lübnan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
lübnan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Aralık 2

Tanios Kayası


Geçen senenin (2021) bana en büyük katkılarından biri Amin Maalouf’tu. Her zaman okumak istediğim ama bir türlü başlayamadığım bir yazardı.

2021’de başladık, 2022’de de listeye Tanios Kayası’nı ekledim.

İlk Doğu’nun Limanları ile perdeyi açmıştım. Fena değildi. Ardından okuduğum Afrikalı Leo bence enfesti. Ve son eklediğim Tanios Kayası’nı da düşününce, bu üçlünün arasında en iyisi halen Afrikalı Leo

Tanios Kayası diğer ikisine kıyasla biraz zayıf kaldı. Yine harika bir roman. Gerçi daha çok öykü gibi. Datça tatilimde kısa sürede okuyup bitirebildim. Çok fazla karakteri yok, dallanan budaklanan bir olay örgüsü yok. Akıcı dille yazılmış. O nedenle de su gibi akıp gidiyor.

Yine güzel ama diğer ikili kadar vurucu ve etkileyici değil. Tabi oralarda çıta çok yükseldi, o nedenle de sönük kaldı Tanios Kayası... Fakat tavsiye etmeyecek değilim. Yine de eğer Maalouf’a başlanmak isteniyorsa ve seviyeyi aşağıdan başlatıp yukarı taşımak tercih edilecekse; külliyata önce Tanios Kayası’ndan başlanabilir. Hayal kırıklığına uğratmaz...

Bense halen en iyisini, en iyisi olduğunu tahmin ettiğimiz en sona saklamaya devam ediyorum. O nedenle de halen Semerkant’a başlamadım. Hayalim orası. Deli Emin’in belediye reisine Artos’u işaret etmesi gibi, kendimi uzaklardan Semerkant’a bakarken buluyorum.

Perşembe, Mayıs 12

Afrikalı Leo


Kendimi yavaş yavaş Semerkant'a hazırlıyorum.

Merdivenin basamaklarını çıkıyormuşum gibi hissediyorum. Önce Doğu'nun Limanları, ardından Afrikalı Leo... Giderek yükselen bir çıta, her defasında artan bir lezzet.

Hayat zıtlıklarla güzel. Hayatın değeri, zıtlıklar sayesinde anlaşılır. Roman, sinema, şiir de öyle... Zıtlıklar coşturur beni.

Afrikalı Leo'da bolca var bunlardan... Kurgu ile tarih, Doğu ile Batı, Müslüman ile Hristiyan, Akdeniz'in güneyi ile Akdeniz'in kuzeyi, öykünün geçtiği 1500'ler, satırların yazıldığı 1900'ler...

Şahane bir roman kısacası... Üstelik Maaolouf'un ilk romanı. "1986'ya kadar neden bekledin?" diyorum kendi kendime. Sonra 37 yaşında yazdığını fark ediyorum. Şu anki benle aynı yaşta.

Bir ilk roman için ne kadar da güçlü...

Kitabı sıklıkla açık havada okuduğum için ayrıca memnunum. Romanlar, bizleri başka dünyalara taşır. Biraz soyut bir cümledir bu ama bu sefer somutlaştı gibi. Kendimi Granada'da, Roma'da, Afrika'da hissetmemi sağladı.

Osmanlı'ya dışarıdan bakan bir gözle daha tanıştım. Akdeniz havzasına duyduğum sevgi yine kabardı. Savaşlara lanet, zalim sultanlara beddua ettim. Okudum, okudum ve sonra son sayfayı kapadım. Kafamı kaldırdığımda doğma büyüme olduğum yerdeydim. O kadar yer gezmiştim ama aynı yerdeydim. Oysa Leo öyle miydi? Afrikalı mıydı gerçekten? 

Keşke 16 yaşımdayken okusaydım diyeceğim ama artık kendimi tanıyorum. Hiç bir şey değişmezdi. Hiç okumadan göçmekten iyidir ama. Belki yıllar yıllar sonra, aynı sokaklara bir kez daha okurum. Neden olmasın?

"Ben, Hasan tartıcıbaşı Muhammed’in oğlu, ben, Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papanın vaftiz ettiği ben… Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice, Latince, sokak İtalyanca’sı konuştuğumu duyacaksınız; çünkü bütün diller ve dualar benim dillerim ve benim dualarım, fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrı'ya ve dünyaya aidim; ve yakında bir gün yine onlara döneceğim"

Perşembe, Nisan 28

Doğu'nun Limanları

2021 Amin Maalouf ile tanışma senem olmuştu. Her şey Doğu'nun Limanları ile başladı. Konusu ile favorim olacak bir kitap değildi belki de. Herkesin çok beğendiği sonu, benim canımı sıkmıştı. Fakat 'kısa 20.yüzyıl'ın tamamını ve Doğu'nun tüm acılarını kapsayabilecek bir roman çıkartabilmek saygı duyulacak bir başarıydı benim nazarımda.

Adana, Paris, Beyrut hattında gidip gelirken; Adana Olayları, 1.Dünya Savaşı, 2.Dünya Savaşı, Arap-İsrail Savaşı, Lübnan İç Savaşı gibi kanın su gibi aktığı acıları okurken; yaşamın tüm gerçekliği zihnimize kazınıyordu. Diğer yandan İsyan ile Clara'nın yarım kalan aşkı kalpte bazı sızılar yaratıyordu. Hepsi dokunaklıydı ama esas olan böyle bir kurgu yaratabilmekti.

Şunu demek istiyorum; kitabı okurken şunu anladım ki, Maalouf tam benim sevebileceğim bir yazardı. Roman çok etkileyici değildi ama yazar bana ışığı vermişti. Karakterleri sıradan insanlardı belki ama acısıyla, sevdasıyla, dramıyla, hüznüyle yaşayan dünyanın bir parçasıydı. Tüm bu kan gölünün ortasında bir yandan ilham vericiydi. Belki okuduklarımız hüzün doluydu ama önemli değildi benim için.

Belki de hayatımda ilk defa bir romanda, karakterlerin ve kurgunun sonunu merak etmeden yazarın kalemini okudum. Neler anlatacaktı bize? Son sayfayı kapatana kadar bir kez dahi yanıltmadı. O merakı hep diri tuttu.

Bana tavsiye edilen asıl kitap, Afrikalı Leo'ydu. Ben bilerek Doğu'dan başladım. Doğru karar verdiğime emin oldum. Gönül rahatlığıyla bir sonraki maceraya (ve seviyeye) yani Afrika'ya geçebilirdim. Geçtim de... Ona da bu blogda sıra gelecek. Ama asıl hedefim, halen ulaşamadığım Semerkant....

Hikayeleri herkes yaşar. Farkı yaratan ise hikayeleri anlatanlardır. Fakat bir de esas olarak daha önceden defalarca anlatılmış büyük hikayelere, yeni parçalar katabilen kurgucu-anlatıcılar vardır. Ben en çok onlara hayranım sanırım... İnsan hayatının ne kadar biricik olduğunu ve buna rağmen o hayatın (insanın) son hızla yaşayan dünyanın bir parçası olabileceğini en iyi onlar hissettirir. Daha ilham verici bir tarz olamaz sanki...

"Ölümü son çıkış olarak düşüneceksin. Bil ki kimse seni bundan alıkoyamaz ve tam da bu nedenle, elinin altında olduğu için onu yedekte tut, sonuna kadar. Diyelim ki geceleyin bir kâbus gördüm. Bunun bir kâbus olduğunu, başını oynattığın anda kurtulabileceğini bilirsen her şey daha kolay, daha çekilir hale gelir, hatta bir bakarsın ilk başta en korktuğun şeylerden zevk alır olmuşsun. Hayat seni istediği kadar ürkütsün, canını yaksın, en yakınların çirkin maskeler taksınlar… Hayat bu, de kendi kendine, ikinci kez çağırılmayacağım bir oyun, bir zevkler ve acılar oyunu, bir inançlar ve aldatmacalar oyunu, bir maskeler oyunu, bir aktör ve bir gözlemci olarak sonuna kadar oyna. Gözlemcilik daha iyidir, ne zaman istersen bırakabilirsin. Beni sorarsan, “imdat çıkışı” sayesinde ayaktayım. Çünkü emrimde, ve onu kullanmayacağımı biliyorum. Ama ahiretin anahtarı bende olmasa kendimi kapanda hissederdim, derhal kaçmak isterdim!”

Perşembe, Temmuz 29

Ghadi

 

Ghadi güzel bir Lübnan filmi. Eğlenceli, sıcak, samimi...

Fakat diğer yandan da oldukça sinir bozucu. 

Ghadi, down sendromlu bir çocuktur. Klasik bir Ortadoğu kentinin, standart bir mahallesinde yaşamaktadır. Dedikoducu, baskıcı, her şeye karışan, herkesi yargılayan, az veya çok ama muhakkak mutsuz, başkalarının birey olarak yaşamasına izin vermeyenlerin yaşadığı bir mahalledir burası. Film için özel olarak kurulmuş bir settir ama bir yandan da tamamen gerçektir. Hepimizin bildiğidir. 

Ve bu mahallenin sakinleri, Ghadi'yi de istemezler. Oysa hikaye mahallenin Ghadi'yi istemesiyle başlamıştır.

Ghadi'nin babası (Leba) ve annesi zaten iki çocuk sahibidir. Fakat ikisi de kızdır. Mahalleli inatla onlara erkek çocuk sahibi olmalarını dayatır. En sonunda üçüncü çocukları olarak Ghadi doğar. Fakat yıllar boyunca o rahatsız edici baskıyı kuran mahalleli, bu sefer de kendi kendine bağıran, çok ses çıkaran, gece gündüz camda oturup insanları korkutan Ghadi'yi mahallede istememeye başlar. Hatta ailesine, çocuklarını bakımevine vermelerini önerirler. Hatta bunu zorlarlar.

Filmin hoş tarafı bundan sonra başlar. Ghadi'nin müzik öğretmeni olan babası, mahallenin Ghadi'ye sahip çıkması için bir oyun oynamaya karar verir. Bu oyun, küçük çocuğun ilahi güçlerle donatıldığı yalanıdır. Bu yalan alıcı bulur. Zamanla mahalleli Ghadi'yi sevmeye, daha doğrusu onun 'ışığı'ndan faydalanmaya başlar. O artık 'kutsal' bir varlıktır.Ve kimse onu mahalleden söküp atamaz.

Film güzeldir. Hikaye güzel işlenir. Başroldeki Georges Khabbaz, aynı zamanda senaryonun sahibidir. Yani hem yazmış, hem oynamıştır. Yılmaz Erdoğan filmleri gibi bir tat oluşmasının nedeni veya sonucu bu olabilir. Diğer yandan Reha Erdem filmleri gibi renklidir. Zaten zorlasak başka Türk yönetmenlerin tarzlarıyla da benzerlikler bulabiliriz. Ne de olsa buralara yakın bir filmdir...

Yönetmen Amin Dora'nın ise ilk (ve şu ana kadar tek) uzun metrajlı filmidir. Ve bu film Oscar'da ülkesini temsil eder. Gerçi kısa listeye kalamamış ama olsun. 12'den vurmak budur.

Filmin adı Ghadi'dir ama Ghadi karakteri film boyunca ön planda değildir. Onun yarattığı etkiyle diğer karakterleri daha çok görürüz. En çok babayı ama sık sık mahallenin diğer insanlarını... Onların değişimini fark ederiz. Hatta sadece birkaç karakter değil, toptan bir mahallenin değişimini izleriz.

Her şeyi güzel kurgulanmış, güzel işlenmiş. Beni rahatsız eden tek noktası anlatıcının (Leba) çok fazla konuşuyor olması. Ben filmlerde bu anlatıcı olayını pek sevmiyorum. Gerçi bu da çok büyük bir günah değil. Tek kusur bu olsun.

Böyle hoşuma giden filmlerden sonra senaristlerin ve yönetmenlerin diğer filmlerini bir göz atarım, bazılarını kafama yazarım. Amin Dora'nın başka filmi henüz yok. 2013 yapımı Ghadi'den sonraki dönemi boş geçmiş. Fakat senarist Khabbaz öyle değil. Uzun zamandır aklımda olan, pandemiden hemen önceki dönemde en çok merakımı celbeden, Oscar!da kısa listeye de girip ödüle aday olan Kefernahum da onun kaleminden çıkmış.

Benzer bir iş olmadığı muhakkak ama en yakın zamanda izlemeye çalışacağız...

Salı, Şubat 2

Incendies



Bu filmi izlemek isteyenlerin karşılaşacakları acılara hazır olması gerekiyor. Zor film. Güç film. Daha da kötüsü gerçek bir film. İnsanı insanlığından utandıracak bir film. Savaş görmemiş bir yerden bakınca iyice zor ve korkutucu geliyor. Sanki bu ve buna benzer acılar, herkesin başına gelecekmiş gibi. Ve üstelik bu sıralı bir şeyse,  her topluma uğrayacaksa, Ortadaoğu'nun çıkışında yer alanlar olarak, biz daha sıramızı da savmadık.

Böyle bir gerçekliği gözler önüne serme cesaretini göstermiş bir film hakkında da insan olumsuz görüş bildiremiyor. Oysa eksik yönleri çok fazla. Oscar'a aday olmasını (2011) da bu açıdan biraz yadırgadım. Gerçi eksiklik biraz da bizden kaynaklı. Lübnan iç savaşına dair bilgilerimiz yüzeysel. O nedenle filmin tarihsel olaylara üstü kapalı girmesi, teğet geçmesi, beni tatmin edemedi. O dönemler anlatılırken kafamız biraz karışıyor. Gerçi, belki üstüne daha vurucu bassaydı bu da rahatsız edebilirdi. Onun dışında; başroldeki Lubna Azabal dışında kalan oyuncular biraz yetersiz kalmış. Bunlar filmde ve hikayeye zarar veriyor mu? Çok fazla değil. Ama Oscar adaylığı için sanki biraz duygusal davranılmış gibi geliyor. Gerçi bu da ayrı bir çelişki, çünkü siyasal tavır sözkonusu oldu mu 'Batı' tarafına daha imtiyazlı davranırlar. Bu sefer, eğer iteleme olduysa, oldukça şaşırtıcı bir tavır olur.

Sonuç olarak; zor film. Bu acılar; az veya çok, bir gün bize de uğrayacak. Kaçarı zor. Dünyanın içinde yangın var, bu alev bizi de saracak.