile kalabilirdi. Fakat kimse o iki puanın peşinden koşmadı.

Hayır yani ne olması gerekiyor? O zaman adalet yerini bulsun diye bu takımlar mecbur oynamak zorunda mı kalsınlar? O da bu kafanın ürünü bir alternatif olarak karşımıza çıkabilir. Fakat bu sefer de "Depremde canı yanmış takımlara karşı oynayarak maç kazandılar, biz bunu geçersiz saymalıyız" diyerek bir kez daha üste çıkabilirler. Sen Gaziantep'ten Maxim'i alarak yola devam et; ben Maxim'li Gaziantep'i yendiğimde aldığım puan geçersiz sayılsın. Ne güzel adalet!

Yok bazı takımlar ilk maçını iç sahada oynamış da ikinci yarıda deplasmana gideceklerdi, şimdi deplasmandan kurtuluyorlarmış. Hocam, zaten fikstür bu yüzden çekiliyor. Depremin tarihi, zamanı da bilinmiyordu. Ne yapılsın yani... Saçma sapan talepler, saçma sapan gündemler. Bu bir adalet arayışı değil, bir fırsat avı...

Beşiktaş tarafı bunu hak ve adalet düzleminde ele alıyor ama yenildiği maça üç puan yazdırmanın veya sahaya çıkıp oynamış ve kazanmış takımın üç puanını silmeye çalışınca nasıl bir adalet sağlanıyor ben emin olamadım.

Cuma, Şubat 24

AKZ Kuşağı

Aslında uzun zamandır yazmak istediğim bir konuydu ama bir türlü fırsat bulamıyordum. Twitter üzerinden de bu toplara girmeyi, doğru ifade edememe riskinden dolayı sıkıntılı görürüm. Doğru mecra burasıydı; kısmet bugüneymiş.

Bardağı taşıran son damla bu tweet oldu. 90'ların ortasında doğmuş avukat hanım, kendi kuşağının (ve dolayısıyla kendisinin) yaşadıklarının ne kadar zor olduğunu anlatıyordu. Bu konuda tek değil, zira kendi neslinden onun gibi düşünen birçok akranı var.

Aslında çok da haksız sayılmazlar. Kolay zamanlar değildi son yıllar. Fakat esas rahatsız edici olan, gençlerin kendisine yanıt veren büyüklerin tarihini yok sayabilmesiydi.

Evet bahsettiği konular, gerçekten ülke gündemini sarsan meselelerdi. Fakat hemen hemen hepsinin 80- ve 90'larda bir muadili vardı. Soma yoktu Kozlu vardı, Gezi yoktu Gazi vardı (hatta bu listede neden Gezi var onu da anlamadım. Gezi zaten, bu liste uzamasın diye vardı. Avukat hanım bunun ayrımına bile varamamış).

15 Temmuz'un sonuçları çok derin oldu ama sadece 15-16 Temmuz günlerini düşünelim. Gece başlayıp sabah sona eren bir kalkışmanın, 90'larda ülke gündemine girmesi mümkün olamazdı. Zira sıradan vatandaşın elinin altında, konuyla anında ilgilenmesini sağlayan bir medya aracı olmayacaktı. Televizyonlarda haber kanallarının olmadığı, internetin bilinmediği, gazetelerin akşamdan baskıya girdiği yıllarda 15 Temmuz, kutu haber olarak çıkardı karşımıza. 2016'da bile; gece erken yatanın sabah kalktığında karşılaştığı manzara, önceki günün aynısıydı.

Yine de bireysel örnekler üzerinden gidip zamanları kıyaslamayalım. Hali hazırda zor zamanları yaşadığımız bir gerçek. Zaten meselemiz de bu değil. Meselemiz bu olaylara karşı durabilme gücü, olayları değerlendirme becerisi ve biraz daha fazlası...

Bazı kuşaklar bazı olaylara kabuk bağlama konusunda daha maharetli. Bahsettiğim bizim kuşak değil. Bizim de büyüklerimiz. Babam 15 Temmuz gecesi "Sabaha bir şey kalmaz" rahatlığındaydı, ben korkmuyordum ama "Acaba ne olacak" merakındaydım, Twitter'dan an be an gelişmeleri takip eden 2000 kuşağı ise uçak seslerini duyunca paniğe kapıldı.

Deprem, orman yangınları, ekonomik krizler... Tüm bu olaylara verilen tepkiler değişiyor. Sadece korku özelinde değil, olayı kendi yaşamının gündemine sokma, etkilenme ve hatta çözüm üretme (üretememe) gibi noktalarda da büyük farklar var.

1999'da İstanbul'da sallandım, artçıları yaşadım. Fakat yıkım yoktu. Bir Kocaeli veya Sakarya değildik yani. Fakat sallandık. Buna rağmen kısa bir süre sonra hayata dönebildik. Şimdi ise kilometrelerce uzakta, Maraş'ta yaşanan deprem İstanbulluyu, 1999'da İstanbul'da depremi yaşayandan daha çok sarsıyor. Bunun sebebi olayların büyüklüğü değil, olayları içselleştirmemiz. Fazla bilgiye, ilgiye maruz kalmamız ve içinden çıkamamız.

O nedenle; o telefonu yavaşça masaya bırakmakta fayda var.

Kuşaklar farkı

Şimdi asıl konuya girelim. Türkiye son yıllarda Z kuşağından sık sık bahseder oldu. Özellikle gündemin biraz yumuşak olduğu zamanlarda, ya bir sokak röportajıyla ya da bir seçim anketiyle Z kuşağının toplumsal hayata etkisi tartışılıyor. Birileri "İşte bizi kurtaracak kuşak" derken, başka taraf her üst neslin başvurduğu "Bu gençlik de bir acayip canım" kalıbına başvurdu.

Oysa Batı'dan uyarlanan Z kuşağı kavramı, Türkiye'de pek içini dolduramadı. Hemen kısa bir genel Z kuşağı tanımı yapalım öyleyse, özelliklerini vurgulayalım.

Bu kuşağın aksesuarı teknoloji. Teknolojiye kolay ulaşır. Hatta onunla doğmuştur. Bilgiye daha hızlı ulaşır. Hatta doğru bilgiye de daha hızlı ulaşır. Kıyas yeteneği mevcuttur, zira her türlü yeniliğe açıktır. Bunlar arasından bir değerlendirme yapar. Kendisine sunulanla yetinmez. Bireysel özgürlüklerine daha sıkı bağlıdır. Baskıya gelemez. Tüketime daha açıktır.

Tabi ki çok kabataslak bir tanım ve paragraf oldu ama uzatmamak lazım. Ana sorumuz şu: Türkiye'deki Z kuşağı bunlardan hangisini yapabiliyor?

Teknolojiye ulaşmak sadece akıllı telefon üzerinden Twitter ve Instagram'a girmek değil. Bizimkiler sadece burayla sınırlı kaldı mesela. Tweet okumayı geçip de 20 saniyelik video edit yapan tayfaya Einstein gibi bakılıyor. Oysa teknoloji daha geniş bir alan. Fakat en basitinden, bir lise öğrencisinin dijital fotoğraf makinesi satın alması bile çok zor. Teknolojiye dünyadaki diğer akranları kadar kolay ulaşamıyorlar. Yani önceki kuşaklara kıyasla daha 'tekno' olmaları, onları Batı'daki Z kuşağı ile eş tutmaya yetmiyor.

Devam edelim. Bilgiye de daha hızlı ulaşmıyorlar. Zira bilginin ne olduğunu bilmiyorlar. İyi bir eğitim tedrisatından geçen çocuklara lafımız yok ama onlar varlıklı ailelerin iyi okullara gönderebildiği istisnalar. Batıdaki Z kuşağı tanımına uyacak şartlar ufak bir azınlıkta vardır. Onlar da zaten biraz palazlanınca soluğu yırt dışında alıyorlar. 

Geri kalanı bilgiye ulaşmanın ne olduğunun bile farkında değil. Zira sınıfta kalmanın bile olmadığı bir eğitim sisteminden geçiyorlar. Onları zorlayacak, itecek bir mekanizma yok. Bir rekabet ortamı yok. Onlarla haşır neşir olmuş öğretmenlerin ortalaması belli. Bilgi, araştırma, doğruluk gibi kavramlar onlara çok uzak. Üstüne bir de iki sene boyunca okula gitmedikleri dönemi ekleyince... Çok karanlık bir tablo var önümüzde.

Bireysel özgürlüklerine sıkı sıkı bağlı bizim çocuklar. Fakat başkasının özgürlüğünden rahatsızlık duyarlar. Zira toplumsal baskı halen yüksek ve bunun bir ayağı olmaya devam ediyorlar. Toplumda kanıksanmış genel geçer kurallar var. Bir gencin kendisi o kuralların dışına çıkmak için hevesli olsa bile, başkasının çıkmasından rahatsızlık duyar. Bunu sadece ünlülere (hatta genç ünlülere) Instagram ve Twitter üzerinden gönderilen yorumlardan anlamak bile mümkün. Sanal zorbalık had safhada.

Kanaat önderleri, hayranlık duydukları insanlar Jahrein gibi profiller mesela. Bir iki ufak bilgi kırıntısını, toplumsal nabızla birleştirip tutuklu söylev geliştirmek onlara yetiyor. Üstelik diğer yandan cephelere ayrılmayı seviyorlar. Düşman-dost, bizden-sizden, yerli-yabancı gibi zıtlıklar üzerinden hayatı kurmak onlara daha kolay geliyor. Grileri görmek istemiyorlar. Gri ile ilişki kurmak çaba ister, o çaba pratiği pek yok. Sosyal hayatta değiller. Pandemide iyice kapandılar. Oynadıkları oyunlar (Jahrein'in kanaat önderi olması boşuna değil), onlara bu zıtlık inşasını ezber haline getirdi. Düşmanı saf dışı bırak, yola devam et!

Kısacası; Batı'da Z kuşağı ile hiç alakası olmayan bir yapı...

Fakat tabi ki bizim de bir kuşağımız var. Fakat ona X-Y-Z diyemeyiz. Dersek Batı'daki Z kuşağına ve Batı'dan çıkan kavramlara haksızlık olur. Afrika'daki 2000 doğumlu bir çocuk ile Almanya'daki 2000 doğumlu çocuğun bir olmayacağı gibi, Türkiye'deki de onlarla bir değildir.

Türkiye’de X kuşağı-Z kuşağı yoktur. Onun yerine burada AKP kuşağı vardır.

Bunu söyleyince bazı arkadaşlarım cümleyi "AKP'li nesil" olarak algılıyor. Alakası yok. Hatta belki seçmen tercihi olarak baktığımızda bu kuşak çoğunlukla AKP'ye karşı oy kullanacak. Oysa AKP kuşağından olmak için AKP'li olmak gerekmiyor. Sonuçta "Özal kuşağı"nın da tamamı ANAP hayranı gençler değildi...

1994-2012 doğumlu Z kuşağı; AKP'nin toplumsal dinamikleri değiştirdiği ve kendine göre belirlediği dönemde hayata adım attı. Eğitim sistemine ve toplumsal hayata dahil olduğunda, gözünü açtığında, aklı ermeye başladığında AKP'nin yaratmak istediği veya yaratmak isteyip başaramadığı (bu ayrı bir konu) bir sisteme entegre oldu. Bundan hepimiz etkilendik. Hepimiz dönüştük. Muhalif de etkilendi, yaşı büyük olan da. Fakat en net tablo 1994-2012 arası doğanlarda belli oldu. Hatta yaş küçüldükçe, daha da belirginleşti. 1994, 1995'liler kendilerini dışarıda tutabildiler. 2000 doğumlular biraz arada kaldı, 2003 sonrası tamamen kendini o çukura kaptırdı.

İlk bahsettiğimiz tweet bile bunun bir örneği. Acıları yarıştırmak ve “en mağdur benim” hissiyattı denilince aklınıza kim gelir? Veya eski Türkiye-yeni Türkiye kavgası... Eski Türkiye’nin kötü veya iyi olduğu herkese göre değişir ama sınırı oradan (yani 2000'den) çekmenin mucidi kimdi? Hayatı ve tüm dünyayı kendinden önce ve kendinden sonra diye ayıran kimdi? Aldığı yarı eğitimi üst düzey sananlar kimlerdi? Kendini her işin uzmanı zannetme geleneği nereden geldi? İçi boş narsizmi en çok kimlerde gördük?

Bunları kafanızda cevaplayın ve sonra Babala TV'de soru sormaya çalışan üniversite öğrencilerine bakın... Sizce evrensel bir Z kuşağına mı daha yakınlar yoksa AKP karşıtı olmalarına rağmen AKP ezberlerine mi?

Burada gençleri suçlayacak bir üstte bakış sunmak istemem. Gerçi konuya vesile olan tweet'in sahibi rahatsız ediciyidi. Fakat oradan yola çıkarak genelleyecek değilim. Asıl önemli olan siyasi zeminde gençler gündeme geldiğinde, tabloyu, sorunu, çözümü ve kavramları iyi belirleyememe tehlikesi...

Mesela, AKP’ye yakın kanaat önderlerinin devamlı ince ince Z kuşağı kötülemesi de bundan. Ortaya çıkan eser iyi değildi ama bunun mimarı kendileriydi. Belki içten içe sonuçtan hoşnut da olabilirler, "canavar" bir gençlik onları mahvedebilirdi. Oluşan tablo onların işine yarayabilir ama sonuç olarak ortaya çıkan durumun algısı pozitif değil. Peki sorumluluktan nasıl kaçılabilir? Bundan arınmak için en kullanışlı söyleme başvurarak: “Z kuşağı canım, evrensel bir problem zaten. Bizdekiler de aynı.” 

Yani diğer bir deyişle; "Biz yapmadık, bize gelişi böyle"...

Diğer yandan muhalefet unsurlarının da, sırf seçim anketlerinde gençler AKP'ye oy vermiyor gözüküyor diye (seçimin kendisinde de bu olabilir) durumu "Z kuşağı gümbür gümbür geliyor" diyerek yorumlaması, birkaç sene sonra canlarını yakabilir.

Bazen yukarıdaki gibi tweet atanlara çok fazla yükleniliyor. Bir anda gündem oluyor. Ve o kişinin özelinde değerlendiriliyor. Oysa biz sadece popüler bir hesaptan çıkan cümleleri görüyoruz. Oysa çok daha aşağıda geniş bir yığın var. Yani bir kişiden daha fazlası var. Bu da tesadüfen oluşmadı. Bu çocuklar, aynı yıllarda aynı okullara gittiler, aynı dizileri izlediler, aynı sokaklarda gezdiler. Bunun muhakkak bir ilk kıvılcımı olmalıydı. Kafayı oraya çevirmekte yarar var...

Perşembe, Şubat 23

Sigorta Planı


6 Şubat'ın ilk şokunu atlattıktan sonra gözler İstanbul'a çevrildi. 20 milyon insanın yaşadığı şehirde, herkes kendi evinin, kendi mahallesinin depreme karşı durumunu merak etti. Bir yandan da bugüne kadar yapılmış olan hataları, ihmalleri, boş vermişlikleri düşündü. Ve böylece daha da korkmaya başladı.

Normal bunlar. Önemli olan bundan sonra nasıl bir yol haritası izleneceği. Herkes akıl veriyor. Bizim neyimiz eksik? 100-200 kişinin okuduğu bir blog olsak da yazılarımız üst noktalara ulaşır belki.

Şu anki durum


Önce fotoğrafı çekelim. Türkiye'de (İstanbul'da) evler; 2000 öncesi ve sonrası diye ikiye ayrılıyor. 2000 sonrası binalar sağlam kabul ediliyor. Bunun nedeni 1999 depreminden sonra çıkarılan yasalar. Fakat o yasalar da üç kez değişti. Yani 2007'de yapılan bir bina, 2018 yönetmeliğine göre sınıfta kalabilir.  Fakat denetimden geçip ruhsatını aldığı için bir şey de denemez.

Öte yandan deprem yönetmeliğinin devamlı değişmesi de ilginç. Sonuçta beklenen deprem değişmiyor! Bu yasadaki değişiklikler nedir, bu değişikliklerin kriterlerine kim, nasıl, hangi koşullarda karar veriyor emin değilim. Haliyle benim mantığım da kabullenmekte zorlanıyor. Zira, bir deprem olacaksa; bunun zamanı bilinmese de hangi şiddette olacağı, hangi ilçenin ne tür zemine sahip olduğu gibi parametreler biliniyor. Hatta bilinmekten ziyade bunlar 5-10 senede değişecek bilgiler de değil. Haliyle "2007'den 2018'e ne değişti " sorusu kafa kurcalamaya devam edecek.

Neyse, sonuçta bir bina yapılıyor. Bu bina yapı denetim firmalarının kontrolünden geçmek zorunda. Fakat birçok yapı denetim firmasının, sadece imza atmakla görevli ve şantiyenin yolunu bilmeyen mühendisler çalıştırdığını da biliyoruz. Belediye de bu raporlara göre ruhsatı veriyor. Bunlar, çok sağlam olduğu düşünülen binalarda yaşanıyor.

2000 öncesinde, bugünün inşaat teknolojisinin kullanılmadığı aşikar. Fakat o binaların tamamının da çürük olduğunu kabul etmek bir rant kapısına hizmet ediyor. Aynı zamanda "Aman tadımız kaçmasın" düşüncesinde olan bir belediye veya "Yeni bina olsun da işimizi görelim" diyen bir belediye 2000 yapımı öncesi bir binanın kontrolünü yaparsa büyük ihtimalle "riskli" raporunu dayar ve önüne bakar. 

Öte yandan bir de DASK adı altında amacına hizmet etmeyen bir saçmalık var. Mülk sahipleri her sene devlete belli bir miktarda para ödüyor. Bu çok düşük bir miktar. Hele son dönemde artan enflasyonla, hiç bir değeri kalmadı. Yani dairenizin bulunduğu bina hasarlı hale gelirse; size ödenecek para bir gecekondu almanıza bile yetmeyecek.

O zaman ne yapalım


Esas soru burası. Şu anda sarf edilen cümleler, bu sistemin devam etmesini ama daha kontrollü hale gelmesini veya sistemin ufak değişikliklere yola devamını içeriyor. Oysa biz bu yolun yol olmadığını anladık. Hatta 6 Şubat'ı görmeden de belliydi. Özellikle 2002'den sonra İstanbul'un şantiyeye dönen semtlerinden birinde yaşıyorsanız, sistemin bir işe yaramadığını idrak etmiş olmalısınız.

Zaten insanların devlete ve belediyelere güveni kalmadı. Lütfü Savaş sağ olsun, son güven kırıntısını da çöpe attı. Devletin, 2016'dan sonra giderek hantallaşan yapısı da bu tip toplara girmesini engelliyor. Organize edebilecek bir manevra kabiliyeti de yok.

Halkımız da daha çok rant ve kâr odaklı düşünüyor. İnşaat firmaları ve yapı denetimcilere girmiyorum bile.

O zaman bu işi kim çözer? Tabi ki hiç sevmediğimiz sigorta şirketleri...

Bireysel sağlık sigortaları hepimizin malumu. Her yıl yüklü miktarda paralar öderiz. Üstelik 15 sene önce geçirdiğiniz ben aldırma ameliyatını bile risk kapsamında değerlendirip priminizi yüksek yatırmanız için kullanabilirler. Hastaneye gittiğiniz zaman da her şeyi kolay kolay karşılamazlar ama olsun. Parası olan birey ne olursa olsun buna güvenmeye devam eder, zira devlet hastanesinde tedavi görmektense işi düştüğünde özel hastanede olmayı tercih eder. 

Kısacası bu firmalar olaya risk odaklı bakarlar. Riskin en yüksek olduğu seçenek üzerinden değerlendirme yaparlar. Eşeği sağlam kazığa bağlarlar. 

O zaman; öncelikle DASK'ı kaldıralım. Bunu ödeyene bir faydası olmadığı gibi, devlete de gelir getirdiği yok.

Fakat binaların bir sigortası olmalı. Bu iş sigorta şirketlerine ait olsun. Dairelere veya binalara (buna karar verilir) bir ruhsat zorunluluğu getirilsin. Bu bilgiler halka açık olsun. Ve bu ruhsatı sigorta şirketleri versin. Her yıl veya en azından 4-5 yılda bir yenilensin.

Söz gelimi bir bina var. Sigorta şirketi, bu binanın bulunduğu ilçeyi, zeminini, binanın kendisini incelesin. Tahmini en kötü deprem senaryosu için uygunluğunu çıkarsın. Buna göre bir sigorta primi belirlesin. Mülk sahibi bunu ödesin. Devlet de burada devreye girsin ve primin saçma seviyelere çıkmasını engellesin. Öte yandan yüksek miktarda olsun. Yüksek miktarda olunca 40 tane ev sahibi olmak da zorlaşacak. O primi çarpı 40 ödemek biraz can yakacak. Haliyle uzun vadede;  boşa çıkan ev sayısını arttıracak, ev fiyatları düşecek ve ev sahibi insan sayısı biraz daha fazla olacak.

Ayrıca bu bina güvenliği-senaryo kısmına göre uygun olan ve olmayan binalar sınıflandırılmış olacak. Bu da halka açılacak. Yani biz ev kiraladığımızda veya satın aldığımızda "Bu binanın sigortası yok (ruhsatı yok)" veya "Bu bina sağlam"  gibi somut ifadeleri anında görebileceğiz.

Öte yandan sigorta şirketlerinin de sırtlanlık yapması engellensin. Şirketler yapılan binaların uyumunu yani inşaat şirketlerini ve mülk sahiplerini; halk binaların gücünü zayıflığını, devlet de sigorta şirketlerini denetlesin.

Üstelik her sene inşaat mühendisi bölümleri binlerce mezun çıkarıyor. Bunların bir kısmı inşaat şirketlerine ve yapı denetim firmalarında iş buluyor, diğerleri ise işsiz kalıyor. Bu sayede dışarıda kalanlar sigorta şirketlerinde istihdam edilmeye başlar. İşin bu kısmına bile çözüm bulduk işte! 

Tabi ki bu sadece fikrin ana planı ve geliştirilmeye müsait. Yani daha detaylı bir hale dönüşmesi gerek. Fakat çıkış noktamız burası olsun. Bu iş devletten ve belediyelerden alınıp, sigorta şirketlerine bırakılmalı.

Bu işin uzmanı olmadığım için, gerçekleşirse nasıl sonuçlanacağını da kestiremiyorum. Fakat esas önemli olan husus şu; halk sağlamlıktan önce şeffaflık istiyor. Hangi evin sağlam hangi evin riskli olduğunu şu an yetkili olan birimlerden duymak çözüm getirmiyor. Zira karşıdan gelen cevapta hep bir bit yeniği aranıyor.

Sigorta şirketleri en azından bu konuda yalana dolana kaçmaz; zira aksi halde olası bir depremde onlar da çökerler... İşin çamura saplandığı yerde herkesin aynı anda kaybedeceği, iyi işlediği zaman işini yapanların sorun yaşamayacağı bir sistem... Hiç fena değil sanki.

Salı, Şubat 21

Eyvah Eyvah 3

Şimdi bir film yazısı döşeyecek değilim.

Fakat itiraf ediyorum; 6 Şubat depreminden kısa bir süre sonra bir film izledim. Üstelik bir komedi filmi. Üstelik ara ara güldüm de… Suç muydu bu?

Şu an vatandaşların kendi arasındaki en büyük tartışmalarından biri bu. Yıkılan binaların sorumluları, inşaatçılar, belediye görevlileri, bürokratlar, bakanlar, yardımları ulaştırmakta zorlananlar, vergileri toplayanlar, o vergileri hiç edenler, depremlere hazırlık yapmayanlar kadar “benim kadar duyarlı olmayan sıradan vatandaş” da suçlananlar listesine girdi…

Herkes kendisinin en duyarlı insan olduğunu iddia ederek, kendisi gibi davranmayanı; yukarıdaki sorumlularla bir tutuyor. Öte yandan bu duyarlı arkadaşların sosyal hayatlarını nasıl yaşadıklarını bilmiyoruz. Sadece bize anlattıkları kadarını biliyoruz. O da tamamen doğruysa…

Depremin ilk günlerinde hem televizyon kanallarında hem de sosyal medyada bir kaosa ve bolca acıya şahit olmuşken eve çekilip bir film izlemek suç mudur? Bence değildir. Eyvah Eyvah 3’ü, tamamen kafa sağlığını dinç tutabilmek için izledim. Zaten mesela ikincisini de izlememiştim. Birincisini izlemiştim ama hatırlamıyordum. Yani o esnada film izlemek önemli değildi; iki saatliğine başka bir şeye bakabilmek gerekiyordu ve alternatiflerimden biri de buydu.

Tam da o günlerde şu flood düştü önüme. Maalesef bu flood bile tepki gördü sosyal medyada. Oysa kötü bir şey demiyordu. “Boşverin depremi, siz hayatınıza bakın” demiyordu.İlgisiz kalın, sizin derdiniz mi demiyordu. Başka işlerle uğraşabilmenin öneminden bahsediyordu. Zaten herkes böyle devam ediyordu hayatına. Kimi gizlice, kimi radara takılarak. İşte o radar tutmayı sevenler karşı çıktı buraya da...

Tabi ki flood’da bahsedildiği gibi; bu bir toplumsal refleksti. Yıllarca bize böylesi öğretilmişti. Acılardan sonra yas tutulmalıydı, bu yasın süresi çok uzun olmalıydı. Ne kadar uzun sürerse, o kadar kabul görürdü mahallede. Yaşadığın bir acıdan sonra (yakınını kaybetmek) yüzünde tebessüm oluştuysa; ya senin için çürümüştür, ya vicdansız birisindir. Ya da hatta mahalleli ve akrabalar tarafından “miras kondu tabi..” etiketine de düşerdin.

Oysa hayat devam ediyor. Bu süreç bazıları için çok daha zor geçecek ama onlar için de hayat devam edecek. Bizim için de devam edecek. Rutinler de hayatın devam ettiğini göstergesi olarak avucumuzda kalacak.

Taziye evlerinde yemek yenilmesi de bundandır mesela. Cenaze sahibine normal akışın devam ettiği hatırlatılır. "Öğlen yemeği, akşam yemeği yeniyor, hayat devam ediyor" mesajı verilir.

Fakat biz son yıllarda öyle bir toplum olduk ki, her şey birbirine karıştı. Cenaze evlerine, cenaze sahibini normale döndürmek için değil yemek yemek için gidenler türedi. Cenaze sahibine Yemekteyiz yarışmacısı gibi davranıldığını gördük.

Bir yandan zaman zaman bunlar yaşanırken, diğer yandan da kendi hayatına devam etme zorunluluğunda olan ve bunu başaranları suçluyoruz. Bireysel olaylarda da örnekleri var… Instagram’da hiç mi görmedik bir ünlüye “Bak bak babası ölmüş 20 gün önce, gelmiş buraya post atıyor” dendiğini?

Toplumsal olaylarda ise iş daha büyük bir kaosa sürükleniyor. Zira kimin nasıl davranacağına karışmaktan ziyade, herkesin aynı şekilde davranmasını ve yaşamasını bekliyoruz. Üstelik bunun sınırını nereye koyacağımız, her "duyarlı" vatandaşın keyfine göre değişiyor. Bunlara az biraz maruz kalıp, önce arada sıkışmak ve sonra çıldırmamak elde değil.

Yukarıdaki flood’da yazıldığı gibi, giydiğiniz mont, içtiğiniz sıcak çay bile artık size suç aleti gibi gözüküyor böyle anlarda. Oysa bunlar yapılması gereken rutinler. Üstelik beraber yaşadığımız insanlar var. Yaşlı annenizin izlediği haberlerden dolayı kendini kötü hissettiğini gördüğünüzde, ona başka bir şey yaptırmak istemez misiniz? Veya çocuklarınız deprem haberleri izleyip korkmaya başladıysa, onları bir parka götürüp gazoz içirmeniz suç mu? Herkesin bu acı görüntülerin içinde kendini kaybetmesi midir referans aldığımız duyarlılık seviyesi?

Şimdi bir de “ligleri erteleyin” sesi çıkmaya başladı. Aslında tam olarak böyle de değil. Zira bu cümle aslında, TFF’ye ve iktidara bir çağrıdır. Sorumlu ve yönetici onlar olduğu için onların muhatap alınmaları normal olabilirdi. Sonuçta herkesin talebini iletme hakkı mevcut.

Fakat aslında dert bu değil. Yani liglerin ertelenmesinden ziyade esas mesele şunu kanıtlamak: 

“Ben duyarlı biriyim. En azından çevrede öyle gözükmem lazım. Futbolu da sevmiyorum. Ligler oynanmasa da olur. O zaman bu liglerin oynanmasını isteyenleri veya futbol maçı izleyenleri suçlayan bir dil geliştireyim. Onlar ‘vicdansız’ olsun, ben “duyarlı” gözükeyim” 

Oysa bu çağrılar, içinde bulunduğumuz ülkede bambaşka yerlere evrilir. Bir futbol liginin, "acılar varken futbol olmaz" diyerek iptali söz konusu olursa; bir tiyatro gösterimini veya radyoda çalan şarkıları nereye koyacağız? "Acılar devam ederken nasıl gidip salonlarda oyun izliyorsunuz, nasıl radyolarda şarkı çalmaya devam ediyor?" sorusu sorulsa ve buna da bir kısıtlama getirilse kabul mu edeceğiz? Peki yasaklamayı alışkanlık ve hobi haline getiren bir iktidar varken bu ipi gevşetmeye gerek var mı?

Bu duyarlı olduğunu iddia eden insanları pandemide de çok gördük. Sarı öküzü vere vere karşı tarafa mezbaha kurdurdular. Halen de devam ediyorlar. İktidar bir yandan “Bu şartlarda seçim olmaz, acımız büyük” hikayesine sırtını dayamışken, bir yandan karşı taraf da acıdan dolayı yapılmaması gerekenleri sıralıyor.

Üniversitelerin kapanmasına nasıl karşı çıkacağız peki? Komplekslerinden kurtulamamış bir kesim zaten, “Acımız varken, üniversiteliler sevişip içki mi içecek? Bırakın yurtlar mağdurlara açılsın” diyorken, hangi kelimelerle neyi savunacağız? Bir yandan da pandemide kapanan okullar geliyor aklıma ve o dönem “aydın” doktorların “Çocuklar alim mi olacak, altı ay daha okula gitmesinler” demeleri yankılanıyor beynimde.

Hepsi iç içe işte. O nedenle çay içmek de lazım film izlemek de. Eyvah Eyvah 3, adıyla çok uygun oldu şu atmosfere. Birincisi zaten 2002 sonrası çekildi. İkincisi pandemi dönemiydi. Üçüncüsü de şu anda…

Bu arada tam bu zamanların filmi için şuraya gidelim. Acılardan, felaketlerden ayağa kalkmayı “Hayat devam ediyor”

Pazartesi, Şubat 20

Anlatılmaz Yaşanır

 


Kendimi sosyolog olarak tanımlamam mümkün değil. Gerçi bu blog sayfalarında "Atanamamış amatör sosyologlar yazıları" serisini yazdık. Gerçi yazan ben değildim ama olsun. 

Sonuçta o serinin de bir sebebi vardı. Dört sene sosyoloji bölümünde okumuş ve sonrasında da hobi olarak sosyolojik çalışmalara merak salmış biriydik. Haliyle çok yakın çevrem zaman zaman toplumsal mevzuları tartışırken bana da danışır ve "Aslan bu olay neden böyle oldu" veya "Bu olayın toplumdaki karşılığı ne olur?" sorularını sorarlar. Dilimizden döndüğünce cevap veririz. Fakat gerçekten Türkiye'de birçok şeyi anlamlandırmak benim gibi 'amatör'ler için çok zor.

İşte yukarıdaki pankart gibi...

Görselin aslını bilirsiniz. Yunan bir kurtarma ekibi görevlisi, bir depremzedeyi kurtartıyor. Birçok yerde paylaşıldı. Paylaşanlardan biri Madonna'ydı. 14 Şubat'taki yardım postunda kullandığı fotoğraflardan biri buydu. Üstelik Instagram'da bugüne kadar 13 post atmış birinden bahsediyoruz.

O paylaşıma Türkiye'den çok tepki geldi. Özellikle AFAD yerine Ahbab'ın kullanılması milliyetçi-muhafazakar kesimi rahatsız etti. O rahatsızlığı, hamasetle taçlandırmak için de bu fotoğraftan faydalandılar. Onlara göre, Madonna dünyanın bilinçaltına "Güçlü Yunan, aciz Türk" düşüncesini pekiştirmek istemiş. 

Bu noktaya kadar şaşırmıyoruz. Bugüne kadar neler neler gördük, duyduk. Bu ne ki...

Fakat bundan bir gün sonra, Trabzonspor - Basel maçında çok iyi bir koreografi hazırlanıyor. Koreografinin ana planı bu fotoğraf üzerine kurulmuş. Tamam; yardıma koşan diğer ülkelerin de bayrakları var ama aynı görsel işte...

Üstelik bu görseli kullanan şehir, ülkenin en milliyetçi kentlerinden biri.

Mayıs ayındaki şampiyonluk kutlamasında Yunanistan'dan gelen Trabzonsporlu sanatçıları, sahneye çıkarmamış...

Öte yandan bu tepkinin oluşabilmesine rağmen; takımda iki tane çok sevilen Yunan oyuncu da var.

Yani bir bakıyorsun bir tarafa gidiyoruz, bir bakıyoruz diğer tarafa gidiyoruz.

Şimdi bu ülkeyi nasıl anlamlandıralım.

"Anlatılmaz yaşanır" kalıbı Türkiye için kullanıldığında romantik bir hava veriyor. Kesinlikle o noktada değilim. Fakat burayı anlatmak da anlamlandırmak da gerçekten zor. Yaşayınca en azından normalleşiyor tüm absürdlükler, zıtlıklar...

Yine de  romantiklik seviyesini "Başka yerde yaşayamam" kalıbına çıkarmıyorum. Onu da ekleyelim. Başka yerde yaşanır. Burası da yaşamak için oldukça zor bir yer; artık bunu kabullenelim. Yine de yaşamaya devam edeceğiz.

Pazar, Şubat 19

Yeraltından Notlar

 



Yeraltından Notlar'a ocak sonunda başladım. Hemen hızlıca okuyacağımı düşünmüştüm, zira ince bir kitaptı. Aslında fena da gitmiyordum. Sonuna doğru yaklaştığımda, eser hakkındaki fikirlerimi kafamda oluşturmuş; blog'a dökeceğim cümleleri belirliyordum artık.

Kitabı iki ayrı bölümde değerlendirmek gerekiyordu. İlki anlatıcının monolog şeklinde bizlere seslendiği o karanlık sayfalar. Hiç hoşuma gitmeyen bir bölümdü. Daha doğrusu beni sıkmıştı. Bunların nedenleri kafamdaydı. Yazacaktım buraya da ama hepsi bir süre sonra geçersiz ve anlamsız oldu.

İkinci bölümde ise anlatıcı bir hikayesinden bahsediyordu. O kısım benim için daha heyecan vericiydi. 

Derken 6 Şubat depremi oldu. Değil bir Dostoyevski kitabı okumanın, tek bir satıra göz atmanın ve o satırı anlamanın zorlaştığı zamandı. Yine de birkaç gün sonra romanı bitirdim. Zira ne olursa bazen sessizlik gerekiyordu. Rutinlere geri dönmeliydi.

Ara ara yeraltına sığınmak, bu dünyadan kopmak şart. Özellikle buralarda bu kaçış; çok daha büyük ve uzun sürmesi gereken bir elzem.

O günlerde romanın hoşuma gitmeyen ilk kısmına biraz daha hak vermeye başladım. Yine de öyle olamayacağımızı, öyle yaşamanın kendini kandırmaktan ibaret olduğunu düşünmeye devam ediyordum. 

Romanın son sayfalarında şu cümleler çıktı karşıma:

"Aslında istediğim nedir bilir misin? Hepinizin yerin dibini boylamanız, işte o kadar! Huzur, sükûnet istiyorum ben. Beni rahatsız etmesinler diye bütün dünyayı bir kapiğe satarım. Beni kıyamet kopmasıyla çaysız kalmam arasında seçim yapmak zorunda bıraksalar, dünya yıkılsa umurumda olmayacağını ama çayımdan vazgeçmeyeceğimi haykırırdım."

Güçsüz, çaresiz, yalnız olduğumuzu kabullenmişken, sıradan rolünü içselleştirmişken; bir yandan da devamlı kopan kıyametlerin sorumluluğunu almak zorunda kalmak bizi çok fazla yormaya ve yıpratmaya başlamadı mı? Bu ağır yükleri yüklenmek ne zaman bizim misyonumuz ve görevimiz oldu? Öyleyse kıyamet kopacağına çayımızdan vazgeçmeyeceğimiz bir 'kapalı' yaşama dönmeyi istemek çok mu namussuzca, alçakça ve bencilce?

Aslında 6 Şubat öncesinde kafamda oluşturduğum yazının son cümlesi hemen hemen şöyle olacaktı: "Kitabı okudum, artık Zeki Demirkubuz'un Yeraltı filmine hazırım"

Oysa şimdi son cümle değişti. Hatta yıllardır pelesenk olduğu için bir bakıma; "yine değişmedi":

"Bu ülkeye ve bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyorum"

Acı duymaya devam ediyoruz yine de ama en azından kabuk bağladık... Üzerimizdeki kabukları ve önümüzdeki yaraları aynı anda görünce,  bu da bize başka bir acı veriyor.

Cuma, Şubat 17

Zaman Kavramının Değişimi


17 Ağustos depreminde bir depremzede değildim. Fakat depremi hissettim. Yaşadım. Sallandım. Korktum. Ailemi ve arkadaşlarımı merak ettim. Gecelerce sokaklarda kaldık. O güne kadar sadece selamlaştığımız komşularımızla kader ortağı olduk. Arabalarda uyuduk. Sokakta tüplerin üzerinde yemekler yedik. Yeni Şafak'ın kalemi "yaz günüydü" desin ama üzerimize yorganlar örterek kaldırım taşlarında uyuduk. Çok değildi ama en azından 10 gün böyle bir hayat yaşadık.

Bugün 6 Şubat depreminin üzerinden 11 gün geçti. Hemen hemen aynı süre. 17 Ağustos'u İstanbul'da yaşayan bizlerin artık evlere girme dönemleriydi. Kocaeli ve Sakarya için daha farklı tabi. Kahramanmaraş, Hatay ve diğerleri için de... Kıyasımız onlarla olamaz.

Zaten normale dönmeye başladığımızın ilk sinyalleri Salı günü verildi. Muhabirlerin enkaz önü yayınlarından sonra Acun Ilıcalı, Hülya Avşar, Erkan Petekkaya, Mehmet Şef, Müge Dağıstanlı çıktılar önümüze. Hepsi oradaydı. Hayat normale dönecekti artık.

Bunda bir sıkıntı yok. Biz de benzer fikirdeyiz. Acılara rağmen yaşama devam etmeliyiz. O yüzden bu filmi çok sevmiştik.

Fakat o 10 gün içinde sıklıkla 17 Ağustos ile 6 Şubat'ı kıyasladım. Ve üzüldüğüm çok fazla konu oldu. Onlardan biri de ülkece tartıştığımız konulardı. Hayretle izledim çoğunu. Gerçekten yeri ve zamanı mıydı bazı şeylerin; hiç emin olamadım. Binlerce insanın öldüğü, daha fazlasının evsiz kaldığı, yönetenlerin yetersiz kaldığı, halkın çabasının dışında pek bir şey göremediğimiz, korktuğumuz, çaresiz kaldığımız, yalnız hissettiğimiz günlerde neleri konuşmak zorunda kaldık?

Bunlardan birincisi Netflix ve Starbucks boykotuydu. İnsanların yardım istemesini anlıyorum, bunu buyurganlıkla yapmalarını kabul etmiyorum ama hadi orasını da anlayalım; fakat bunun henüz dördüncü günde tartışılmasını bir türlü kabul edemeyeceğim.

Evlerin ve kamu binalarının yıkıldığı, yangınların söndürülemediği, devletin çoğu ilçeye, kasabaya, hatta bazı şehirlere ulaşamadığı bir afette; yaşananların en büyük sorumlusu, öfkenin adresi yardım yapmayan veya yardım yaptığını açıklamayan şirketler miydi? Onların böyle bir zorunluluğu mu vardı? Varsa da bu konu dördüncü güne mi aitti?

17 Ağustos'a geri dönüyorum. Sokaktayız. Komşularımızla bir aradayız, sohbet ediyoruz. Bir yandan korkuyor, bir yandan haberlere bakıp Kocaeli ve Sakarya'ya bakıyoruz. O esnada, yani o dördüncü günde aramızdan biri çıkıp şunu diyor: "Coca Cola ve McDonalds deprem bölgesine yardım yapmamış. Bunları boykot edelim"

Herhalde bunu diyene şöyle bir bakar, "Deli mi bu" der geçerdik. 2023'te ise böyle olmuyor. Delirmiş binlerce insan tarafından karşılık bulan bu söylem, "Deli mi bu" diyenleri duyarsızlıkla suçlayacak noktaya getiriyor.

Yine o günler. Beşiktaş Başkanı Ahmet Nur Çebi, fikstür ve puan hesabı yapıyor. Zaten kamuoyundan sert bir karşılık aldı, o nedenle uzun uzun yazmaya gerek yok. Zaten yaptığı hesap kökünden yanlıştı ama bunun zamanı orası mıydı? Üstelik o da tek başına değildi. Kendisine bir soru sorulmuştu. O soru, o günün sorusu muydu?

Oksijen gazetesinin edebiyat parçalayan dosyası da aynı şekilde. Ona da sert tepkiler oldu. Yazarların bir kısmı özürler diledi. Tekrara girmeyelim. Ama gerçekten fotoğrafların altında yazı döşeyecek kadar zaman geçmiş miydi? Türkiye'de bu tip ajitasyon dozlu içerikler her zaman iş gördü. Fakat ilk beş gün içine yapılabilir miydi? Kimin aklına geldi? Kim yaşananları anında normalleştirdi de bunu yazıya dökebildi?

Sanırım zaman algımız değişiyor. Zaman aynı şekilde akıyor ama ona yüklediğimiz hız değişiyor. Bazı anları çok çabuk tüketiyor ve o anların hakkını veremiyoruz. Acının da sevincin de yasın da içine giremiyoruz. Paramparça, dağınık bir ruh halinde kalıyoruz. Kendimizi ve duygularımızı tamlayamıyoruz. Böylece hiçbir şeyi hakkıyla anlamlandıramayıp sinirleniyoruz. Sağlıklı bir duygu değil bu...

Sosyal medya bunda etkili muhakkak. Fakat bence daha fazlası var. Birey olarak yaşadığımızdan değil; okuduğumuzdan gördüğümüzden; daha doğrusu birilerinin yönlendirdiği şeylerden etkileniyoruz. En kötü kısım ise toplumun sağlıklı kalmayı iyi kötü başarmış az sayıdaki insanın "Baba ne diyorsunuz siz" sorusunun gürültüde kaybolması... Bu soruyu duyan kimse silkelenmiyor, daha da sertleşiyor.

Aslında yazacak çok şey var. Yazacağız da. Böyle bir afet yaşanınca insan birkaç günü kenara çekilmek istiyor. Sadece 10 gün. Çok mu? Bence normal. Yüzyıllar boyunca yas günleri 7-40 arasında değişmiş; daha uzun yaşayan da olmuş. Ama bu anları sindirmek ve anlamlandırmak belki de kabullenmek için asgari bir süre gerekir.

Asgari derken; kime göre tabi! Çağımızda 10 gün; "uzun zamandır ortalarda yoktun" demeye yeter bir süre oldu. Oysa sadece kısa bir araydı.

Oksijen'in yaptığına düşmüş olmak istemem ama bu yazının üzerine bir fotoğraf konması da gerekiyordu. Aslında biraz bağlantılı oldu. Enkazlar var çevremizde, biz de ortasındayız. Ve o esnada bambaşka şeyler konuşuluyor. İnsan bazen durup, seslerin kesilmesini ve gerçek gündeme geçilmesini bekliyor. Umarım bundan sonrasında olur...


Perşembe, Şubat 2

1-0'cı Xavi

Xavi'nin futbolculuğuna hayrandım. İnsanlar Messi-Ronaldo kavgası yaparken ben Xavi'den yana olurdum. Zaten çok garip bir tercih değildi, dünyanın en fazla saygı gören futbolcularından biriydi.

Barcelona'daki konumu ise daha başka seviyedeydi. O nedenle futbolu bırakmasıyla beraber "Gönüllerin teknik direktörü" sıfatına nail oldu. Bir gün Barcelona'yı çalıştıracağı kesindi. Bir kurtarıcı gibi inecekti şehre.

Laporta da başkan seçilince hemen onu getirdi. O dönem yerden yere vurulan Ronald Koeman'a büyük haksızlık edilmişti. Bunun nedenlerini de yazmıştım.

Aradan geçen günlerde fikrim çok değişmedi ama Barselona şehri benimle hemfikir değil. Xavi de Koeman gibi, Şampiyonlar Ligi gruplarından çıkamadı ama bu başarısızlık onun tartışılmasına olanak sağlamadı. Koeman yerden yere vurulurken, Xavi'nin kredisi tükenmiyordu.

Fakat diğer yandan, kasım ayındaki elenişin ardından bugüne geldiğimizde La Liga'da 5 puan farkla lider olan bir Barcelona görüyoruz. Üstelik geçtiğimiz ay İspanya Süper Kupa'yı da kazandılar.

Kazanan da her zaman haklıdır. En azından galibiyetler kesilene kadar...

Peki Xavi'den istenen galibiyetler miydi? Muhakkak son yılların öz güven kaybetmiş takımı için çok önemliydi kazanmak. Fakat aynı zamanda Xavi'den istenen bir Xaviball' yaratmasıydı; yani onun oyunculuğu döneminde Barcelona'nın oynadığı futbolun bir benzer... Merkezinde Xavi'nin olduğu futbolun, kenarda Xavi varken oynanan hali...

Sadede gelelim. Yani güncele. Barcelona ligdeki son üç maçını (Atletico, Getafe, Girona) 1-0'lık skorlarla kazandı. Oysa biz Barcelona'nın farklı skorlarına, kaybederken bile gollü maçlar oynamasına alışmıştık. Böyle bir seri, 1980'den beri görülmüyordu. 1980, gerçekten çok eski bir tarih. Hatta Barcelona için antik çağ bile denilebilir. Zira Cruyff (teknik direktör olarak) henüz kulübe gelmemiş, kulübün çehresini değiştirmemişti.

Peki en son üst üste üç 1-0'lık galibiyete imza atan teknik direktör kimdi? İtalya'da şöhrete ulaşan, Katanaçyo ile özdeşleşen ve 1980 yılının mart ayında Barcelona ile sözleşme imzalayan Helenio Herrera...

Göreve gelir gelmez nisan ayında, Atletico Madrid, Las Palmas ve Athletic'i arka arkaya 1-0 yenmiş Herrea'nın takımı.



Yani; Xavi kazanıyor eyvallah ama şu an sanki futbol ve sahadaki durum, Cruyff'un ve Guardiola'nın devamı gibi değil de daha çok Herrera mirası gibi gözüküyor...

Gerçi şampiyon olunca tüm hikayeler değişir.

Herrera'nın takımı o sezon puan durumunda Real Madrid'in 14 puan gerisinde (hem de iki, puanlık sistemde) kalmıştı. Xavi ise beş puan farkla lider. İstatistiklerden daha gerçek olan da burası....